Röportaj ve fotoğraflar: Neslihan Perşembe Kulakoğlu
Kitapları okurlarla buluşan uzun yılların basın emekçisi Gazeteci-Yazar-Şair Tuğçe Yerdelen, yazı yazmanın kendisi için nefes almakla eşdeğer olduğunu söylüyor

“Bir akşam vakti,/Ay henüz kızıllaşmamışken,/Gençliğim, huysuz bir yıldız peşinden,/ Koşarcasına gitti.” Tuğçe Yerdelen’in ‘Huysuz Yıldız’ adlı şiirini okuduğunuzda kendisini yaşlı bir insan zannedebilirsiniz. Oysaki Tuğçe, 30’lu yaşların sonuna yaklaşan genç bir kadın. Hayatın sürekli sınava çeken duruşunda iyi notlar almayı başarmış bir insan. Basında uzun yıllardır bir emekçi. Birçok basın emekçisi gibi o da bir dönem işsiz kaldı. İzmir’de baktı ki iş olanakları sınırlı, Reşat Nuri Güntekin’in ‘Çalıkuşu’ romanından Feride karakteri gibi Anadolu’nun bağrında bir kentte gazetecilik serüvenini sürdürdü, orada da kendini sevdirdi. Şimdi yine İzmir’de yaşıyor, gazeteci olarak çalışıyor, yazıya, edebiyata sığınıyor. Herkes gibi o da acılar çekiyor, yıkımlar yaşıyor ama gülümsemesini hiçbir zaman esirgemiyor, umudunu kaybetmiyor. Bu güleç direnişi kalemine de yansıyor. Klaros Yayınları tarafından yayınlanan ‘Bilin İstedim’ adlı şiir kitabından sonra basında geçen yıllarında yaptığı röportajların bir kısmını da Akdoğan Yayınevi tarafından yayınlanan ‘Hepsi Yaşandı’ adlı kitabında topladı. Çocukları hiçbir zaman unutmayan Tuğçe’nin yine Akdoğan Yayınevi’nden ‘Pati’nin Doğum Günü Partisi’ adlı kitabı minik okurlarla buluştu. Okur buluşmasını gençlerle, yetişkinlerle sürdüren Tuğçe, son kitabında da edebiyatla, sanatla ilgili köşe yazılarını bir araya getirdi. Şey Kitap tarafından yayınlanan ‘Hayatın İçinden Edebiyat’ adlı bu kitabının adından da belli ediyor okur olmanın, yazmanın önemini. Bu önemden yola çıkarak röportajımızı başlattık.
‘Yazmayı Fısılda’ şiirinde “…Tarihe düşürülen not,/Edinilen yeminlerin yazılı kanıtı,/Savaşların, barışların, zaferlerin yanıtı,/Edebiyatın, sanatın ve aşkın mimarı/Sümerlilerin en güzel armağanı…” dizelerinle yazının gücünü açığa çıkarıyorsun. Hayatın yıkımlarını onarmada yazının yeri neden önemli?
Yazıyla ilk buluşmamız ilkokul sıralarında; önlüklerimiz, ellerimizde kağıt, kalem ile başladı. Bazılarımız ise çok daha erken yazıya merak salıp, bir şeyler karalayarak okuyup yazmayı söktü. En ilkel haliyle iletişim kurmak, meramımızı anlatabilmek için yazmaya çabaladık, hala da çabalıyoruz. Oysaki yazmak çok daha ulvi çok daha kıymeli bir olgu. ‘Yazmayı fısılda’ şiirimi hazırlarken de yazmanın o kudretini aktarmaya çalıştım. Sadece hayatın yıkımlarında da değil, tüm o sıradalığın içinde yazı, dikili bir taş misali duruyor. Bazen yazarak derdini anlatmak ilaç oluyor, bazen sevincini paylaşmak mutluluğunun başkalarına yansımasını sağlıyor… Ömrümü kağıda, kaleme adamış birisi olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: yazı yazmak benim için nefes almakla eşdeğer. Tüm gün ya haber yazıyorum, ya haber okuyorum ya da aklımdan o haberleri geçiyorum. Yolda, otobüste, metroda hangi ulaşım aracındaysam elimde bir kitap var. Ve ben o kitabın satır aralarının arka planını zihnimden geçiriyorum. Yazı, benim için çok daha derin anlamlar taşıyor.
