Yüzyıllık Şiirimiz Üzerine Görüşler
Gelecekte şiir için geçmişe dönük çalışmalar yapıldığında, şiirlerin yanı sıra şiire dair konuşulanlar, değerlendirmeler de önemli bir yer tutacaktır. Bu sebeple gelenekten ister doğrudan, ister eleştirel biçimde olsun bir şekilde yararlanılacaktır. Geçmişin veya bugünün şiirine övgü ya da yergi de bulunmak için gelecekte başvurulacağını düşündüğüm, bugünün şairleriyle yüzyıllık şiirimiz üzerine görüşlerini sordum. Geleceğe katkısı bulunması temennisiyle…
“Gelenek, bir bütündür; bütün ‘bütün’ler gibi, parçaları olan bir bütün!” (Hilmi Yavuz- Yakın Dönem Türk Şiiri)
Cumhuriyet dönemi boyunca şiir topluluklarına baktığımızda, Beş Hececiler, Milli Zevk ve Anlayışını Sürdüren Şiir, Yedi Meşaleciler, Saf Şiir Anlayışını Sürdüren Şiir, Toplumcu Gerçekçiler, Garip Şiiri, Hisarcılar, İkinci Yeniciler ve Maviciler’in oluşturduğunu görüyoruz. 1980 sonrasında ise çok seslilik oluşmuştur. Attila İlhan öncülüğünde toplanan Maviciler, İkinci Yeni’nin öncüleri olarak değerlendirilmişlerse de Attila İlhan, buna karşı çıkmış ve İkinci Yeni’yi “yozlukla” itham etmiştir.
1980 sonrası Türk şiiri, gelişme ortamını dergilerde bulmuş ve aynı dergide farklı şiir anlayışındaki şairler birlikte ürünler vermiştir.

Öte yandan, Metin Cengiz ve Yavuz Özdem çalışması olan “Yakın Dönem Türk Şiiri” kitabında şöyle yazılmıştır; Cumhuriyet dönemi şiir toplulukları için, “her on yıla bir grup, kuşak, dergi birliği vb. sığdırmak…” gibi bir durumun “karmaşık ve yorucu” etki yarattığı belirtilirek; “Oysa bu sınıflandırma İlk Dönem Cumhuriyet Şiiri, Sosyalist Anlayışta Yazılan Şiir (Nazım Hikmet’ten günümüze), Garip Şiiri (Birinci Yeni), İkinci Yeni, İkinci Yeni Sonrası olarak bölümlendirilip ona göre anlatılabilir. Ve bu isimlendirme hem gerçekçi, hem daha akılda kalıcı olacaktır.”
- Sizce Cumhuriyet dönemi boyunca şiir adına yaşanmış en önemli yenilikler nelerdir? Yüzyıllık şiir tarihimizle ilgili siz neler söylemek istersiniz?
Mustafa Köz: Kasım Harf Devrimi ve Temmuz Dil Devrimi… Latin alfabesine geçince önemli bir üst yapı kurumu olan dil, gelenekçi Osmanlı kültürünü de tepeden tırnağa sarsmıştır. Dilsel ve kültürel yapı değişikliği Türk şiirini de sarsmış, yeni alfabe ve yeni dil yeni bir şiir birikimine, biçimsel yeniliklere götürmüştür şiiri. Nâzım Hikmet’in 1929’ Resimli Ay’da başlattığı “Putları Yıkıyoruz” şiir eyleminin harf devriminden bir yıl sonra gerçekleşmesi bir rastlantı değil öyleyse. Nâzım’ın bu kalkışması sadece poetik bir hareket değil politik bir harekettir de. Diridir, yenilikçidir, devrimcidir ama şair, yalnız kalmıştır.
En önemli atılım, Nâzım’ın bu politik ve poetik başkaldırısıdır bana göre. Şairin bu karşı çıkışı olmasaydı onun gölgesinden yeni bir şiir de yetişmezdi. Sadece toplumcu şiirden söz ettiğim anlaşılmasın, Garip şiirini, İkinci Yeni şairlerinin ilk dönemlerini (Diyelim İlhan Berk’in Günaydın Yeryüzü’sü, İstanbul Kitabı, Güneşi Yakanların Selamı -ki Nâzım’ın Güneşi İçenlerin Türküsü’ne nazire sayılabilir- Walt Whitman’dan izler taşıdığı kadar Hikmet’ten de el ve dil almıştır.) Nâzım, 60-70-80 dönemi şairlerini de etkilemiştir. Bu dönemler için önce bir gölgedir şair ama sonraları bir imgeye dönüşmüştür.
Nâzım Hikmet’ten sonraki yenilikler ise Garip şiirinin temasal ve dilsel bıçkınlığıyla İkinci Yeni şiirindeki anlamsal kırılma ve çeşitlilikle biçimsel, anlamsal sapmaları dile bir zenginlik olarak oturtmalarıdır, diyebilirim.

Metin Turan: 1923’ü bir dönüm ve dönüşüm olarak değerlendirdiğinize göre, oradan başlayarak şiirsel birikimimizle ilgili gözlemleyebildiklerimi şöyle özetleyebilirim: Birincisi cumhuriyetle birlikte şiir topluma ilintisini derinleştirmiş, sadece halk şairlerinin değil, kalem erbabının da geniş toplumsal kesimlerin yaşadığı hayata dair şiirleri oluşmaya başlamıştır. Bunu halkçılık bağlamlı değerlendirebileceğimiz gibi, şiirin coğrafyasının değişmesi olarak da anlamak mümkün. Yani, kalem erbabının, bunu söylerken de özellikle Divan şairleriyle tanımını bulmuş ve İstanbul ve Rumeli merkezli bir şiir mekanından, Anadolu’nun hemen her tarafına yayılan bir şiir zenginliğine ulaşılma olarak da düşünebiliriz.
Temalar değişmiştir. Ulusal temalar belirginleşmiş, köy ve şehir hayatının farklı noktalarına dair şiirler yazılmaya, söylenmeye başlanmıştır. Bunu yadırgamamak ve olağanüstü bir yenilikmiş gibi söylemek istemiyorum. İktisadi ve sosyal hayat böyle bir gerekliliği doğurduğu ve bu gelişmeler de cumhuriyet döneminde olduğu için, bu bağlamda söylüyorum.Şunu da söylemek gerekiyor, geride bırakılan ve karakteristik özelliğini emperyalizme karşı elde edilmiş utkuyla simgeleyen ırkçı olmayan bir ulusal şiirle tanışmaya başlamışızdır. Ulusal ve ulusçu temalar belirginleşmiştir ancak Türkiye sosyolojisinin, Türkiyeliliğin oluşturmuş olduğu kültürel çeşitlilik ve çokseslilik tekçi söylemlerin, örneğin Hamdullah Suphi Tanrıöver gibi belagatı da güçlü slogancıların işi keskinleştirmelerine fırsat verilmemiştir. Öyle olduğu için de Türk Ocakları yerine Halkevleri hayata geçirilmiştir. İsimleri anarak konuşursam, biçim ve biçemleri farklı olsa da Nazım Hikmet, Faruk Nafız Çamlıbel, Ahmet Muhip Dranas,Cahit Sıtkı Tarancı, Behçet Kemal Çağlar, Necip Fazıl Kısakürek, Ziya Osman Saba, Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Garipçiler, sonrasında 40 kuşağı toplumcu şairleri, Behçet Necatigil, Cahit Külebi, Fazıl Hüsnü Dağlarca, bütün bunlar akla getiril ve şiirlerine bakılırsa çok ciddi bir tema değişikliği ve çeşitliliği ile karşılaşıldığı görülü. Bu neredeyse imparatorluk tarihinin tamamı dikkate alındığında görülmemiş bir zenginlik ve değişikliktir.
Bunu geleneksel halk şiiri bağlamında da söylemek olanaklı. Bir çağı kavrama çabası söz konusudur. Cumhuriyetin ilk çeyrek yüzyılında yazıp söylemeye başlayan ve hemen tamamı da yüzyılın son çeyreğinde hayata gözlerini yuman burada sadece bir kaçının adını yazdığım Ali İzzet Özkan, Kağızmanlı Cemal Hoca, Yusufelili Huzuri, Aşık Veysel, Müdami, Zülali, tek tek ele alındıklarında benzer şekilde uzun bir tarihsel dönem içerisinde öncüllerinin ele almadıkları geniş bir konu zenginliği ile şiirimizi zenginleştirdikleri görülür. Bu birikim anlamında önemsenmesi gereken önemli bir sonuçtur.
