Burçin LAÇİN ALTAY
Edebiyata ve sanata katkılarının çoğulluğu ile tanınan Ferit Edgü; “Doğu Öyküleri” kitabında anılarından, tanıklık ettiği yaşamlardan faydalanarak okuyucuyu, yalnızlığın doğusuna doğru çeker. Ferit Edgü askerlik hizmetini er öğretmen olarak Hakkâri‘nin Pirkanis köyünde yaparken yaşadıklarının etkisini biraz da otobiyografik tarzı hissettirecek edebi metinlerine derinlemesine yansıtır. İlk olarak hafızalarda hep yer tutan ve tutacak, ayrıca beyaz perdeye taşınan ölümsüz romanı “O / Hakkâri’de Bir Mevsim” 1977’de yayımlanır. Aradan geçen yıllara rağmen doğunun o içine işleyen, hiçbir şeye benzetemediği soğuk ve yalnız boşluğunu bu kez öykülerle 1995’de doldurmaya çalışır. Karşılaştığı bambaşka dünyanın gerçekliğini düşünürken kurgusal açıdan da zengin bir düşün kapılarının aralar “Doğu Öyküleri” ile…
Semih Gümüş; “İki ayrı kimlik arasında oluşan, kimliksiz, belirsiz, tanımlaması güç bir dünyadır bu…” der, kitabın arka kapak yazısında… Ancak Ferit Edgü, orayı tanımlamaya çalışmaz, orayı yaşamaya çalışır.
Doğunun o zamanlar farkedilmeyen ya da önemsenmeyen yaralarını cesurca gösteren “Hakkâri’de Bir Mevsim” kitabını birlikte senaryolaştırdığı Onat Kutlar ile dostluğu “Doğu Öyküleri” kitabı ile de devam eder. Şöyle ki; Onat Kutlar, 95’de hayata veda edince aynı yıl çıkan bu kitap “Sevgili dostum Onat Kutlar’ın anısına” ithafı ile başlar.
BİRKAÇ SÖZCÜK
Öyküler başlamadan önce yer verilen “Birkaç Sözcük” bölümü;
“Oraya ilk kez ayak bastığımda
- yıllar yıllar önceydi –
Bu insanları anlayabileceğimi sanıyordum.
Çok uzaklardan geliyordum ve birbirimizin dilini konuşmuyorduk.
Doğrusu, o sıralar pek önemsemiyordum bunu.
Ortak dilin, ortak sözcükler demek olmadığını biliyordum.”
cümleleriyle başlar. Kitabın özeti gibi olan başlangıç bölümü, dağ başında bir köy olduğu, oradaki insanlar odağından öyküleri oluşturduğunu açıklar niteliktedir. Oradaki insanların yaşamlarının yanı sıra öğretmen olarak da yaşadıklarını, yaptıklarını anlatır.
Bilmediği o uzak coğrafyanın sessizliği içinde bilmediği bir dünyanın varlığını öğrendiğinde değiştiğini; “Bu ortak dil onları değiştirmedi ama beni değiştirdi, kuşkusuz” sözleriyle ve öykülerinde de hissettirerek ortaya koyar ve
“Her geçen gün, o dağ başındaki köydeki ortak yaşamımızın bende bıraktığı derin izleri görüyorum.
Yıllardır karalayageldiğim bu sözcükler de,
Bu izlerin bencileyin yaralı sözcükleri.” sözleri ile biter Ağustos 1995’de yazdığı bu gerçeklerin de izinde olan metin. Elbette ki zamanın değiştiremediği o içre hüzün duygusundan kurtulamayan ruhunun edebiyata yansımasıdır.