‘Hepsi Yaşandı’ adlı kitabındaki ‘Tarih: 13 Mayıs 2014 Yer: Soma’ başlıklı röportajın ile dokuz yıl öncesine gittim. 301 madencinin öldüğü Soma Faciası’nda bir gazeteci olarak oradaydın. Birçok önemli habere, röportaja imza attın. Soma’da bu faciayı yaşayan ailelerin durumu, kamuoyuna doğru bilgileri verme mücadelesinde yaşadığın zorluklar nelerdi?
Bu sorduğun soruya cevap vermeden önce sana ayrıca teşekkür etmek istiyorum, çünkü o anlarda bir telefon uzağımda sen vardın, bana çok destek oldun. Sevgili Neslihan, tekrardan minnetlerimi iletiyorum.
Çok çok zor zamanlar geçirdim. Soma’da madende işçilerin mahsur kaldığı bilgisi önce geldi, ardından haber müdürümle irtibata geçtim. Sonrasında ise Soma’ya yolculuk başladı. Unutulması mümkün olmayan yolculuklarımdan birisiydi. Soma’ya akşam saatlerinden varabilmiştim. Nasıl bir kalabalık… Herkes bir yerden başka bir yere koşturuyordu. Maden ocağını işçilerin aileleri, yakınları, komşuları doldurmuştu. Basında görev yapanların dışında halktan da çok sayıda kişi, yardım etmek için zifiri karanlıkta yollara düşmüştü. İnsanların yüzlerinde ve gözlerinde gördüğüm kederli yüz aklımdan hiç çıkmadı. Ara ara rüyalarımda da insanların solgun benizli, hüzünlü yüzlerini görüyorum. Çaresizlik bir yandan, ne olacağını bilmeden bir umutla bekleme bir yandan… Tarifi neredeyse imkansız, büyük bir acı… O akşam saatlerin ilerlemesiyle çekilen kederi; ailelerin, çocukların, eşlerin haykırışlarında hissettim. Gökyüzü kömür karası olmuştu, üstümüz başımız orada kim varsa kömürün, çamurun siyahı adeta bedenimize yapıştı. Plastik bir sandalyenin üstünde sabaha karşı gözlerim kapandı, biraz uyuyabildim. Dönemin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız açıklamalar yapmış, siyasiler Soma’ya akın etmişti. Halbuki yapılan açıklamaların dışında aileler, maden ocağındaki tanıdıklarının sağ-salim çıkmasını bekliyordu. Bazı çıkanlar dışarıda bekleyenlere sevinç oluyordu. Diyorlardı, “Kurtuldu” Sağlık ekipleri bir yandan, emniyet ayrı bir yandan çalışıyordu. Büyük bir facianın ardından bir şeyler yapma çabasıydı gözüken. Ben ise görevli gittiğim bu ocakta, insanların acılarını yüreğimde hissediyordum. Günler geçiyordu, ben hala o maden ocağında ailelerle dertleşiyordum. Büyük küçük demeden ağlama sesleri, feryad figan serzenişler, bazen ise ölüm sessizliği sarıyordu ortalığı. Bir ara çığlıklar kesiliyor, çıt çıkmıyordu… Bire bir her şeye şahit olurken; röportaj yapmak, fotoğraf çekmek, gerçekleşen açıklamaları aktarmak gibi görevlerimde vardı. Telefonların çekmediği, iletişim kurmakla cebelleştiğim zamanlarda yaşadım. Bulduğum bilgisayarlarda gördüklerimi yazarak aktardım. Bilgisayar yoksa ve eğer o anda telefon çekebiliyorsa arayıp, haberleri ilettim. Çarşıya inip internet cafelerde notlarımı aktardığımda çok oldu. İzmir’den Soma’ya aniden gittiğim için kolumda sadece bir çanta vardı. Çarşıya indiğim zaman kendime bir tişört aldım. Sağ olsun senin akraban bana evini açtı. Sevgili Ebru’ya da ayrıca teşekkür ediyorum. Günler günleri kovalarken Soma’da sular durulmuyor, açıklamalar bitmiyordu. Kim ne açıklama yapıyorsa, ben maden ocağından bildiriyordum.13 Mayıs 2014 yılında Soma’da yaşananlar, ne işçilerin, ne ailelerin ne de benim gibi görgü tanıklarının hafızalarından silinebilir. Tek temennim, bir daha bu tarz olayların yaşanmaması.