Hilmi Haşal: İncelendikçe yeni katmanlara ulaşılabilir. “(…) en önemli yenilikler(…)” toplumsal travma dönemlerinde ortaya çıkmış dönüşüm evreleridir. Örneğin Nâzım Hikmet’in şiirde estetik yapı ve öz feda edilmeden amaç/ emek, ideolojik bilinç odaklı atılımı… Türk şiirinin devrime adanması, sınıfsal çehre edinmesi ama lirizmden / romantizmden ödün vermemiş eylemliliğidir. Yani şiirin politik öğelerle donatılması, insan, umut ve ilerleme bakımından bireysel, toplumsal bilinçlenmeye dikkat çekmesi yadsınamaz. Poetika ile politika örtüşmüştür büyük ölçüde…Yapıtlarıyla, tavırlarıyla yaşama dokunmuş etkinlikler var tarihinde. Diyeti ödenmiş etkinlikler! Şairler gerçekçi dilin acısını tutanağa / yapıtlara dökmüş, geleceğe dönük şerh (mim) koymuştur. Yaşadığıyla yazdığını, yazdığıyla yaşadığını belgelemiş şairler imzasıyla sürdürür zaman yolculuğunu…
1923 ile 2023 arasında akan zaman şiire ne kattı? Zaman küfesindeki şiir tartıya vurulduğunda ya da yazılmışlar, manzum yazı ölçüsüyle ele alındığında, söylenecek çok şey var. Ama geneli değilse de birçok şey, gözlem, yorum, tepki biçiminde söylendi, yazıldı! Sanırım soruşturma, panel, sempozyum arşivimiz yeterince kabarıktır… Akım, kuşak, polemik benzeri kapışmalar, tartışmalar da yaşanmış. Yüz yıla sığmış şecere şuara camiasının malumudur! Birçok kaynak, birçok imzanın değerlendirmesi anılabilir: Tarih uzun uzun konuşturur insanı! Okuduklarımız, yaşadıklarımız ve tanıklık ettiklerimize yaslanırız; şiirimiz önemli dönemeçlerden geçmiş, birikimiyle dünyanın zengin şiirleri arasına yerleşmiştir.
Furkan Çirkin: Nihilizm, her şeyi reddetme bakımından çok büyük bir yeniliktir. Varoluşçuluk ise o hiçlikten büyük bir şeyler yaratmak bakımından… Bu bağlamda şiirimizde en büyük iki yenilik –isimleriyle de müsemma- birinci yeni ve ikinci yenidir. Garip, yani birinci yeni, Orhan Veli’ler, bir yığını yerle bir etme bakımından devrimci bir rolü üstlenmişlerdir. Bu bakımdan çok kıymetli. İkinci yeniciler ise varoluşçular gibi düşünülebilir. Bir imge dünyası yaratmışlardır.
Koray Feyiz: Ece Ayhan’ın dediği gibi “Eski günlerde şiirin hayatı devlet denilen büyükçe bir kuşun gölgesinde geçerdi. Şimdilerdeyse bir altın kuşun sırtında uçar. Kuşun eski adı cedel, yeni adı eytişim, yani diyalektiktir… O yüzden, tarihsel bir delikanlıdır şiir bugün Türkiye’de. Akdeniz yarıçaplıdır…”
Usta’nın bu sözlerinde; bir kargaşa gibi algıladığımız koşulların içine düşmemizin ardında, Türkiye’nin 60’lar, 70’ler, 80’ler ve 90’lar boyunca ‘faşizmi’ yargılamamış, yargılayamamış olması yatıyor. Geçen zamanın bir ilaç olacağını, unutarak acıların kabuk bağlayacağını, ona hayat veren koşulların yavaş yavaş değişmesiyle faşizmin çözülüp gerileyeceğini umdu pek çok insan. Faşizm, ne kadar güdük de olsa demokrasinin içinde evcilleşerek normalleşecekti.
Ama tersine acılar bitmedi ve faşizm, belli siyasi kurum ya da çevreleri aşarak toplumun dokusuna yayıldı. Bir anlamda genelleşti. Bu umut, umutsuzluk, hayal kırıklığı silsilesi, faşizmden ve devletten kaçabilmek için yeni bir şiir yaratmış görünüyor. Şiir iklimine her derde deva bir ‘küreselleşme’ hâkim.
Bu bağlamda, çağdaş Türk şiirinin dünya şiiri içindeki yeri hakkında neler söylenebilir? Çağdaş Türk şiirinin dünya şiiri içindeki yeri oldukça yüksek bir düzeyde… Dünya şiiriyle boy ölçüşebilir niteliklere sahip. Ancak, Türkçenin dünyada ‘majör’ bir dil konumunda olmaması, egemen dillerde yeterince tanınmasını engelliyor. Ancak, Türkçe pek çok ülkede konuşulan bir dil. Bizim konumumuza göre de ‘majör’ bir dildir.
Dolayısıyla, çağdaş Türk şiiri; Türkçenin olanaklarını sonuna dek kullanıyor. İletişim dilinden şiir diline geçebiliyor. Genç şairlerin önlerinde çağdaş Türk şiirinin önemli şairleri var. Bu birikimi göz ardı etmeden aşmak zorundalar. Yaşantı ve bilinç birikimlerinden yeni ve kendilerini anımsatacak bir biçem ve biçim kurmaları gerekiyor.
Ama, önce başta Nâzım Hikmet olmak üzere, Orhan Veli’yi, Oktay Rifat’ı, Melih Cevdet Anday’ı, Dağlarca’yı, Behçet Necatigil’i, İkinci Yeni’nin şairlerini; Cemal Süreya’yı, Edip Cansever’i, Turgut Uyar’ı, İlhan Berk’i, Ece Ayhan’ı, Sezai Karakoç’u dünya şiir kamuoyu ne kadar tanıyor? Ülkü Tamer’i, Ahmet Oktay’ı, Gülten Akın’ı, Attilâ İlhan’ı, Ahmed Arif’i kendi dillerinde okuma olanağı bulabildiler mi?
Bulabilseler, çağdaş Türk şiirinin dünya şiirinin düzeyinde olduğunu görebilecekler. Şiirimizin poetik kırılmalarla değiştiğini, geliştiğini saptayabileceklerdir. Türkçeden İngilizceye, Fransızcaya, İspanyolcaya, Rusçaya, Çinceye yapılacak çeviriler antoloji boyutunda olursa poetik kırılmaları görmeleri de mümkün olacaktır.
Biz, Türkiye’den, içeriden baktığımız zaman, Ritsos, Neruda, Lorca, Seferis, Kavafis, Char, Paz, Pessoa, Eliot, Pound gibi dünya şairlerinin düzeyinde bir şiir ürettiğimizi görüyoruz. Çağdaş Türk şiirinin dünya şiiriyle hiza ve istikamet içinde olduğunu saptıyoruz. Türk şiirinin çeviri yoluyla dünyada tanınması, dünya şiir kamuoyunun şiirimizin düzeyini görmesini sağlayacaktır.
Çağdaş Türk şiirinin dünya şiiri içindeki yerini saptarken; şairlerimizin dünyadaki şiir hareketlerinden, akımlardan, avangard tutumlardan, bu coğrafyanın şiir geleneği kadar haberli olduklarını belirteyim. Dada, Üstgerçekçilik, Gelecekçilik, Toplumsalcı Gerçekçilik gibi akım ve hareketlerin poetik metinleri Türkçeye çevrildi. Hareketlerin içinde yer alan şairlerin şiirleri de çevrildi, bu çeviri faaliyeti şiirimizin yenilenmesinde etkili oldu. Ülkemizde şiir dili, modern şiirin ne olup ne olmadığı, ses, yapı, anlam gibi şiire ait kavramlar araştırılıp tartışıldı. Ayrıca, dünya şiirinin önemli şairlerinin hemen hemen hepsi dilimize kazandırıldı.
Böylece, Türkçede çeviri şiir birikimi oluştu. Şiir kamuoyu Yunan, İngiliz, Fransız, Rus, Bulgar, İspanyol, Latin Amerika, Amerikan, Alman, İtalyan kökenli pek çok şairi tanıma olanağı buldu. 1940’larda başlayan çeviri faaliyeti, içinde bulunduğumuz 2023 yılına dek sürmektedir; dolayısıyla dünya şiiriyle buluşmuş durumdayız.
Çağdaş Türk şairlerinin yeni bir biçem oluşturma çabası, kuşaklar boyunca sürmektedir. [Bana bir sempozyumda sormuşlardı: “Çağdaş Türk şiirinin. Rilke’nin ‘Duino Ağıtları’, Eliot’ın ‘Çorak Ülke’si gibi büyük şiirleri var mı?” Öğrencilere, Melih Cevdet Anday’ın ‘Karacaoğlan’ın Bir Şiiri Üzerine Çeşitlemeler’ adlı şiirini okumalarını önermiştim. Söylemem gerekir: Çağdaş Türk edebiyatının bu büyük şiiri hem yerli hem modern bir yapıdadır. Bu nitelikleriyle geleneksel Halk şiirine de ilmekler atar. Öte yandan moderndir. Öyle ki şiirsel söyleminin farklılığıyla da ‘anlatı şiir’den ayrılır.]
