Zahide Koçyiğit
Senin görkemin olanakların uzak hevesleriyle besleniyor. Olmaktan korktuğumuz fakat çaresizce olmak istediğimiz çetrefil bir özgürlüğü derinleştiriyorsun gözlerimizde. Dip, koynunda bir ırmak; koyulaştıkça akıyor. Koyulaştıkça ağırlaşan anılara inat… Göğsümde derinleştikçe sen, sesler uzaklaşıyor. Gök berraklaştıkça çukurun büyüyor. Sahip olduğun boşluk, hem imkanı hem sonu söyleyen yankılı bir şiir olup açıyor.
Sen düşmesiz varlığınla eksiliyorsun bizden. Çünkü düşmek, varoluşsal bir olanak insana. Diyalektik bir ilerleme basamağı ya da. Düşmeden derinleşmiyor hayat, zaman kırılmıyor uzamda. Belki bu sürmek demektir biraz da, yaşamanın diyaframı. Nasıl ki nefes verilmeden alınmıyor tekrar, yürünmüyor düşülmeden yaşam bahçesinde. Sense düşen değil düşülensin, boşluğun tamama ermiş. Bu tamamlanma, ölgün bir kisve sana. Oysa insan sürüyor yerin yüzünde, içine girene kadar da olsa. Bu kisveyle tamamlanıyor kusursuz yalnızlığın. Yalnızlığın, gelip gelip korkulu bir tutkuyla soluklandığımız ufuk terası; dışımızdan içimize uzanan o genişlikte. Heybetinde küçülmek istediğimizsin; arz ettiğimiz o lanetli önemi, ‘istenen’in yerine koyduğumuz ‘gereken’in azametini kaybetmek yükselişinde. İnsan olmaktan kurtulup bir an sadece olmak… Varla yok arasında, yerle gök arasında… İkisine de uzak, ikisine de yakın… Dünya içinde unutamadığımız kendimizi, senin içinde unutmayı ummak belki aradığımız. Dünyaya sığmayan varlığımıza bir kovuk dilemek genişliğinden. Deliğine sığmayan tilki misali biz; kuyruğumuza dolanmış aşklar, karanlık sokaklar, öfkeler, ayak diremeler, beklentiler, aslanın bilmem neresindeki ekmekler, ahmak ıslatan yağmurlar, kavgalar, hisseler, umulanlar, bulunanlar, gelmeler, gitmeler… Şuncacık ömre hamal rolü biçme zalimliği… Kendi yazgımızı sürükleyemez olunca kıyında buluruz kendimizi, bazen de gözlerimizde seni. İnsanın kendi gözlerine bakamaması aracısız, ne aciz bir yalnızlıktır bilmezsin sen. Senin ulu boşluğun şefkatle tutuyor tam da o an elimizi, teselli niyetine değen bir nisyan mendili gibi… Halbuki içimizde hevesli bir çavlan, hep aynı çukura akıyor. Çukur, insana unuttuğunu hatırlatıyor.
Dik yamacınla boy ölçüşebilecek tek ayrılık, iki insan arasındaki uçurumun derinliği. Devasa bir sırdır bu uçurum, kayaçlar kadar sert bir gerçeklik de olsa güçtür fark etmesi. “Çünkü gerçeğin mayası gözle görünmez”. Yüz yüze nice insan arasında büyür de büyür içine alarak göze görünmeyen, kalbe sığdırılamayan her şeyi. “Ne kadar yakından ve arada uçurum” dediği gibi şairin… Dibin karanlık serinliğinde gözsüz, sözsüz insan tekleri… Sarılmasız kollar kenarında kırılır. Uzanmasız eller, sevgili avcunda olduğu anları terler. İki insan arasındaki uçurumdan umulmayacağını bilmek istemez insan. Kabulün küpü doluncaya dek birikir çaresiz. Işığı sektiren duvarıyla yüzleşmek için uçurumun, beklemekle sınanmış ruhlarını yardan aşağı bırakacak cesareti bilmek istemez. Hayalet uzuv olur aradaki uçuruma bakanın kaç kış sarındığı geçmişi. Korkutur olmayan ayazı, söz değmez teni. Köprü yetmez ayrılığa medet olacak bir anlam arar. Oysa yaşamaktan öte bir anlam var mıdır? ‘Bir varmış bir yokmuş’ tan ibaret olanın her şeye anlam verme safdilliliğinin altında uyumaz mı kibrin maskesi? Sanırız ki sen, uçurum, bölersin kursakta kalan hevesi. Duymak istesek şöyle yanıtlarsın Cemal Süreya’nın sesinden: Seviş yolcu büyük sözler söyle ve hemen ayrıl / uçurumlar birleştirir yüksek tepeleri.
Oysa her uçuruma, dilek ağacının dallarına bağlanan çaput gibi düğümlemek isterdim Cioran’ın şu sözlerini, hem de imrenme dolu bir sesle:
Nasıl bir uçurumun kusursuzluğuna ulaşmışım ki düşecek yerim bile kalmamış.