Sanatın, kültürel sosyal yaşamın aktif ve ünlü isimlerinin yanı sıra ‘Kadınlarımız Okusunlar’, ‘Yüzde 94 Zihinsel Engeli Sporla Aştı’ başlıklı röportajlarındaki gibi kamuoyuna hepimizin komşusu, yakını, arkadaşı olabilecek kişilerin sesini duyurdun, duyuruyorsun. Bir kişiyle bir röportaja nasıl karar veriyorsun?

Röportaj denince; Türk edebiyatın efsanesi Yaşar Kemaller, gazeteci ve yönetmen Nebil Özgentürkler, gazeteci Uğur Dündarlar gelir belleğime. Çünkü, asıl röportajı ben onlardan öğrendim. Röportajı haberin çok daha dışında tutuyorum. Onun ruhu farklı. Seçtiğim kişiler önce benim dikkatimi çekmeli. Değerli öğretmenimin bir sözü vardı derdi ki, “Okuyucuyu 9 yaşındaki bir çocuk gibi düşünün ve kullanacağız dili ona göre ayarlayın.” Mıh gibi çakılı durur bende o söz. Ne yapacaksam haber mi, röportaj mı önce o çocuğu düşünürüm. Birisiyle de röportaj yapmaya öyle karar veriyorum. Diyorum ki; neyi merak eder, neyi öğrenmek ister? Ve tabi kime neyi sormak ister? Bizden, yani içimizden birisi daha samimi gelir, kendimize daha yakın hissederiz. Eğer iyi bir dinleyiciysek de çok iyi hikayeler yakalarız. O hikayeler bazen gözümüzün önünde olur görmeyiz, kafamızı uzağa çeviririz, yanıbaşımızdakini es geçeriz. İşte bu noktada tamda yanımızdakine çeviriyorum yüzümü. Elbette önce sabırla dinliyorum. Sonrasında da kendiliğinde oluşuyor, su olup yolunu buluyor.
Okur yaşı olarak yazarken dikkat edilmesi gereken en önemli kesim çocuklar. İyi bir kitap çocukların okuma yolculuğunu hiç bitirmeyebilir. Bu yolcuğuluğun gidişatını belirlemede bakılacak, okunacak ilk kitap da çok önemli. ‘Pati’nin Doğum Günü Partisi’ adlı kitabın okul öncesi çocukların okuma yolculuğuna büyükleriyle adım atmalarını sağlayacaktır. Bu adımda hayvan sevgileri de çoğalacak, onlara karşı farkındalık kazanacaklardır. Çocuk okurlarının bu doğum günü partisine katılımı nasıl? Kitabın geliriyle yaptığın katkıyı da anlatır mısın?
Rengarenk resimlerden, cıvıl cıvıl figürlerden oluşan bir kitap ‘Pati’nin Doğum Günü Partisi’. Tüm sayfalarındaki resimler ile tek tek uğraştım. Miniklerimizin aileleriyle birlikte rahat okuyabileceği bir kitap yazmaya çalıştım. Deniz isimli bir kedim var, kitabı ona yazdığımı söyleyebilirim. Önceden de hayvanseverdim fakat kedi ile yaşamaya başlayınca onların dünyasını çok daha iyi gözlemliyorsunuz. Kitabın kahramanı bir kedi, onun penceresinden hayata bakıyorsunuz. İnsanlarla diyalogu, sokak hayvanlarıyla iletişimi, kuşlarla olan dostluğu hepsi kedinin hayatı. Son yıllarda da üzülerek söylüyorum hayvanlara yapılan şiddet çok arttı. Yazılı ve görsel basında şiddetin dozunu gördükçe içim fena oluyor. Kedi, köpek, kuş ne olursa olsun çaresiz, ne kadarcık canları var ki… Bırakın onlara el kaldırmayı, el kaldırma düşüncesi bile korkunç! Fakat insanların hayvanlara yaptığı zulüm bitmiyor. Kitapta da Pati, şiddetin son bulmasını diliyor. Çocuklarımıza hayvan sevgisini aşılmak istiyorum, onları sevelim, bizden istedikleri sevgi. Kitabın geliriyle de sokak hayvanlarına mama alıyorum. Bir nebzede olsa kedilere, köpeklere katkım oluyorsa ne mutlu bana. Bizler yani insanlar dilsiz dostlarımız, patili dostlarımızla dünyayı paylaşıyoruz. Hepimize düşen görev sokak hayvanlarına sahip çıkmak.