Bugün, 2023 yılında da, çok nitelikli şiirler üretildiğini söyleyebilirim. 1980 sonrası şair kadınların özgünleşme, bireyleşme çabası şiire de yansımış, şairler kadın oluşlarını merkeze alarak kendilerine özgü bir şiir dili kurmuşlardır. Sormak gerekir: Dünyada şiir dirimselliğini yitiriyor mu?
Küresel kapitalizmin, edebiyatı, tüketimin bir parçası olarak gördüğü bilinmektedir. Edebiyatın kültür endüstrisinin bir parçası gibi algılandığı dünyada, şiir geri plana çekilmiş, dolayısıyla eskisi gibi yoğun olarak okunmamaktadır. O nedenle, kapitalizmin küresel döneminin egemenliği altındaki ülkelerde şiir XX. yüzyıldaki dirimselliğini yitirmiştir.
Buna rağmen, Türkiye, Ortadoğu, Afrika, Yunanistan, Latin Amerika, İspanya gibi yeryüzünün bazı yerlerinde dirimselliğini korumaktadır. Bizde, hâlâ çok şiir yazılıyor. Asıl olan yazılanın niteliğidir. Ortalama düzey, ortalama beğeni egemen konumdadır. Ama bugün iyi şiir yazan pek çok şair de var. Onlar çeşitli şiir anlayışlarına bağlı. İçlerinde deneysel şiir yazanlar da, epik şiir yazanlar da, imgeyi şiirin temel koyucu öğesi sayanlar da, anlatısal [narratif] tutumu öne çıkaranlar da var. Toplumsal ilgilerini koruyan şairler ile bireyselliği şiirin merkezine alan şairler bir arada şiir üretiyor. Hepsi okura ulaşıyor mu? Değil elbette; şiir kamuoyunun sınırlı bir izler-çevre olduğu görülüyor.
Ne var ki, küreselleşen dünyada şiirin giderek geri plana itildiği, hızla metalaşan roman ve öykünün [niteliği yüksek olanları ayrı tutuyorum] popüler olanın çevrenine girdiği bir yüzyılda şiir, sınırlı izler-çevreye sıkışıp kalmış durumdadır.
Türkiye’de şiirin bir başka görünümü şu: Yenilikçi bir anlayış olarak biçimselliği deneysel olanla birleştirerek yeni bir şiir kurma çabası öne çıkmaktadır. Hem yalın anlayışla hem de imgesel anlatımla çok-anlamlı bir ‘yapı’ oluşturabilmek! Şair kadınların 1980’lerden bu yana ‘eril’ söylemi yıkıma uğratmaları, varlıklarını hem yalın hem imgesel anlatımla hissettirmeleri çağdaş Türk şiirinin kazancıdır.
Enis Batur, Mehmet Taner gibi şairler de Türk şiirine modernist poetikalar katmıştır. Geriye dönüp baktığımızda 1940’lı yıllarda yazılan şiiri, Cahit Külebi’yi, Asaf Hâlet Çelebi’yi, Sabahattin Kudret Aksal’ı, A. Kadir’i, Ceyhun Atuf Kansu’yu ve Garip hareketinin şairlerini görüyoruz. Bu adların, aynı zamanda, çok farklı şiir anlayışlarının, çok farklı şiir ‘ada’larının temsilcileri olduklarını belirteyim:
Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Muhip Dranas, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi adlar Fransız şiirinin değerlerini çağdaş Türk şiirine taşıyarak bir bileşime ulaştılar. Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’in modern şiire katkılarını ve şiiri farklı tasarımlarla başka boyutlara taşıdıklarını söylemeliyim. Ahmet Haşim’in ‘Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar’ başlıklı yazısı, şiirde anlamı değil, duyulmayı öne alan poetik görüşlerini içermesi açısından önemlidir.
Şiirde asıl modernist yönelim 1950’lerden sonra yaşanmıştır. Sonraları İkinci Yeni hareketinin öncüleri olarak adlandırılan şairler, Garip şairlerinin şiirden imgeyi atan tutumlarına karşı imgeyi ve yazınsal sanatları yeniden şiire taşıyan bir poetika izlediler. Dilde soyutlamayı, kapalılığı, sözdiziminde değişimi öngören bu anlayışa Oktay Rifat [‘Perçemli Sokak’ adlı kitabı ve kitaba yazdığı yazıyla] İlhan Berk, Ece Ayhan, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever, Ülkü Tamer gibi şairler katıldılar. İkinci Yeni şairleri, Rimbaud, Lautreamont, Eluard, Char, Apollinaire gibi şairlere yakın duran bir şiir ürettiler. Eliot, Pound gibi şairleri tanıyarak etkilendiler. Bu bakımdan, gecikerek de olsa, dünya şiirinin modernist yöneliminin içindeydiler.
Modern Türk şiiri 1960’lardan sonra, daha İkinci Yeni’nin ağırlığı ve etkisi sürerken, genç şairler toplumcu gerçekçi anlayışla şiirler ürettiler. Süreyya Berfe, İsmet Özel, Ataol Behramoğlu gibi şairler öne çıktılar. Sonraları 1960 Kuşağı diye adlandırılan bu kuşağın, kendine özgü ve özerk bir şiiri olan şairleri de vardı: Kemal Özer, Sennur Sezer, Egemen Berköz ve Refik Durbaş gibi şairler de birbirinden oldukça farklı şiirler ürettiler.
1970’lere gelindiğinde Ahmed Arif ile Enver Gökçe’nin şiirlerinin değeri anlaşıldı. Sezai Karakoç’un İslam uygarlığını ve kültürünü temel alan şiirleri altı çizilmesi gereken bir boyutlanma gösterdi. Bu yıllarda Nihat Behram da şiirini kurdu. 1970’lerin genç şairleri de kendilerini 1980’lerde ortaya koyabildi. Bu gecikme 1970 döneminin özel koşullarından kaynaklandı. İmgeyi şiirin temel koyucu öğesi olarak gören 1970 Kuşağı asıl ürünlerini 1980’lerde verdiler: Veysel Çolak, Ahmet Telli gibi şairlerin bir kısmı Toplumsalcı Gerçekçi çizgisini sürdüre gelerek, bir kısmı da değişik anlayışlara yönelerek etkili oldular.
Ayrıca, 1970’lerde, 1980’lerde Can Yücel ile Hilmi Yavuz’un şiiri, çağdaş Türk şiiri içinde benzersiz bölgeler oluşturdular.
Söylemek gerek: Çağdaş Türk şiirinin dünya şiirinden temelde ayrıldığı noktalar özgünlüğünü belirler. Nedir bunlar? 1-Kendi şiir ‘geleneği’nin içinde olmak, 2-‘Yerli’ olanla kaynaşmak, 3- İnsanımızın tinselliğini yansıtmak! Bu özelliklere bağlı olarak, “izleksel genişliği ve bütünlüğü; çağdaş bir zihinselliği, yeni bir biçimi ve imge düzenini” şiire getirmiş olması da gelmektedir. Yerli ve evrensel ölçütlerin birbiriyle bütünleştiği şiirseller dünya şiiri içinde de dikkati çekerler. Dünya şiirine öykünen bir şiir kendi nedenselliğini ortaya koyamaz.
Tam da bu noktada, Attilâ İlhan’ın Divan şiiri ile girdiği bileşimi ve özgünlük arayışlarını belirtmeliyim. Turgut Uyar’ın Divan’ının, şiirinde ses ve biçim olanaklarını genişlettiğini görmekteyiz. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Türkçenin olanaklarıyla yarattığı şiir dili başlı başına incelenmesi gereken özellikler barındırır. Metin Eloğlu şiiri de farklı bir ada oluşturur.
1980 sonrası çağdaş Türk şiirinde Hulki Aktunç, Tuğrul Tanyol, İzzet Yasar, Mehmet Müfit, Metin Celal, Ahmet Erhan, Yaşar Miraç, Murathan Mungan, Ali Cengizkan, Hüseyin Ferhad, Metin Altıok, Behçet Aysan, Vural Bahadır Bayrıl, Seyhan Erözçelik, Gülseli İnal, Lâle Müldür, küçük İskender, Salih Bolat, Süha Tuğtepe, Şavkar Altınel, Ahmet Güntan, Adnan Azar ve Ayten Mutlu gibi şairlerin birbirinden çok farklı ve değişik anlayışta olan şiirselleri bir ‘mozaik’ görünümündedir. Bu şairlere Sait Maden, Cevat Çapan, Alova, Tarık Günersel gibi şairleri eklemeliyiz. Onlar da çağdaş Türk şiirinin çok boyutluluğu içinde beliren şairler oldular. [Tarık Günersel görsel-deneysel şiirleriyle, farklı bir blok oluşturdu çağdaş Türk şiiri içinde.]