DOĞU ÖYKÜLERİ
Dört öyküden oluşan bölümde öyküler ben dili ile yazılıp samimiyetiyle etkisi altına alarak okuyucuyu adeta çizdiği resmin içine dahil eder. Öyküler tek bir sesten, öğretmenden duyulur ve roman gibi de belli bir zamanda yaşanılan olayları kurgusal olarak yansıtır. Bu öykülerde bulduklarımın sesi şöyle duyulabilir;
Mirza
Mirza, Muhtarın, oğlu Yakup’un, Mardinli bir duvar ustasının ve hayallerin öyküsüdür. Aynı çerçevede dönüp duran ve bir çıkışın olmadığı yaşamların dolambacını anlatır. O uzak dağ köyünde dört karısı, yirmi altı çocuğu olan muhtarın yakında bu dünyadan göçeceği düşüncesi sarar ve düşlerinde kalan taştan, iki katlı saray gibi bir evin peşine düşer. Karısı üç yıldır çocuk doğurmaya ikinci evliliği düşünen büyük oğlu Yakup’a da bu düşü benimsetir. Yaşadıkları yörede bu evi yapacak usta yoktu, ancak Mardin’de becerikli ustaların varlığını duymuştur. Yakup Mardin’e gider ve tesadüflerin öyküye yakışan bir yerinden taş ustası Mirza ile karşılaşır. Mirza “Çok duydum ama hiç görmedim sizin ili, bir gidip görelim hele” der ve Yakup’la yola koyulurlar. Muhtar, Mardin’den gelen bu çelimsiz ustayı gözü tutmasa da o gece evinde ağırlar, Mirza’nın ev inşa konusunda bilgilerini anlattıkça içi coşar ve düşlerindeki evi anlatır, yapıp yapamayacağını sorar. Mirza “Ama ben yalnızca taş ustasıyım” der ve yapabilecekken yapmaya elverişli olmadığını, orada taş ocağı olmadığını yine evinin kerpiçten yapması gerektiğini anlatır. Mirza yani Mardinli, ertesi gün evin yapılmaya uygun yerini bulur, muhtarın dilediği gibi büyük ve sağlam kerpiç bir evi nasıl yapabileceğini anlatır bunları unutmamak için öğretmen de işin içine girerek Mardinlinin anlattıklarını yazar. Burada gözlemleyen, uzaktan izleyen biraz da olsa dâhil olan öğretmen Ferit Edgü’dür şüphesiz.
Mardinli gitmeden oralarda bir dolambaç olduğunu ve onu görmek istediğini söyler. Ancak asıl olay, durum ya da düşünce buradan sonra başlar. Dolambacın ne olduğunu o yöre için ne ifade ettiğini anlatır uzun uzun. Sonunda orayı görmekte kararlı olan Mirza yine Yakup’la dolambacı bulur ve ayrılırlar. Sonrasında öykü odağı ana karakteri mirza olur ve onun düş ile gerçek, geçmiş ile gelecek arasında kaybettiği yolunu, sıkışıp kaldığı tarih öncesi yapıda, yaşamda kendini araması, bulmayı amaç edinmesi hatta bulması olarak kurgulanır. Işığa doğru yürüyor çocuk haliyle ve o halini arayan şimdiki haliyle “Aslında herkes başarabilirdi.” diyor gülümseyerek Mardinli. “Bunun bir düş olmadığını görmek için bunca yıl beklemek gerekmişti.” cümlesi de öyküdeki son düğümü de çözer.
Kendini aramak, bilinçsizce ya da bilerek bulmak dikkat çeker öyküde. Bir yabancıdan öğreneceklerinin değerini de gösterirken insanın bilgisizliğinin de sınırı olmadığını söyler. Gördükleri ile düşlerini harmanlayarak kurguyu gerçeklerin izinde oluştururken karakterlerin derinliğinde başka bir dünyanın da kapısını aralar. Felsefi boyutta insana ait özel durumlara kendi bakış açısını katarak aktardığı öyküde insanın bir amaç uğruna yaşayabildiğini, tutunacak bir sebebe ihtiyacı olduğunu, ruhundaki boşlukları doldurmak için sürekli çabaladığını hissettirir. Bu kısa öykünün düşündürdükleri de kendisinden oldukça uzundur elbette.