İnsanı hatta kendimizi tanımanın bir yolu da kitaplar. Edebiyatı kapsayan kitapların bu anlamda yeri ayrı. Bu ayrıcalığına duyduğun sevginin, saygının ürünü diyebilir miyiz Şey Kitap tarafından yayınlanan ‘Hayatın İçinden Edebiyat’ adlı kitabın için?
‘Hayatın İçinde Edebiyat’ kitabım hem ustalarımızı minnetle anmak hem de aslında yaşamımızın içindeki edebiyatı hatırlatmak için kaleme aldığım yazıların bütünü. Kökü edepten gelen edebiyatımızın yeri bende hep ayrı. Sabahattin Ali, “İnsan dünyaya sadece yemek, içmek ve koynuna birini alıp yatmak için gelmiş olamazdı! Daha büyük ve insanca bir sebep lazımdı” diyor. Ben de aynı düsturun ışığıyla ömrümüzün edebiyat ile anlamlı olduğunu dile getiriyorum. Tren yolcuğuna çıkarken, otobüs seyahatimizde yahut sıradan bir bakkal alışverişimizde bile edebiyatın yankısı var. Çünkü yaşadığımız olayların bütünü ya öykülerimizde yer almış ya da bundan sonra yer alacak. Ve seninde söylediğin gibi edebiyata duyduğum şükran ve aşkın unsuru oldu ‘Hayatın İçinde Edebiyat’
Hızın ve tüketimin egemenliğindeki bu çağda sosyal medyanın insanlar üzerindeki gücü büyük. İletişim daha çok sosyal medyadan kurulur oldu. Bu anlamda yaşanan sıkıntılarla ilgili ‘Hepsi Yaşandı’ kitabındaki ‘İç Dünyamıza Odaklanmayı Kaçırıyor Olabiliriz’ adlı Psikolog Baran Keskin ile yaptığın röportaj önemli. Baran Keskin röportajın sonunda sosyal medyada bilgi kirliliğine çare olarak; bilgiye “şüphe”yle yaklaşmanın önemine dikkat çekiyor. “Şüphe”yle yaklaşmak ardından araştırmayı, çalışmayı gerekli kılıyor. Kitleler bu durumda “atalet”i seçebiliyor. Ataletten adelete giden yolda ve böylesi bir çağda var olmanın zorluğu nasıl aşılabilir?
Teknolji çağı aslında bizlere çok imkanlar sunuyor. Günlük hayatta da kullanıyoruz, her şey bir ‘tık’ uzağımızda lakin teknolojinin hızla ilerlemesi çoğumuzda bir tembellik, bir uyuşukluk kazandırdı. Büyük bir kesimde araştırma, öğrenme elinin tersiyle itilerek, ilk gördüğüne, ilk okuduğuna inanma halini getirdi. Ancak bunun dışında benim gibi direnenler de mevcut. Gerçeğe ulaşmak için çaba harcayan, çalışan ve çalışmaktan yüksünmeyen kişiler hala var. Gustave Le Bon’un kaleme aldığı ‘Kitleler Psikolojisi’ni okumaya başladım. Kitleler çağında yaşıyoruz. Bireylerin hayat tarzı, mesleği, karakteri veya zekası ne kadar farklı olursa olsun, kollektif bir ruha sahipler. Büyük bir matematikçi ile ayakkabıcısı arasında entelektüel manada bir uçurum olabilir ama davranışsal olarak tamamen aynı veya oldukça az farklı olabiliyorlar. Bizlere düşen görev; o kitleleri oluşturan bireylerle doğrudan yahut dolaylı bir şekilde iletişime geçerek, asıl olanı aktarmaktır.
Tekrar tekrar okuduğun bir başucu kitabın var mı?