Görüldüğü gibi, çağdaş Türk şiiri çok farklı boyutlar içermektedir. 1990’lardan 2023 yılına kadar pek çok şair de, ilk aklıma gelen Yücel Kayıran, Altay Öktem, Serdar Koçak, Emel İrtem, Betül Dünder, Bâki Ayhan, Gonca Özmen, Şeref Bilsel, Betül Tarıman ve Osman Çakmakçı gibi adlar da şiir üretmiştir ve üretmektedir.
Ayrıca, bu otuz yıllık süre içinde çağdaş Türk şiirine pek çok ‘genç’ şair de katılmıştır. İkinci Yeni hareketi sonrası şiirimiz de dünya şiiri içinde yazılmaktadır. Yoksulluk ve modernliğin iç içe yaşandığı, kültürün endüstrileştiği bir dönemi yaşayan bizim gibi ülkelerde şiir hâlâ dirimselliğini korumakta ve yazılmaktadır. Öyle ki, yalınlıktan karmaşıklığa, deneysel olandan imgesel olana, epistemik olandan ontolojik olana; alt kültürden beslenen şiirden etnik kökeni öne çıkaran şiire kadar çok geniş yelpazede şiirler yazılmaktadır.
Toplumsalcı gerçekçi şiirden İslamı referans alan şiire; lirik olandan epik düzleme giren şiire kadar pek çok yönelim gözlenmektedir. Söyleyiş biçimi kadar, söyleyişin yalınlığına dikkat eden; anlamı da ‘bilinmeyeni göstermeye’ yönelik olarak kuran şiirler de okumaktayız. Bugün gördüğümüz bu mozaik içinde anlamı kapalı metinler de bulunmaktadır. Dış dünyanın olgularını, nesneleri bireyin iç dökümü olarak aktaran retorik şiirseller sözcüklerin ses benzerlikleriyle kurulmaktadır.
Bu yazış biçimi, çoğu zaman ‘anlamı bilinmeyene’ taşımaktadır. Ama şu da var ki, şiiri o güne kadar bilinenin dışına taşıma çabası ‘deneysel’ şiirle öne çıkmıştır. Bu coğrafyanın, bu zaman ve mekânın biçimlendirdiği insanın tinselliği şiirlere yansımaktadır. Özgürlüklerin yok edildiği baskı dönemlerinde ‘ironi’ şiirlerin dokusuna yerleşmekte; ironi ile şiirler bambaşka bir düzeye çıkmaktadır. Can Yücel’in şiirlerindeki ironi bugün de tazeliğini korumaktadır.
Şairlerin deneyimlediği dünya gündelik dille değil, eğretilemeli [metaforik] dille dile gelmektedir. Şairlerin yaşantı ve bilinç içerikleri dile imgeler halinde yansımaktadır. Şiire ait öğelerin eşgüdümlü olarak işleyişi dünya şiirinin de geleneği içindedir.
Çağdaş Türk şiiri dünya şiirinin geçirdiği deneyimlerden geçmiş, dünya şiiri içinde yazılmıştır. Yazınsal oluş, şiirlerin temel koyucu niteliğidir. Şiir dili de çoğul bir dildir. Şiirimizin yakın tarihinin bir fotoğrafını çekerken, dünya şiirinin estetiksel düzeyinde olduğunu görmek mümkündür. Bütün uçlarıyla çağdaş Türk şiiri estetiksel değer üreten bir konumdadır ve çok yönlülüğü bugün de sürmektedir.
- Yüzyıllık şiir tarihimizde şiir toplulukları ya da bölümlendirmelere göre sizce şiir en çok hangi yıllarda itibar görmüş ve en çok hangi yıllarda itibar kaybetmiştir? Ya da yüzyıl boyunca hiç itibar kaybetmiş midir?
Mustafa Köz: Şiir, ülkede ve dünyada hiçbir zaman saygınlığını yitirmedi.. Ne bu yüzyılda ne öncesinde… Şiirin duraklama dönemleri olabilir belki. Bu dönemler de toplumsal değişimlere göre biçimlenir. Yabancılaşmanın, insanın insanın derdi değil de kurdu olduğu dönemlerde şiir, yaralı hayvanlar gibi yaralarını sağaltmak için yeni sığınaklar, yeni inler arayabilir kendine, sonra da güçlenerek çıkar oradan. Hep böyle oldu.
Metin Turan: İtibarı hangi bağlamda ele aldığımıza bakmak gerekiyor: Şairlere kıymet verilmesi noktasında ele alırsak, bunu cumhuriyetin ilk yıllarında daha anlamlı biri önemseme olarak görebiliriz. Her birinin şair etkisi farklı olan çok sayıda ismin özellikle cumhuriyetin ilk yıllarında etkin olduğunu görürüz. Bu hem kamu idaresinde hem de mecliste etkinlikleriyle kendini gösterir. Yahya Kemal Beyatlı, Mehmet Akif Ersoy, Fazıl Ahmet Aykaç, AkaGündüz,Tahsin Banguoğlu, Abdulhak Hamit Tarhan, Veled Çelebi İzbudak, Mehmet Emin Yurdakul, Celal Sahir Erozan, Ahmet Kutsi Tecer, Kemalattin Kamu, Faruk Nafız Çamlıbel, Hasan Ali Yücel, Behçet Kemal Çağlar, Ahmet Hamdi Tanpınar… görüldüğü gibi bir anda akla gelebilen çok sayıda şairin cumhuriyetin ilk yıllarında etkin görevler üstlendiklerini, bizzat yasama organında bulunduklarına tanık oluyoruz. Bu önemlidir. Şiir için önemli olmayabilir ancak şair için önemlidir. Bu yıllarda Türkiye’de kültür, sanat ve bunu daha da genişleterek söylemek olanaklı, siyaset alanında da olumlu gelişmeler olmuştur. Tek partili bir dönem olsa da teokratik yönetimden parlamenter yönetime geçiş, Anayasal kurumların varlığı, düşünsel hareketlerin zenginliği, yayıncılık etkinlikleri… İktidarın egemeni olmasalar da içerisinde görev almış kişilerdir. Bu, boyutluca, her birinin yaptığı ve yerine getirdiği işlerle değerlendirildiğinde daha bir belirginleşecektir ama kimi dönemlerde şairler daha devrimci kimi dönemlerde ise daha ehli dururlar. Şair nihayetinde kendiyle değerlendirilendir. Sözünü ettiğim isimlerin otorite ve iktidarla ilişkileri ele alındığında her birinin payına ayrı hak düşmektedir. O da edebiyat tarihçilerinin işi. Ancakdönemin kültürel hareketliliği anlamında özellikle Halkevleri dergilerinin işlevi, yerel gazetecilik ve dergiciliğin gelişmesi çok sayıda şairin varlığına sebep olmuştur. Ayrıca, 1940 yılında kurulan Tercüme Bürosu’nda Orhan Veli, Melih Cevdet Anday gibi şairlerin görev üstlendikleri ve Hasan Ali Yücel’in aynı zamanda bir şair olduğu anımsanırsa, cumhuriyetin ilk yıllarında şair iktidar ilişkisi daha etraflıca ele alınmayı gerekli kılar diye düşünüyorum.
Bugün birkaç büyük kentimiz dışında şehirlerimizin %80’inde edebiyat dergisinin olmadığı akla getirilir ve öncesinde de örnekleri çoğaltılabilecek ama benim görme ve inceleme olanağı bulduğum, örneğin 1950’lerde Nedret Gürcan’ın Dinar’da Şairler Yaprağı’nı, Kağızman’da NejatBirdoğan ve arkadaşlarının Su edebi gazetesini, Isparta’da Rahmi Altıntabak’ın Demet dergisini çıkarması da anımsanırsa bununla neleri kastettiğim daha iyi anlaşılır kanısındayım.
Sonrası için de geçerli olan bir durum, şiirin işlevidir. Şunu unutmamak gerek ki, Türkiye’de yakın döneme kadar edebiyat düşünsel hayatın da merkezi durumundadır. Edebiyatçı aynı zamanda aydın kimliği ile bir eylem insanıdır. Yazdıkları ve söyledikleri ile toplumsal hareketlerin odak noktasındadır ve çoğu zamanda bu konumuna göre değerlendirilir.