İbramın Oğlu İbramın Öyküsü
“Baba-oğul İbrahim’lerin öyküsünü Halit’ten dinledim.” cümlesiyle başlıyor öykü. Yine öğretmen karakterinde ben diliyle, kışın sonlarında, ılık bir havada avlanmaya çıktığı Halit ile diyalogları üzerinden öyküyü yazar Ferit Edgü. Ancak merak ettirme unsurunu son sınırına kadar kullanır. Şöyle ki Halit öyküsünü bir türlü anlatamaz.
İbramların öyküsünün ilk ortaya atılışı da şöyle; ava çıktılarında dağın diğer yamacına geçerek “Yol üstünde her köyde her evde konaklamanın gelenekten sayıldığı yöre” olarak tanımlar ve okuyucuya da tanıttığı o köye ait bir eve gidip bir çayını içerek içini ısıtmak isteyen öğretmene Halit karşı çıkar. Nedenini öğrenmek için uzun bir diyalogla çatışmayı sağlayan yazar sonunda Halit’e o köyün İbramların köyü olduğunu itiraf ettirir. Halit, İbramın mahpustan arkadaşı olduğunu söyleyince de öğretmen daha çok ısrar eder ancak Halit gidemeyeceğini ama üstelerse bir gün anlatacağını söyler. “Üstelemedim.” der öğretmen. Av biter, zaman geçer.
Saç sobanın başında çaylarını içerken – öğretmen o sırada radyoyu ayarlamaya çalışır – Halit sitemle hiç zaman geçmemiş de avda bekledikleri kavukta gibi sözü açar; “Hocam, ne meraksız adamsın, radyodan dünyanın haberlerini dinliyorsun anlayıp anlamadığın dillerden de, burada yanı başındaki insanları merak edip sormuyorsun.” bu cümle öyküdeki ve yaşamdaki birçok durumun özeti gibidir. Uzak ve ulaşılmaz olanı bilme isteğinin yersizliğinde soyut bir dünyayı yeğleyen insanın gerçeklerden, somutluktan kaçmanın, üstünü örttüğünü düşündürür. Sonunda öğretmen sorar ama sohbet tam olarak neyin anlatılacağı konusunda uzar gider. Bu anlatma teşebbüsünün sonunda öğretmen dinlemek istemez ve düşlerine açılan pencereden içeri giren soğuğu soluyarak kendi yazmak istediği için uyuma gerekçesiyle, Halit’i gönderir.
Öykünün içinde “Doruk” isminde başka bir kısa öykü yazar, doruğa ulaşmayı amaçlar oradan tüm dağları ve yaylaları görmeyi amaçlayan karakterin bir köylüyle diyaloğunu yazar ve doruğa ulaşırlar. Görebildiği başka yerlere gitmek istediğinde köylü yoldaşı oraların da; “Aynı evler aynı köyler aynı insanlar, aynı yoksulluk, aynı ölüm.” olduğunu söyler.
Dağın doruğundan inerken duydukları silah seslerini, köylünün yorumuyla şöyle yazar; “Ya jandarmalardır ya da başkaları. Ya kurt avındadırlar, ya insan.”