Bazı kitapları birkaç kere okudum, okumaya da devam ediyorum. Bu aynı sevdiğin bir filmi tekrar tekrar izlemek gibi. Nasıl aynı filmi izlediğinde başka tatlar alıyorsan, kitap içinde aynı durum sözkonusu. Lev Nikolayevic Tolstoy- İnsan Neyle Yaşar?, Sanat Nedir?, Victor Hugo- İdam Mahkumunun Son Günü, Michel de Montaigne-Denemeler, Oğuz Atay- Tutunamayanlar, Doğan Cüceoğlu- Savaşçı, Mış Gibi Yaşamlar-İnsan İnsana, Zülfü Livaneli-Son Ada.
İzmir’deki kültür-sanat faaliyetleri için önerileri nelerdir?
İzmir, kültür-sanat etkinlikleri arasında şanslı sayılacak illerden birisi, tabi ki İstanbul ve Ankara’yı saymazsak. TÜYAP için İstanbul’a gittiğim zaman şunu fark ettim; İstanbullular kitaba ilgili, pandemi nedeniyle iki yıl İstanbul’da TÜYAP’ın yapılmaması halkı derinden etkilemiş. İzmir’e kıyasla çok daha fazla talep vardı. 39. kez düzenlenen Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nı vatandaşlar benimsemişti. İzmir’in daha çok aşılacak mesafesi var. Sadece kitap noktasında durum böyle değil, yine İstanbul örneğini vereceğim lakin belleklerimizde yer etmesi açısından anlatıyorum. Avrasya Çağdaş Sanat Fuarı’na gittiğimde şunları gözlemledim; fuar alanının dışında, saraylar, müzeler ve çok sayıda tarihi yapı kentin içinde. Ankara içinde tiyatrolar, modern sanat müzeleri ve konserleri sayabiliriz. Elbette İzmir’de de yoğun bir tempo var, yaşayan ve varlığını hissettiren bir şehir. Fakat benim gördüğüm kadarıyla ki bu arada iyi bir sanatsever olduğumu iddia ediyorum, İzmir kültür-sanat faaliyetlerini daha cazip hale getirmeli. Etkinlikler dolup dolup taşmalı, hangi program yapılacaksa duyurusunu yoğun bir şekilde ilan etmelidir.
Edebiyatçılığın nedeniyle en çok gitmeyi istediğin ilk beş ülke hangileri?
Yıllardır en merak ettiğim ülkelerden birisi Fransız Kafka’nın memleketi Prag. Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’te rahatsızlığı sırasında Karlovy Vary’e giderek, şifalı olduğu varsayılan sudan içmiş ve burada konaklamıştır. Ayrıca gotik mimarisi ile ünlü Prag, heykelleri ile de göz dolduruyor. Açıkhava müzesine benzetilen ülkede sevgili Nâzım Hikmet’in yazıp yönettiği tiyatro oyunu Podivin sahnelendi. Prag, her şeyi ile beni çağırıyor.
İkinci merak ettiğim ülke ise İtalya. Roma, Venedik, Floransa, Milona, Napoli… Saraylar, müzeler, katedrallar, Rönesans mimarisi, neogotik mimari…
Fransa ve başkenti Paris, galiba Paris’i merak etmeyen yoktur. Eyfel Kulesi’ni yakından görmek harika bir histir diye tahmin ediyorum.
Amerika ve New York şehri, Özgürlük Heykeli, Washington Beyaz Saray.
Hollanda, Amsterdam. Fotoğraf makinesi ile Amsterdam’ın sokaklarını karelemek, ağır ağır caddelerini arşınlamak bambaşka bir duygu olacaktır.
Tuğçe Yerdelen’in bundan sonraki yaşamı için yazı-basın-hayat üçleminde hayalleri nedir?
Peşinden gitmek için insanın hayalleri olmalı. O hayaller, yaşam savaşında insanı kamçılamalı fakat realist olmaya çalışıyorum. Elbette, her şey hayalle başlar ancak içinde bulunduğumuz konjonktür yaşadıklarımızı tüm çıplaklığıyla görmemizi sağlıyor. Kendime önümde şu hedef var veya üç ay sonra şöyle yaparım ya da yapmam demiyorum. Yazıyorum, araştırıyorum ve okuyorum. Her doğan güneş ile yeni bilgiler öğrenmeyi arzu ediyorum. Bunun dışında da hayatı gözlemliyorum. Ve herkes gibi ben de var oluş sınavından geçiyorum. İlerleyen zamanlarda da yazmaya, okumaya, kısaca üretmeye devam edeceğim.