Öncesini de akla getirelim, yani Ziya Gökalp’in, Mehmet Emin Yurdakul’un hamaset de olsa şiirleriyle oluşturmuş oldukları etkiyi küçümsememeliyiz. Bu etki özellikle Nazım Hikmet’in 1930’lu yıllardan başlayarak şiirimize kazandırdığı geniş işlevle daha oylumlu bir hal almış; 1940 kuşağı toplumcu şairleri bunu genişleterek sürdürmüşler. Yine bu zenginlik Garip şiirini, ardından da İkinci Yeni’yi doğurmuştur. 40 kuşağı toplumcu şiiri ve onunla birlikte Garip şiiri olmasa, şiir üslupları biribiriyle derinlikli bir biçimde örtüşmese de aynı yönelimin adları olarak değerlendiregeldiğimiz Cemal Süreya, Edip Cansever, Turgut Uyar, Ece Ayhan, Ülkü Tamer, Ergin Günce şiiri oluşmazdı. Bunlar hep bir birikim üzerine oturan şiirlerdir. Şiirsel birikimimizin 50’lerde Attila İlhan, 60’larda Hasan Hüseyin’le başka bir biçimde şekillenmesinin zemininde de bu zenginliğin olduğunu unutmamak gerekir.
Hilmi Haşal: Cumhuriyet kurulduktan itibaren; ilk yılların gerilimi, yenilenme heyecanı sürerken, şiirin sesi, soluğu gür çıkmıştır denemez! Bu, koşulların bulanıklığından ötürü, kültür, sanatedebiyat düşünmeye asıl engel diye okunabilir! Zamanla “Ulusal Aydınlanma” girişimleri, duygu-düşünce açılımları etkin olmuş! Çağdaş bakışla örgütlenen yapılanma, eğitimin, kültürün ivme kazanmasını sağlamış büyük ölçüde… Yahya Kemal Beyatlı ile Ahmet Haşim modern şiir yolunun ilk taşlarını sermişler yol üzerine: Tanzimat sonrası düzenlemeci (reformcu) anlayış ne denli yenilik, atılım getirdi, birey ve toplum hayatına? Eserlere yansımış! Dönemin toparlanma çabalarının karşılığı alınmış, ilk sanat tohumları ekilmiştir, diyebiliriz. Şiiri okullarda ve halk evlerinde tanıtma, sevdirme girişimleri ilgi görmüş… Halk şiirinin yansımaları algılanır olmuş, sözlü şiirden yazılı şiire odaklanıp yoğunlaşmalar başlamış. Şehirlerde ve köylerde halkın okuma-yazma oranı arttıkça; Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Köroğlu, Dadaloğlu, Karacaoğlan vb. klasik söz ustalarımız bilinir, tanınır olmuş. Kuruluş dönemi şairleri adını duyurur olmuş. “Türk Şiiri” kavramlaşmış, akımlar, arayışlar, hareketler dönemi başlamıştır. (F. Nafiz Çamlıbel “Han Duvarları” ve benzeri örnekleri belleklere yerleşmiştir.) Sözün estetik gücü ya da ağırlığı, dizenin (mısranın) erdemi konuşulur, tartışılır olmuş genel kanıya göre… Akademi İstanbul’a çakılı kalmaktan kurtulmuş, başka şehirlerin üniversiteleri boy göstermiş, fen-edebiyat ve tarih bilimi, eğitimi öne çıkmıştır.
Tarihin içinde gezinenler, genellikle benzer bilgilere ulaşacak: Google hazretlerine başvuranlar, sorunuzda da zikredilen, şöyle bir sıralama ile karşılaşacaktır:
“Tanzimat Dönemi Şiiri (1860-1896)
Serveti Fünun Edebiyatı (Edebiyat-ı Cedide) Şiiri (1896-1901)
Fecr-i Ati Şiiri (1909-1912)
Milli Edebiyat Dönemi Şiiri (1911-1923)
Beş Hececiler (1914-1923)
Yedi Meşaleciler Şiiri (1928-1935)
Saf (Öz) Şiir.
Toplumcu Gerçekçiler.
Garip Akımı (Birinci Yeni) (1941)
İkinci Yeni Akımı (1950)”
İkinci Yeni sonrası dönem (1980-2000) ve ses getirememiş, örgütlenip büyüyememiş bireysel çıkışlar, manifestolar… İsim saymayalım, alınganlığa yol açmayalım!
2000 sonrasında ağırlığını koymuş bulunan, karma (hibrit) akım, gerçeküstücü artı gerçekçi örtüşmeler… Gençlerin ‘teknodil’ ve ‘pornodil’ diye adlandırılabilecek internet şiiri, “edepsiz imgeli şiir”, “İngilizce katıklı şiir”, “arabesk şiir” denebilecek türde ürünlerle beslendi, yaygınlaştı.
Daha fazla şema, listeler, özetler çıkarmadan anlatılabilir mi anlatılabilir! Şu kadarı bile kuşbakışı yeter herhalde: Dönemler, kuşaklar ya da gruplar (kümeler) adı altında bölünmeler, ayrışmalar, çekişmeler yaşanmış. Manifesto beyanları, protesto çıkışları ve ‘lanet’ sessizleşmeleri kayda geçmiştir her dönemde, her aşamada… Bilindiği üzere dünya düzeninde dönüşümler, doktrin ve ideal sarsıntıları kayıtlara geçmiş, tarih sayfalarının derkenarında yerini almıştır! Şiirimizin toplumsal kabul ve yaygınlık (itibar) bakımından yükseldiği dönem 1960-1980 aralığına denk gelen dönemdir. Örgütlenmenin ve devrimci uyanışın ivmesiyle sosyalist realizm – toplumcu gerçekçilik etkinlikleri (topluluk önünde okunan şiirler) dikkat çeker. Ünlü “Şiir Matineleri” ve coşkulu salon kalabalığı kareleri de belleklere, arşivlere yerleşmiş. Tarihi tanıklığı kayıtlıdır.
Ülkemiz şiirinin “itibar kaybetmesi” bireyselliğin ve bencilliğin (egoizmin) zirveye çıktığı 2000’li yıllarda görülür! Sonrası; kanon hegemonyası sokulur hayatın içine, kayırmacı, kolaycı bir anlayışa kavuşur. Teknolojinin olanaklarıyla şiir yayınının (paylaşımının) zirve yaptığı görülür; nicelik niteliği galebe çalmıştır. Şiirin okunması es geçilmiş, şairin şöhreti (popülizm) önemsenmiş.
Günümüze doğru gelindiğinde internette, sosyal medyada binlerce şair ve şiirleri dolaşmakta, yanı sıra toplum önünde iki elin parmaklarını geçmeyen “çok ünlü” şairler kamuyu idare etmekte. Şiir kitabı bolluğuna rağmen okunma olasılığı (gerçeği de tabi) diplerde sürünmektedir. Dergiler, elektronik (dijital) baskı tekniği sayesinde tiraj düşürmüş, internet yayıncılığı öne geçmiştir. Yıllık, mevsimlik, iki aylık, aylık diye tasniflenen yayıncılık ‘an’lık yayın/ paylaşım cambazlığı ile egemenliğini sağlamış. Ne var ki şiirin, kalemin/ klavyenin ekran ömrü yok denecek düzeye inmiş, nitelik görünümden uzaklaşmıştır.Ekonomik koşullar elbette her zamanki gibi birincil sorun!
Furkan Çirkin: Kaybetmiştir efendim, kaybetmektedir de. Şiir, insanla ilişkilidir. İnsana ilişkindir. İnsan değer kaybettikçe şiir itibar kaybeder. Bakınız, âşık sayısı hesap kitap yapan çıkarcılardan azsa şiir itibar kaybeder. Mantıklı, planlı, kapital hesabı yapan homo economicus’larla dolmuşsa her yanımız, şiir itibar kaybeder. Kısaca insanın, insan onurunun, insani duyguların en yüksek olduğu zamanlarda şiir de itibar görür toplumda. Aslında hiçbir şair ya da şiir topluluğu yaşarken tam olarak hak ettiği kıymeti görmemiştir. Yine de bundan elli yıl önce şiir, daha çok okunuyordu, bu kesin. Bundan elli yıl önce şair, daha çok itibar görüyordu toplumda. Bu dediğimden lütfen şimdiki şiiri ve şairi eleştirdiğim anlaşılmasın. Bilakis toplumu eleştiriyorum. Çok kıymetli bir şiir itibar görmüyorsa bu durum, o şiire bir şey kaybettirmez. Kaybeden toplum olur, insani duygular olur.