Üçüncü anlatma teşebbüsü ise cigaralarını sararken olur. Yine uzun bir diyalogla hikâyeye girmeye çalışır Halit, artık anlatılmayacak diye düşünürken İbramın nasıl mahpus damına düştüğünü anlatır. “Siz ne biçim insanlarsınız, birbirinizi öldürmeden yaşayamıyorsunuz?” dediğinde Halit için “Güldü.” der. Yaşam ve ölümün bu kadar karıştığı bir coğrafyada yaşamın değerini bilmek de önemini yitirdiğinden hissiz, ruhsuz kalan insanların kötülük yapmaktan çekinmediğini de vurgular. Koyunlar yüzünden komşunun oğlunu vuran babası yerine hapis yatan İbramın hikâyesi öğretmen çok da ilgi çekici gelmez ve bunu “Günlerdir anlatamadığın İbramların öyküsü bu muydu? dedim düş kırıklığı içinde.” olarak yazar. Ancak bu değildir gerçek hikâye ve onu anlatmak için de bir hayli sözü uzatır ve sonunda anlatır Halit. İbramın babası İbramın karısını kendi karısı yapıp bir de çocuk yaptığını hapiste görüşte kanlısından öğrenir. “O an kesseler kanım akmazdı,” der İbram Halit’e. Bununla ilgili “Öç her zaman silahla alınmaz a.” cümlesi derinden bir hissiyatı işler. Felsefi ve sosyolojik olarak insan olmanın kötülüğünde yapacaklarının sınırı olmadığını gösterir. Bu söylencenin doğru olup olmadığını Halit hapisten çıkınca öğrenir ve arkadaşı ibramın öcünü almanın ona düştüğünü bilir. Bütün bunların sonunda asıl sorunun ne yapacağını bilemeyen Halit’in öğretmene danışması olduğunu anlarız. Öğretmen hiçbir şey diyemeyeceğini söylese de Halit’e “Karısını Koca İbramdan çocuğu olduğu doğru muymuş? der ve başlarıyla karşılıklı onayladıklarında yine kanı donduran bu kez gecenin ayazıdır. Bu acı olay bu uzak köyde yalnızlığını bile incitir adeta ve Halit’e; “Bundan sonra bana kimsenin öyküsünü anlatma.” der ve öykü burada biter.
Doğuda tanık olduğu hikâyelerin öyküsünü derinden yaşatan Ferit Edgü, ruhunda açılan yaralara belki bir merhem olarak ya da bir daha yaşanmaması adına yazarak direnmeyi seçer.
İnsan Kokusu
“Talihin garip bir cilvesi sonucu,” diye söze başladığı öyküden ayrılırken de yolda anlamlandıramadığı olayların, kişilerin yanında bulur kendini, öğretmen karakterine sarılmış Ferit Edgü. Yola çıkmanın bile o coğrafyada zorluğundan bahseder, kış bitmiştir ancak eriyen karlar yolları balçığa çamura gömdüğü için aşmak da kolay değildir. Yağmurun dinmesini, köy kahvesinde beklerken, kendisinin bir yabancı olduğunu durmadan tekrarlasa da aslında onlardan ayrı olmadığını onlar gibi ardı ardına içtiği çaylarla, atlarla ilgili kendileri kadar bilgi sahibi olduğunu hatırlatarak adeta ispatlar. Elindeki kitap ile zamanı öldürmenin en güzel yolunu seçer ve burada okuduğu Çehov’un “Bozkır” öyküsü de bu öyküye uzun alıntılarla sızar. Bu okumayı kahveci; “sendeki bu talih ne hoca” diye bölerek, bunca kardan tipiden yağmurdan sonra yolları su bastığını, yola çıkamayacağını anlatırken öğretmen, yazar yani Ferit Edgü, “Bir kış boyu bekledik bir iki gün daha bekleriz” cevabını verir. Burada aslında oradan kopamama, ayrılmak istememe, alışma ya da yabancılıktan kurtulma durumu da vardır. Çünkü insan alışandır ve yazarın iç dünyası belki de burada, bu uzak dağda, bu ulaşılması bazen imkânsız olan, dillerini bile bile bilmediği insanlar içinde, bu sessizlikle karşılığını bulur. Bu sohbet sürerken yağmur aniden kesilir ve yola çıkarlar. Kahveci onun konuk olduğunu söyleyerek çayların parasını almaz. Bunun bir veda olmadığını da “Sen gene gelirsin. Budağlar önünde sonunda insanı kendine çeker.” derken bulundukları yerin büyüsünde, sevdasında, toprağına bağlılığını gösterirken az ihtimalli bir dilek olarak da savurur gökyüzüne.
