Gönül Türüt Kesim
“Okumak kendi içinde kapılar açan sihirli bir yolculuktur. Bu yolculukta yeni bir yol arkadaşına ne dersiniz!” Tamamen ücretsiz bir yolculuğa çıkmak size iyi gelmez mi?“
Sait Faik, okudukça doyamadıklarımdandır. Yeniden okuyordum, normalde kuaförde kaldıkça sıkılır insan, afakanlar basar bazen. Ama iyi bir kitap, biraz denk gelen radyo, fön makinelerinin sesi derken, nasıl iyi geliyordu okumak.
Biraz daha uzasa da şu işlemler kitabımı bitirsem derken, randevulu ikinci müşteri geldi. Hemen yanımdaki koltuğa oturtuldu. Oturur oturmaz başladı benim kuaförümle konuşmaya. Ah! Dedim ne güzel keyfim vardı, kitabımın bitmesine iki üç sayfa kalmıştı. Hiç susmuyor, fön sesinden sesi duyulsun diye olanca gücüyle bağırıyordu. Kadının sesi yıpranmış, çatallı ve garip şekilde kısıktı. İşte o yüzden daha çok bağırıyordu. Böyle olmayacaktı elimi, kitabın arasına koyup Alberto Manguel’in dediği gibi başka bir okumaya geçtim. Kitabı bırakıp kadını okumaya başladım. Zira o da okunmak isteğini yüksek sesle ifade etmişti. O yöne bakmamak duyarsızlık olacaktı.
Kafamı çevirdiğimde; saçları platin sarısı, sülün kız, çığırtkan kadının bıyıklarını almaya çalışıyordu. Kızdım, konuşuyor hala! Genç kız, kadının cümlesinin bitmesini bekliyor kadın konuştukça işini bir türlü yapamıyordu. Resmen: “Buraya gelmem bahane, konuşmak şahane!” dercesine işin uzamasını istiyordu. Dedim ki içimden “Allah sabırlar versin ailesine! Bir ömür nasıl geçer böyle!” Ardından kaşa geçeceklerdi. Ama işlem yapan kızcağız, kan ter içinde kaldı. Alnında fondötenin üstündeki ter damlasını görünce biraz rahatladım diyebilirim, duygularımda yalnız değilmişim diye.
Nihayet kaşlara geçtiler, “Orayı alma, oraya dokunma” birkaç komuttan sonra hararetle devam etti anlatmaya: “Evde dört kişilermiş. İki oğlu, bir eşi bir de o. ” Düşünebiliyor musunuz dedi üç erkek ve bir ben! Kocası sabah kuaföre göndermeden şaka yapmış. Sen döndüğünde bir evde dört erkek olacağız!
Çok anlamsız bulduğum cümleyi anlamadığım gibi, kadının kocasının da şakadan anlamadığını düşünmeye başladım. Kaşlar da bitti. Kaşlarını alan kız gibi yoruldum ben de, benim saçımı kesen kuaförle böylesine muhabbet etmesi garip bir durumdu.
Sonra kadının boynuna, saç kesimi için takılan pelerinden bağladılar. Benim saçlarıma fön çekilecekti. İncecik parmakları olan narın kız fön makinesiyle yanıma geldi. Saçımın kesimini bitiren Kuaför Resul; bir yan koltuğa, kadının yanına, geçti. Aralarında çok önceden gözlerle yapışmış bir anlaşmanın tarafları olmanın ciddiyeti bir anda çalan şarkının makamını değiştirdi. Kuaför Resul, makasları masanın üstüne bıraktı. Çekmeceden bir makine çıkarttı. Hiç susmayan kadın, sustu.
Resul, kibarca: “İstersen sadece ameliyat edilecek yeri keseyim, sonra o uzun saçlarını oralara doğru tarar hile yaparız” dedi. Kadın: “Doktor özellikle hepsinin kesilmesini istedi.” dedi “Bu ‘ur’ denen illet, kafamı sarmış. Alabildiklerini alacaklar. Resul; ilk makasla uzunca bir demeti kesti, bu ilk parçayı eline aldı, yere öylece atsa mı, kadına mı uzatsa bir an karar veremedi sonra yüzüne net bir tavır yerleştirdi. Elinin altından parça parça saçlar yere düşüyordu: sonra makineye geçti. Sanırım üç dakika, yok dört dakika sürdü. Ya da yüzyıllar… Bilmiyorum. Kadının yüzünde sadece kaşları kaldı. Bir tek kaşları…
Hiç susmayan kadın, hiç ağlamadı. Bana bakmadı. Aynaya bakmadı, yere bakmadı. Sadece masanın üstündeki tokaya bakıyordu. Derken ağlamayan kadın, dayanamadı. Kafasını kaldırdı, gördüğünü kaldıramadı ya da hiç ses çıkaramadı, tam ayağa kalkacakken bayıldı. Üçümüz birden nasıl anladık, nasıl hissettik bir şey olacağını bilmiyorum. Üçümüz birden tutuk bir yerlerinden. Resul, omuzlarından tuttu. Bir ayağından ben, bir ayağından kuaför kız. İki kişilik koltuğa uzattık kadını. Su içirdik, kolonyayla kollarını ovduk. Derken kapıdan şakadan anlamadığını düşündüğüm kocası belirdi, panikle içeri girdi. Kapıda bekliyormuş meğer. Karısına şefkatle sarıldı. Ellerini kafasına gezdirdi. Adam da keldi. Ya da o da, erkek berberinden çıkmıştı. Kadın, kendine gelir gibi olunca “Bak dört kişi olduk!” dedi.
Ben ağlıyordum hem de nasıl? Maskemi çıkardım çantamdan, bir güzel taktım, takamadım. Görme gözlüklerimi de taktım, görmemek için. Ağlayınca maskenin buharıyla iyice görünmez oldum. Ama kalbimin üstünü örtecek bir şey çıkmadı çantamdan!
Bir zaman sonra, teselli etmek, hani güzel ve olumlu bir şeyle söylemek için döndüm. Konuşamadım.
Onun yerine dua ettim. İyi olması için! Ameliyattan çıktıktan sonra oğullarına ve kocasına dönmesi için. Kaşlarını aldırmaya geldiğinde kuaför kızın tekrar alnından terler boşaltacak kadar konuşabilsin diye, artık ağlamaktan tükenmiş sesi, gülücüklerle dolsun diye, dua ettim.
Ve de kendimden utandım, iyi ki o gelmeden önce Resul’e: “Azıcık uçlarından al lütfen, biliyorsun çok seviyorum uzun saçı!” dediğimi duymamıştı. Ama ben yine de çok utandım. Kurmuştum o cümleyi. Kendimden, Resul’den, kuaförün duvarlarından utandım. Ve tabi ki en büyük utancım Rabbim’den.
Çok az şükrediyoruz biliyorsunuz değil mi! Şükredin ve okuyun her türlü okuyun! Kitap okuyun, insan okuyun, dua okuyun.
Yeter ki okuyun!