Koray Feyiz: Ben çağdaş Türk şiirinin her döneminde saygınlığını koruduğunu düşünenlerdenim.
Ancak, 1990’ların ilk yarısında, yeni nesil şairler -ya da önemli bir kısmı- kendisini doğrudan konuşmanın yeni bir yolunu bulma zorluğuyla karşı karşıya buldu: hazır poetika ya işe uygun değildi ya da kendisi problemin bir parçasıydı.
O dönemde olası bir çözüm olarak ortaya çıkan şiir optiği, ‘yeni samimiyet’ idi. 2010’ların ortalarından bu yana sahneye çıkan yeni nesil şairler, çoğunlukla geçmişin baskın şiirsel pratikleri tarafından değil, iktidar söylemleri tarafından şekillendirilen tamamen yeni zorluklarla karşı karşıya…
Muhtemelen pek de uygun bir şekilde ‘popülist’ olarak adlandırılmayan yeni siyasi güçler, samimiyet kavramını sadece sahiplenmekle kalmadı, aslında silah haline getirdi.
Çoğu zaman şiirde, yeni, sürekli değişen, kamu söyleminin oportünist ve büyük ölçüde ahlaksız ‘samimiyeti’ – daha da fazlası… Çünkü bu söylem çok yaygın ve savunma mekanizmaları henüz yaratılmamış ve hatta hayal bile edilmemiş.
Böyle bir durumda birden fazla strateji ortaya çıkar. Bazıları, taviz verilmiş bir samimiyet yerine özgünlük peşinde koşmayı düşünürken, diğerleri umutsuzca şiirsel ses için yalnızca başkaları tarafından değil, aynı zamanda konuşmacının kendisi tarafından da güvenilebilecek yeni bir yer arıyor.
Yeni bir samimiyet hareketinin varlığı, zihnimde bazı ilginç yansımalara yol açtı. İlk olarak, samimiyeti ve güzelliğe odaklanması bu lakaptan önce gelen şairleri düşünüyorum.
Açıktır ki, postmodern dönemin en karanlık saatlerinde bile şiirde samimiyetten bir eksiklik olmamıştır. Yine de bir hareket fikri, değişim için bir toplanma noktası, bu yaklaşımın belki de en ‘yeni’ bileşenidir.
Etiketin zamanla çıkıp çıkmadığı bu kavram ilgimi çekiyor. Her şeyden önce, duygusallık ve samimiyet arasındaki farkı düşünüyorum ve terim seçimini alkışlıyorum. Duygusallık, duygusal bir tepki ortaya çıkarmaya odaklanmaya çalışır. Samimiyet, böyle bir tepki uyandırabilecek [güzel bir şey gibi] bir nesneye odaklanmaya ve onu özgün bir şekilde işlemeye çalışır.
Bu nedenle postmodernizmde eleştirinin nesnesi -duygusal bir çekiciliğe yönelik kasıtlı girişim – duyguya değil, özgünlüğe, şeyin tam olarak yorumlanmasına bu yeniden odaklanma ile iptal edilmiştir.
Daha da önemlisi, konu samimi olacaksa boşlukta bırakılmamalıdır. Şair var olmalıdır ve onun nesneyle [ya da nesnelerle] ilişkisi de eser içinde bir biçimde var olmalıdır.
Aksi takdirde, gerçekçilikten bahsediyoruz – sanatçı görünürde hiçbir yerde olmadan bütün haline getirilmiş nesne… İlişkinin var olması gerektiğinden, samimiyet gösterme araçları her zaman duyguya kayma tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Yine de samimiyetin nihai hedefi, yazarın elini kararlılığa yönlendirebilir. Gerçekten de, bu hareketin benimsediği türden bir samimiyet olsaydı.
Yine de, bu rozeti almış bazı şairlerin şimdiye kadar incelediğim yapıtlarında, tarif edilen şey konusunda çok az dikkatlilik duygusu var. Şimdiye kadar, benzersiz bir şekilde samimi ve aynı zamanda yeni bir şeye yaklaşan, gördüğüm şair; ‘yok’ denecek kadar az.
Pek çoğu ise tam tersidir – kasıtlı bir kayıtsızlık, cüretkâr diyebilirim, bir tür hızlı konuşanlar, bir aşkınlık aracı olarak deliryuma girerler. Bu başlı başına bir ironi, kişinin düşünce ve duyularıyla kasıtlı olarak hızlı ve gevşek olan bir tür açık sözlü ilişkidir ve bu nedenle ‘samimi işçilik’ gibi değildir.
Aslında dikkatle işlenmesi gereken bir nesne varsa o da düşüncedir. Bu şekilde, postmodernizme ve post-dil-şiire karşı bu tepki, onun temel etkilerini sarsmayı başaramadı.
Vuruşlar ve ardından gelen postmodernizm ve ademi merkeziyetçilik telaşı, bazı şiirleri kelime oyununa indirgemek gibi talihsiz bir etkiye sahip oldu. Ara yazarların atölyelerinde şiirlerin en yaygın eleştirilerinden bazılarının [sıfatların veya soyut dilin aşırı kullanımının yanı sıra] duygusal olduğunu gördüm.
Yine de nadiren, günümüzde üretilen zekice ama nihayetinde önemsiz şiir tufanı olmasına rağmen, evet – bu ilginç – ama ne anlamı var? Bizim için ne ifade ediyor ve bize ne hissettiriyor?
Böyle bir riskin aslında bir risk olduğunu, şu anda içinde bulunduğumuz nispeten kısa bir sanatsal bilinemezcilik dönemine borçluyuz; aslında önemli bir şey söylemeye yürekten, utanmadan ve içtenlikle çabalayan şairlerin yüzyıllarına göre oldukça kısa.
Belki de yeni bir samimiyet hareketinin varlığıyla birlikte, bir çağın sonunun kısa işaretlerini görüyoruz.
- Geçtiğimiz yüzyılda dünyada en çok tanınan şairlerimiz kimlerdir? Ülkemizde yüzyıl boyunca en çok hangi yabancı şairler okunmuştur? Sizce şiirimizi dünyaya yeteri kadar tanıtabildik mi?
Mustafa Köz: Ne diyordu Nâzım 1961 tarihli “Otobiyografi” şiirinde? ” Yazılarım otuz kırk dilde basılır / Türkiye’mde Türkçeyle yasak” Bütün yasaklara karşın Nâzım, bir “dünya şairi”. Dün de bugün de en çok tanınan ve okunan şairimiz.
Şiirimizin tanınırlığının önündeki tek engel, çeviri sorunu sanırım. Bugün şiirimiz, dil bilenlerin artmasıyla yeni yeni çevriliyor ama çevirenler de çoğunlukla da şairler olduğundan kendi şiirlerine ilgi gösteriyorlar. Antolojiler, festivaller, ödüller filan… Oysa şiir, “mirî malı”dır. Herkesindir. İşe kendinden başlarsan iyi şairlere sıra gelmeden o “eğreti şöhret”ini de yitirebilirsin. Diyelim Unesco’nun “insanlığın kültür değerleri” içinde gördüğü Melih Cevdet Anday’ı çevirmek varken genç şairin kendi şiiriyle içli dışlı olması şiire saygısızlık değil mi? Böyle olunca da dünya, şiirimizi kötü şiirlerle biliyor. Gürül gürül akan Türkçe ırmağını tanıyamıyor.
Batı’da bu sorun akademiler yoluyla çözülmüş. Çeviri akademileri, ülkelerinin iyi şairlerini dünya dillerine çevirip şairini yeryüzünün her yerinde okutabiliyor. Bu nedenle bizim saf şiirciler, Dranaslar, Sabalar, Tarancılar, Tanpınarlar sembolist Baudelaire’i, Valery’i, Rimbaud’u, Verlaine’i erken tanıdı. Bu Fransız şairler yüzyılın en çok okunan şairleri oldular. Bu şairlerle beraber Brecht ve Neruda’nın da politik iniş çıkışlara göre bizde en çok okunan şairler olduğunu söyleyebilirim.
Metin Turan: Sorunuzu sırasıyla yanıtlayayım: Nazım Hikmet tüm dünyada Türk şiirinin en tanınan ismidir. Sadece şiirimizin değil, Türk ya da Türkiye dediğinizde, dünyanın önemlice bir bölümünde üç ismi söylerler: Nazım Hikmet, Atatürk, Nasreddin Hoca… Şair olarak, coğrafyaya göre farklılık gösteriyor ama yine de bir genelleme yaparsak Nazım Hikmet’in ardından Yunus Emre, Karacaoğlan, Aşık Veysel,Tanpınar, Dağlarca, Orhan Veli, Necatigil, Ataol Behramoğlu isimleri de dünyaca tanınan şairlerimiz arasındadır.