Çamurlar içinde yanında Zap akan yolda Çehov’un öyküsünü okumaya devam eder ve dağ köylerinin ilk durağının jandarma karakolu önünde durur. Oradan, kim olduğunu muavinden öğrendiği, kocasının boş – ol dediği, memleketi olan Muş’a dönmek için yollara düşen beş kuruşsuz bir kadını alırlar. Konuşmak ister konuşamaz ama kendiyle konuşur, bu konuşma dağlarda yaşadığı zamanın onun nasıl etkilediğini, değiştirdiğini anlatır nitelikledir. Bunu insan kokusu aldığı ve hiç tanımadığı kadın üzerinden yapması öyküye derinlik katmanın yanı sıra kendiyle yüzleşmenin yolunu açar. “Bunca düş yeterdi bir yolculuk için.” cümlesiyle yolculuklarda düşlerin eksikliği ve fazla düşle de varılmak istenen yere varılamamağı üzerinde felsefi bir düşünce aşılar. Yaşadığı, tanıdığı ve taşıdığı her şeyi sayarak tümünün onunla olduğunu, ne kadar benimsediğini şöyle anlatır; “tüm renkleriyle, varlık ve yokluklarıyla ve genzimi yakan o insan kokusuyla burda, otobüste yanı başımda, benimle birlikte geliyordu.”
Ve öykü “Bozkır” öyküsünün sonundaki soru ile “Bu hayat nasıl bir hayat olacak acaba?” biter. Bunu, sonrasındaki kendi hayatı için de söyler elbette ki bir belirsizliğe doğru giderken, bu değişimden sonra eski yaşama dönmesinin nasıl mümkün olacağını düşündüğünü aktarır niteliktedir. İki öykünün bambaşka konular anlatsa da bu kadar benzemesi, insana ait değerlerin de değişmediği ve benzer ruhları belki dünyanın öbür ucunda bulabileceğimizi, kendimizi hiçbir zaman hiçbir yere ait hissedemesek de bize ait olanı en azından hissedebileceğimizi gösterir.
Mutluluk
“Bir dağ köyünde iskân sorumlusu olarak görevlendirilmiştim.” cümlesi ile başlayan bu öykü kendinden biraz daha sıyrılıp düşlerini doğuda gezdiren yaşatan bir halin kurgusunda mutluluktan bahseder ve “Mutluluk” burada adeta yaşamdan sıyrılmak, tabuları yıkmak olarak insanın sınırsızlığını, umutsuzluğu bulunduğu yer anlamak olarak kırarak oluşur.
“Büyük küçük, sayısız (diyebileceğim) mağaralardan oluşan bu dağ köyüne vardığımda, uzmanların alan araştırmalarının doğruluğunu saptamıştım; köyün yolu yoktu; elektriği yoktu ve köylülerin yaşadığı mağaraların büyük çoğunluğu çökmek üzereydi.”cümlesi ile yaşanılan durum özetlenir ve kendini burada kurtarıcı olarak gören mimar oraya yeni konutlar yapmak için gelir. Ancak bir sorun vardır, buradaki insanlar mağaralardan ayrılmak istemezler. Kendine, köylülerin yabancıların diye adlandırdıkları büyük duvarlarında garip figürlü çizimlerin olduğu onların yaşadıklarından çok daha büyük bir mağara seçerek orada yaşamaya başlar. İş günlüğüne yaptıklarını yazarken köylülerin, tepkisiz tepkilerine karşı “Yapacak hiçbir şeyim yoktu.” yazar. Burada yazarın yaşadığı kırılma, karar verme, bir yol seçme oldukça dik bir çizgi ile kendi yaşamını çizer, çünkü insanın kendi içinden geldiği gibi davranması güçlü bir irade, karakter ve cesaret gerektirir. Bu anlamda düşlerin gerçek olmasına dair umutlu bir öyküdür de. Şöyle ki “Yeni konutlar yapmak yerine, oturdukları mağaraları onarma yolunu seçtim.” der ve öyle de yapar. Bakanlığa yazdığı düzme raporlarla, gelen malzemelerde altı yıl boyunca mağaraları onarır ve o da bu sürede mağarada yaşar. Sonrasında bu yaptığı takip edilemezsin diye dese de aslında orayla kurduğu bağ, oradaki sessiz sakin yaşam, kimsenin arayıp sormaması ve en kıymetlisi saymadığı zaman için geri dönmez.
