“kopan tel” e
“bir tel kopar, ahenk ebediyyen kesilir”
Yahya Kemal dizesi olman bir yana, aciz insana yakıcı bir sırrı üflediğin için yaşıyorsun. Sesi manasız, manayı sessiz koymayan bir şairin dizesi olarak sana değer biçmek olağan belki. Ancak sen bundan da öte zamanda eskimeyen bir kadimlikten besleniyorsun. Turgut Uyar’ın güzel bir dize yazdığında söylediği muziplikte göz göze geliyoruz seninle: Ay, kalemimden kaçmış! Evet, sen de bir kaçaksın; yaşamın hasıraltı edilen bir gözeneğinden dil marifetiyle fırlayan, istenmedik bir asisin. Karşılaşmak istemeyiz efsununla. Dimağımıza sızsın istemeyiz zehrin. Türlü oyunlarla yaşatır hayat ama yine de yetmez bilmeye. Milyonlarca yıllık evrimin kalıtı mıdır bilinmez hayatta kalma içgüdüsüyle kaçarız senden de diğer korkularımızdan kaçtığımız gibi. Belki sen değil de biz birer kaçağızdır. Gözlerimiz birer cep aynası, içini dışında gören ve dilimiz her korkağınki kadar gürültülü. Ne olduğumuzla suçlayarak alemi sürmekteyiz iç içe çemberleri.
Bir hikâyenin en zor yerisin. Sokak çıkmaz, tanırsın içten içe o sapağın rüzgârını. Ancak hikâyenin bitmediğini de bilirsin. Yol açılmamış, lakin heves kırılmış. Ne ondurur ne öldürür türden bir bekleyiş kalır elinde insanın. Keşke baharına açar zamanın mirası. Sabırsız bir kalp çarpar sonranın kıyılarına, ardışık umutlar halinde. Gelgelelim tesbih kopmuş, boncukları saçılmıştır. Toplamak nicedir, imame nerededir?.. Ömrün vefası neyledir?.. O kumsal uzun olmasına uzundur, insan da zaman zaman olgundur ama bir avuç kumu alınca saymaya, hangi bilgi yeter o derviş sabrına? Ne gitmenin ne kalmanın mübâh olduğu o an uzar, uzar… Zamanın sünen yanına mı kararsa kalbimiz, daldaki ilk ‘çıt’ sesine “bir serçe üzülür” diye mi yoksa. Yankısı kendinden büyüktür kırığın. Ezayla, sevinçle sıvayarak pekiştirdiğimiz; sabırla büyüttüğümüz köprünün çatırdaması hayal kırıklığının sesine yerleşir en çok. Etkiden çok tepkiye incinir insan. Düşün yasası sağlamdır belki fiziğin yasasından. Tahribatı tasavvur edilemeyen elinde kalınca o “amansız gücenik”i hayatın hangi caddesi avutur? Bir bitmeyecek şevk verirken beste / Bir tel kopar, ahenk ebediyyen kesilir. Ahenk dediğin de uçarı, bahar olmaya hevesli. Güzelin çabuk bittiğine inanmış bir Narkissos. Emekle kurulan alemin vefa unutkanı. Öyle ya, zorun kapısı; uyumsuz ruhlar meskeni. Uyumsa üstlerinden geçen, o kapının teşnelerine gönül indirmeyen bir alaycı kuş misali.
İnsanın inadı güçlü ama neye inat edeceğini seçecek duyusu zayıf belki. Ayna çatlasa da dağılan yansımaya rağmen devam etmenin yollarını zorluyoruz hep. ‘Aramak’ onuruyla ‘orada yeşermeyecek olanı özlemek’ iplerini düğümleyip sarkıtıyoruz kendine rağmen sevilen bir halkın kulelerinden. Oysa bazı kuleler, saraylar, köşkler yok hükmünde kararnameler gibi. Hani olmaz ya, “Halk; her şeyden sağlam, hiçbir zaman yıkılmaz, kırılmaz bildiği koskoca sırça köşkün bu kadar çürük olduğunu” görse mesela, hatırlar mı o tel kopmadan önce sahip olunan birlikte yaşama ahengini? Biz, ben’e indirgenmeden önce duyulan o yarına olan güveni diyorum hani. O ahenk olmadan yaşamanın salt nefes almaya dönüştüğünü anlar mı mesala. İnsanlığın devirdiği onca çağı boşa geçmiş gibi hissetmesi gerekir belki. Ya da en doğrusu bazı yolları keşke hiç yürümeseydi mi demeli? Şimdi vekilin lokantasında dört başı mamur yediği yemeğin parasıyla milletin çocuğunun okul kantininden tost alamadığı bir zamanda; ne kadar zor bir çocuğa anlatmak sanatın, sporun, dahası insanca yaşamanın nasıl lüks haline geldiğini. Karnını doyursa canını beslemeyen cehaleti… Ya da öte bir coğrafyada savaşın hastanelere kadar uzanan korkunç elini, hiç de korkak alıştırmadığı o elin hep sivil halkı işaret ettiğini… Hayatımız bir at gibi ayağı kırılmış ve toplumlar kırılmış bir fay … İnsan olmanın, yaşamanın ebediyen yitirdiği ahengi izlerken ışık sönmüş, sanki perde kapanmış.
Dünyada teller sonsuz mudur bilemem ama insanın hamuru uyum yetisiyle yoğrulmuştur bilirim. Hele sezerse uyumun birliktelikle olduğunu, evvel ahir demeden icat edebilir ritmin, ahengin yeni tonlarını. Çürüyen meyveyi ne kadar sevsek de yemeye çalışmak yerine onu tohumundan yeniden yeşertmek belki zor ama yarına dair tek ihtimal şimdi. Zira çok denedik, koptuğu yerden yakalanmıyor umulanın müziği. Ahengin tükendiği yerde sesi zorlamak neden peki? Ahenk mi, o neydi, enflasyonun bir türevi miydi, geçimin hangi rengi ya da can sularının kırılma sesi?
Kabul etmek istemesek de… Öyle ya da böyle… Zamanı geldiğinde… İnsanda… Toplumda… İncelir tahammülün ilmeği. Lime lime olur -belki de birden- geçmişin senfonisi. El mahkum, yüzleşmek gerekir. Gün gelir yol biter, bir taş ustası sabrıyla, yeni bir yol açma ve dahi yeni bir yol olma derdi bize düşer.