Türkiye şairleri de şiir okurları da dünya şairlerini seven ve onları yakından tanıma merakı olan insanlardır. Goethe, Shakespeare, Edgar Allan Poe, Lorca, Tagore, Mayakovski, Puşkin, Baudelaire, Aragon, Pablo Neruda, Rainer Maria Rilke bir anda aklıma gelebilenlerdir.
Şiirimizi dünyaya yeterince tanıtamadığımız o kadar açık ki. Çünkü bizim yazık ki güçlü bir yazar, güçlü bir edebiyat örgütümüz olmadı. Böyle bir örgütlülük olmadığı gibi, yöntemleri, kimi projelerin işlevselliği tartışılsa da varlığı henüz bir çeyrek yüzyılı bulmayan yani 2005 yılında etkinliklerine başlayan TEDA’ya kadar bireysel yürüyen bir tanıtma sürecinin cılızlığı ortadadır. Üstelik TEDA projelerinde de şiir kitaplarının önceliği kısıtlanmış gibidir. Bütün bunlara karşın belli bir tanınırlık var ise, bunda Nazım Hikmet’in çok büyük emeği ve etkisi vardır. Emeği vardır, hayattayken gittiği her yere Türk edebiyatçıların, şairlerin eserlerini de götürmüş, onların tanınmasını sağlamıştır. Örneğin, çok yakından biliyorum, Macar Radyosu’nun konuğu olduğunda ısrarla kendisinden şiirler okuması istendiğine, o dönüp “Beni her zaman bulabilirsiniz, bakın ben size Orhan Veli’den, Sabahattin Ali’den, Orhan Kemal’den, Yaşar Kemal’den söz edeyim” diye sözü edebiyat birikimimize getirmeye ve bu anlamda da tanıtmaya çalışmıştır. 1950’lerden sonra Yaşar Kemal’in, Aziz Nesin’in, Mahmut Makal’ın, Fakir Baykurt’un çok büyük katkıları olmuştur. Özellikle Yaşar Kemal başka dillere çevrildikçe ve okundukça Türk edebiyatına, dolayısıyla da şiirine de merak uyanmış; Türk şairlerin şiirleri çevrilmiş ve şiir organizasyonlarına, festivallere davet edilmişlerdir. Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat Ödülü kazanması da edebiyatımız ve edebiyatçılarımızın tanınmasında, bizlere yönelik bir ilginin uyanmasında çok etkili olmuştur.
Hilmi Haşal: Türk şiirinin Dünya şiiri içindeki yeri Nâzım Hikmet adıyla görülür kılınmıştır. Dünya şiir antolojisinde “Büyük Türk Şairi” unvanını hakkıyla taşımaktadır. Yanına Türk Şiirini temsil ettiğine kanaat getirilen yeni adlar konamamıştır ne yazık ki!
Ülkemizde yüzyıl süresince tanınmış, sevilmiş yabancı şairler var. Dünya şairleri olarak bilinenler (tümünü saymak olanaksız):Aragon, Neruda, Esenin, Mayakovski, Yevtuşenko, AnnaAhmatova, Lorca, Seferis, Ritsos,SylviaPlath, TedHughes, Rilke, Eluard, Valery, FüruğFerruhzad vd. Türkçe çevirilerinden okunma fırsatı doğmuştur.
Savaş yılları ve sonrasında dünyanın başka ülkelerindeki şairler gibi Türk şairleri de arayış, yeni söyleyiş derdine düşmüş. Dönemin, yani ideolojik çatışmaların yoğunlaştığı, sınıf bilincinin, toplumsal huzursuzluğun doruğa çıktığı ve örgütlenmenin sancılarıyla boğuşulduğu koşullar, şiir başta olmak üzere tüm sanat dallarını etkilemiştir. Geçen yüzyılın ortasından itibaren sanayi atılımlarına koşut işçi, çiftçi, esnaf örgütlenmeleri önem arz etmeye başlamış… Haliyle sanat, edebiyat, şiir odaklı örgütlenmeler dikkat çekmiştir. Uluslararası dernekler, kulüpler ile işbirliği çoğalmış. Modern Türk şiirinin varlığı (en azından) tanınır olmuş. Uluslararası etkinliklerde yer bulmaya başlamıştır. Şiirimizi dünyada tanıtma başarımız son yıllarda gözle görülür hale geldiği yadsınamaz!
Furkan Çirkin: Galiba tartışma götürmez ki Nazım Hikmet, dünyada en çok tanınan şairimiz. Diğer hiçbir şairimizin Nazım Hikmet kadar uluslararası arenada tanınırlık sağladığını söyleyemeyiz. Ülkemizde ise Neruda, Rimbaud, Baudelaire en çok okunanlardır diye düşünüyorum. Homeros ve Shakespeare tabii bir de. Sadece geçtiğimiz yüzyılın değil tüm zamanların en çok okunanları onlar. Biri Antik dönemin ve Yunan’ın yaratıcı şairi, diğeri İngiliz’in ve belki de dolaylı olarak Modern dönemin yaratıcısı. Bizdeki Yunus gibi, Yunus da Türk’ün yaratıcısı olabilir. Şiirimizi dünyaya tanıtamadık ama tanıtmaya çabalamalı mıyız emin değilim? İlgilenen zaten arar bulur. Şiir, bir ihraç ürünü değildir.
Koray Feyiz: Kimseleri bilmem ama, ben Yannis Ritsos ve Ali Ahmed Said Eşber (Adonis) hayranıyım. En çok bu iki şairi okudum. Şimdi bile dönüp dönüp okuyorum.
Bizde güçlü bir şiir geleneği yok elbette. 1920’li yıllardan 2000’li yıllara uzanan süreç, çağdaş şiirin oluşum çizgisinde farklı eğilimleri, farklı yönelimleri ortaya çıkardı. Ama bu süreçte, yeni bir şiirin oluşumundan söz etmek pek mümkün değildir. Batı’dan teknik olarak, tema olarak, düşünce olarak çok şey alındığından ortaya çıkan da tam anlamıyla bir aktarım olmuştur. Şiir, ayrıntıların toplamıdır. Bir Japon şiiri der ki: ”Bir tapınağın çanında uyuyakalmış bir kelebek. O çanın büyük sesi. Çanda o kelebeğin uyumasını görebilecek bir inceliğe sahip olmak. Şiir budur işte”.
O nedenle; yukarıda da belirttiğim gibi çağdaş Türk şiiri dünyada pek bilinmiyor. Belki yeni yeni diyebiliriz… Bu konuda değerli çevirmen ve hocam Talat Sait Halman’ın özverili çalışmaları göz ardı edilemez ama yeterli olduğunu da söyleyemeyiz.
Ancak doktora öğrencisi olduğum Londra’da bulunduğum yıllarda Nazım Hikmet’in şiir kitapları ile karşılaştığımı söylemek isterim. Pek çok kitap mağazasında Nazım Hikmet’in şiir kitapları satılıyordu ve ilgiyle okunuyordu. Özellikle “Saman Sarısı” şiiri çok seviliyordu.
Ayrıca küçük İskender’in şiirlerinin yer aldığı bir antoloji kitabı da elime geçti o yıllarda… küçük İskender hayattaydı ve İstanbul’a döndüğümde bu kitabı ona hediye etmiştim.
4) Geçtiğimiz yüzyılda sizce şiire/şaire yönelik baskı ve sansürün en yoğun olduğu yıllar ne zamandı?
Mustafa Köz: İktidarlar, anlamadıkları şeylerden korkarlar. Şiir, onlar için nedenini bilmeseler de tehlikeli ve bulaşıcı bir şeydir. Onlar, zaman zaman yükselen toplumsal hareketlerde şiirin bir eylem, bir direnme aracı olduğunu bilirler. Örneğin II. Paylaşım Savaşı yıllarını ve sonrasında Senatör MCCarty’nin “ikinci kızıl panik cadı avı” günlerini düşünün. Bu günlerde ülkede, Tek Parti ve Demokrat Parti eziyetini en fazla şairler gördü. Nâzım’ın çilesi yanında, Mehmed Kemal’in “Acılı Kuşak”, Attilâ İlhan’ın da “Fedailer Mangası” dediği şairler kuşağı hapislerden, işkencelerden, takiplerden kurtulamadı.
Yenilerdeyse Gezi Direnişi’nde, özellikle gençlerin başlatıp savunduğu “şiir sokakta” hareketi direnişin sürekliğinde erki en çok tedirgin eden eylemlerden biriydi. Bunun için de önce duvarlara yazılan dizelerin üstü kapatıldı, boyandı. Ama o boyalar, ilk yağmurla aktı gitti.