Gece kandil ışığında duvarlardaki resimlere bakarken düşündükleri, hissettikleri ile “Bir zamanlar bu mağarada yaşamış insanların, o bilmediğim, dolayısıyla inanmadığım, tanrılarının bana inanmaya başladıklarını düşlüyor ve niçin saklayayım, içimde garip, mutluluğa benzeyen bir duygunun ürkek kanat çırpışlarını duyar gibi oluyorum.” cümlesi ile biter öykü. Belki yazar öğretmen olarak kalamadı ama mimar olarak kalmayı başardığı bir öykü kurgular, belki de insanın hayallerinden vazgeçmemesi, gerçekleştirmek için muhakkak bir yol olduğunu ya da hiç beklemedik şekilde olacağını; ancak bunu kendini bulmakla, ne istediğini çözmekle mümkün olduğunu söylemek ister.
MİNİMAL DOĞU ÖYKÜLERİ
Atsız, Söyleşi, Bu, Annem ve Ben, Yıkılmış, Fal, Kayıt, Konuşma, Rastlantı, Nöbetçi, Pusula/Sız, Karakış, Ses, Kim, Hoş, Kerem ve Ne isimli minimal öykülerden oluşur bu son bölüm. Yazarın doğudaki anıları ve hisleriyle ilgili içinde kalan, kalbini yakan son sözleri de burada duyulur. Önceki öykülerde yer alan birçok karakter buradaki öykülerde de yaşamaktadır. Kitapla öyküleri birbirinden ayrı düşünmek çok mümkün değildir. Bir roman tadı da öyküle arası bağlantıdan dolayı sıklıkla damakta duyulur.
Tüm bu öyküler doğuda karşılaştığı karakterler, onlar olma, olamama hallerinin yanında tanık olduğu acı öyküleri de barındırır. Ölümün çok, alışılmış ancak toprağındaki sessizliğin de sebebi olduğunu hissettirir. Çocukların bile öleceği zamanı beklediği, seslerde ölen kişilerin sayısının duyulduğu, çaresizliğin, yoksulluğun, yoksunluğun coğrafyasının sesini biraz olsun duyurma çabası ile kurguladığı gerçek öyküler insan olmayı, utanmayı hatırlatır bir kez daha. Bu minimal öykülerin etkisinin çok büyük olduğunu amacına sonuna kadar ulaştığını görürüz. Ve son olarak, bilinmeyenlerin yer yer şiirsel dili de kullandığı nahif ve bir o kadar da cesaretli kalemiyle yazdığı öykülerden, en son öykü “Ne” öyküsündeki her şeyi özetler nitelikle, tesadüflerin onu sürüklediği yerdeki diyalog şöyledir;
- Tanrı’nın olmadığı bu dağ başında sen ne arıyorsun? diye sordu tanıdık bir ses
Hiçbir şey aramıyordum.
Orda, dağ başında, o dağ başında yaşayan ve ölen insanların arasındaydım, hepsi bu.
Ferit Edgü, Doğu Öyküleri, Everest Yayınları, 1. (Tekrar) Basım, Kasım 2022 (İlk Baskı Yapı Kredi Yayınları, 1995)