Şiir her zaman baskı görmüştür sözün kısası ancak o her cendereden apak, dupduru çıkmasını bilmiştir. Bunun için Neruda, “Şiiri kim öldürebilir ki? Kedi gibi yedi canlıdır o.
Metin Turan: Türkiye’de özellikle 1930’ların sonu dolayısıyla 40’lardan itibaren şiire ve şaire baskıların en yoğun olduğu yıllardır. Bu günümüzde azalmış gözükse de bitmiş değil. Ancak özellikle 1940’lı yılların despotik, faşizan ikliminde, 50’lerin demokrasi adına demokrasinin içinin boşaltıldığı yıllarda şiddetli bir biçimde şiir ve şairin zulme uğradığı yıllardır. Size birkaç isim sayayım ki, bu yıllarda yaşamış, yazmış ve söylemiş olsun da iktidarın zulmünden payına düşeni almamış olsun: Sabahattin Ali, Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz, Enver Gökçe, Ahmed Arif, Şükran Kurdakul, Niyazi Akıncıoğlu, A. Kadir, A. Damar (Barikat), Attila İlhan, Hasan Hüseyin….
1960’lar bir rahatlama dönemidir ama 12 Mart faşizmi yeniden düşünceye, dolayısıyla şaire zulme başlamıştır. Yazmaya ve yayınlamaya devam eden yukarıda isimlerini andığım şairler yanısıra Can Yücel, Nihat Behram, Özkan Mert, Ahmet Telli, Kemal Burkay, Ozan Telli gibi şairlerimize yönelik soruşturmalar, kitaplarının toplatılması yanında Aşık İhsani, Çırakman, Nesimi Çimen, Mahzuni Şerif, Şah Turna, Emekçi, Zamani gibi halk ozanlarının başına gelenleri anımsarsak, bu zulüm geleneğinin 1980’den sonra da hız kesmediğini, Türkiye’de iktidarın aydın yazar ve şairle kavgalı olduğu gösterir.
Hilmi Haşal: Cumhuriyet döneminde şairler ideolojik tavırları dolayısıyla çok baskı görmüştür. Edebiyat, şiir arşivlerimiz yüzlerce örnek barındırır kütüphane raflarında…1960 öncesi ve sonrasında şairler, yazarlar, gazeteciler zindanlarda tutulmuş. Şimdi 65 yaş üstü olanlar üç ayrı dönemde baskı gördü: 12 Eylül öncesi, 12 Eylül faşizmi dönemi ve güya ‘ileri demokrasi’ye geçildiği öne sürülen şu kapitalizmin din soslu yağma, talan döneminde… Toplumda açık-örtülü zorbalık fazlasıyla hissedildi, hâlâ hissedilmektedir: Şiire karşı, şaire karşı büyük düşmanlığı kendini muhafazakâr münevver veya demokrat diye tanımlayan sağcı-dinci kalem erbabından gördü ülkemiz.Kin-kan-kül silahını sözcüklerin nefret ve yok edici gücünü kullanan tavırları tarih sayfalarında kayıtlı:! Sivas katliamı sonrasında kimler ne söylemiş, nasıl vicdansızlık sergilemiş arşivden okunabilir.
Toplumun önemli sorunudur, kör-inancın yani dogmanın sanatı dışlayıcı, sanatçıyı aşağılayıcı (yaratım) etkinliğini hor görüşü. Yaşananlarla, tanıklıklarla ve geriye kalanlarla kanıtlı… İktidar çevrelerini ve nimetlerini kalkan yapıp çağdaşlığa saldırılar, amansızca hedef göstermeleri, suçlamalar, unutulur gibi değil.Sol sosyal demokrat sanat çevrelerinin sergilediği hoşgörü (tolerans) yaklaşımı gerici kesimde görülmemiştir asla… Hiç kimse kendini kandırmasın! Yaşadık gördük! Kültür, sanat “yüce”lerinin yani abilerinin himayesiyle kaynakları nasıl pervasızca talan ettikleri biliniyor, kepazelikleri zamanla ortaya serilecektir… Niteliksiz ‘eser’ çöplüğünü nasıl sanat eseri bahçesi diye yutturdukları da… İptal edilen etkinlikler, toplatılan kitaplar, yasaklanan filmler, tiyatro oyunları, yıktırılan heykeller geleceğin labirentindeki yerini almıştır.Sanata, şiire, romana ve içeriklerine katlanamama, düşmanca bakış zorbaların, yobazların sıradan halidir çünkü. Şiirin karanlığa ve kötülüğe karşı direnişi sürüp gitmektedir, sürüp gidecektir o nedenle! Baskı ve sansür insanlığın, doğanın, çevrenin, havanın, suyun talanı içindir daima. Bu gerçek hiç unutulmayacak.
Sorularınız için teşekkür ederim.
Furkan Çirkin: Şüphesiz 80 darbesi ve sonrası. Milli sosyalist diyebileceğimiz bir cumhuriyet, İngiliz kapitalizmine karşı vermiş olduğu destansı zaferden sonra küllerinden doğarken, 50’lerde sekteye uğradı. Tekrar liberalleşme, kapitalistleşme, Amerikanlaşma ve İngilizleşme içine girdi. 60 darbesi buna karşı cumhuriyetçi bir refleksti. Ama bir karşı darbe olarak Amerika güdümünde yapılan 80 darbesi, şiire de bir darbe oldu. İçine kapalı, korkak bir şiire dönüştürdü şiirimizi. 80 darbesini yapanlar, imam hatipleri açtı, batıya karşı duran tüm hareketlere hakareti yaydı, sosyalistliği biçti, aslında daha doğrusu içini boşalttı, şiiri bitirdi, en çok da şiirden korktu en çok da şiire saldırdı.
Koray Feyiz: Ne yazık ki her dönem, şiire ve şaire yönelik baskı ve sansür; yoğun bir biçimde devam etmektedir. Ben, daha fazla siyasetçi şiiri ve daha fazla şair siyaseti bilseydi, dünyanın yaşamak için biraz daha iyi bir yer olacağına inanıyorum ve haklı da olabilirim.
Siyaset ve şiir alanlarının örtüşme ve aralarındaki ilişkinin karşılıklı yarar sağlama potansiyeli vardır. Umarım bir uzlaşmaya varabiliriz.
Örneğin, İlhan Berk’in “Galile Denizi”, başıboş ve biraz anlaşılmaz bir şiir olarak görülebilir. Gerçekte, şair; Türkiye’nin toplumsalcı sorunlarına ilişkin algısını iletmek için kopuk nesir kullanır.
Benzer şekilde, Nazım Hikmet’in “Posta Güvercini”, kafesin parmaklıklarına hapsolmuş bir güvercinin sembolü üzerinden özgürlük mücadelesini anlatıyor.
Bu örneklerin her ikisi de, okuyucuların, mağdurların mücadeleleriyle duygudaşlık kurmasını ve öfkelerini paylaşmasını sağlayacak şekilde baskı ve adaletsizliği gözler önüne seriyor.
Siyasetçilerin, sadece bir kalabalığa hitap etmeyi ve bunun yerine şiirin ifade edebileceği mesajları kavramayı amaçlayan popüler popülarite dünyasından geri adım atmaları gerekir.
Siyasetçiler, şiiri; sadece konuşmalarını süslemek için kullanmak yerine, gerçekten anlamaya zaman ayırsaydı, o zaman dünya potansiyel olarak daha iyi bir yer olabilirdi.
Liderler için, eylemlerinin yaratabileceği kurbanlarla duygudaşlık kurmaları sağlanırsa, güçlerinin sahip olabileceği etkileri anlama fırsatı vardır.
Şiir, siyasetçilerin yaşamları ile etkiledikleri insanların yaşamları arasındaki boşluğa aracılık etmenin değerli bir yolu olabilir. Şu anda, şairler siyasi protestolarını ifade etmek için sayfaya çıktıkça, ilişki bir yönde başarılı bir şekilde çalışıyor.
Siyasetçilerin, sadece bir kalabalığa hitap etmeyi ve bunun yerine şiirin ifade edebileceği mesajları kavramayı amaçlayan popüler popülerlik dünyasından geri adım atmaları gerekiyor. Ancak o zaman bu mesajların siyasetin ilerlemesini nasıl etkileyebileceğini ve etkilemesi gerektiğini anlayacaklardır.
İdeal denge, şairlerin, siyasetçilerin bir kalabalığı etkilemek için konuşmalarında bağlam dışında alıntı yapmaları ve bunun yerine, şiirin etkisi için şiiri kullanacakları konusunda cesaretlendirilmeleri korkusu olmadan aracı kullanmaya devam edebilmeleri olacaktır.