“İnsanoğlu bir suretin değil, mânânın, bir idealin,
iyinin-güzelin-doğrunun peşindedir. Geçici olan suret ile geçici olan beden ile kalıcı bir ilke arasındaki eşikte durmaktadır insan.
Bu kalıcılık, değişmezlik ilkesidir, yani mânâdır…”
İSMET YAZICI: Üç kitabın var birbirinin içinden doğan; birbirini yeniden doğuran: “Dolaylı Hayvan”, “Dünyanın Fısıltısı”, “Aynadaki Narkissos”… Ben bu söyleşiyi “Aynadaki Narkissos: Herşey ve Hiçbirşey Olarak Yüz” çerçevesinde gerçekleştirelim istedim. Kitaba verdiğin adın her bir kelimesi, zaten bizi yeterince dolaştıracak derinlikte. ‘Yüz’ün derinlerine dalarken belki kendiyle karşılaşmanın, yüzleşmenin en önemli nesnesi olan ve hem de metaforik çağrışımlarla bize yolu açabilecek olan ‘ayna’ ile başlasak mı? Gerçi ‘ayna’ ile başlamak da şöyle bir tehlike: Belgesellerde çok severim ayna kullanmayı; başlı başına bir ‘ayna’ bölümü yapmışlığım da var; ama dönüp dönüp doyamayıp, her projede bir kere daha o nesneyi kullanıp yüzleşmek isterim. Çok içine çeken, çok içinde kayıp olduğum bir nesne… Aynayı çekim için her kullanışımızda, bütün ekip, ayna karşısında yerimizi-yönümüzü karıştırır, tuhaf bir sarhoşluk haline geçeriz ve hep yapmak istediklerimiz eksik kalır; bu yüzden de bir sonraki projede, yine ayna karşısına geçmek için beklemeye geçeriz. O karşılaşma nesnesi, ardına yerleştirilen sır ile görünmezi görünür kılıp insanı yüzüyle karşılaştırırken, aynı zamanda bir gizem alanı da yaratıyor…

ERGUN KOCABIYIK: Yûnus Emre’nin, “ilim kendin bilmektir” dediği o ünlü dizesini hatırlatarak başlamak yerinde olur sanırım. Yûnus, kendini bilmeyenin okuma çabasının boş olduğunu ekler hemen ardından. Kendini bilmenin de kendini idrak, kendi hakikatini anlamak olduğunu açıklar. Ayna kendini bilmenin, kendini “okuma”nın en önemli aracıdır. Ayna bir kitaptır, Borges’in sayfa sayısı sonsuz o kitabı gibi; ya da tersi, kitap bir aynadır; yazanı, okuyanı yansıtan. Aynayı öncelikle bir tefekkür nesnesi olarak görüyorum. Ama zaman içinde o bir nesne olmanın ötesine geçmiş, bir imge haline gelmiştir. Doğrudan ona bakmaksızın ona bakmak üzerine düşünebiliyoruz. Çünkü insan düşüncesi refleksif bir düşünme, yani düşünüyor olmamız üzerine düşünebiliyoruz. Sır burada. Aynadaki imgenin kendi imgemiz olduğunu anlamamız, o imgeyi anlamlandırmamız için bilişsel bir yetiye neden başka türlerin değil de insanın sahip olduğu, bu yetiyi nasıl kazandığı bir sır. Bunun dil yetisiyle ilgili bir yönü de var tabii. Anlamak, idrak etmek dilsel bir bilinçle mümkün olabiliyor. Mistiklerin büyük bir kısmı dili aşıp ötesine geçerek hakikate erebileceklerine inansalar da, yüzümüzün veya kendimizin farkına varmamız bir dil aynası olmaksızın mümkün olamazdı. Bebeklik çağında ayna, annemizin yüzüdür. O anı hiçbirimiz hatırlamıyor. O yüzden dil öncesi evredeki bu farkına varışlar bilinçdışında kalıyor. Ayna bu bakımdan kendimizin varlığını fark ettiğimiz kadar başkasının varlığını da keşfettiğimiz bir nesne ve onu önemli kılan tam da bu: Aynada sadece kendimizi değil, başkasını da “görüyoruz”. Yani ilk ayna aslında başkasının yüzüdür. Kendimizi önce başkasının yüzünde görürüz; başkasının yüzünden görürüz. Başkası olmadan, başkasının idraki olmadan kendimize ilişkin bir farkındalık kazanamazdık. Dil ancak başkasının varlığı ile ortaya çıkar; o yüzden dil de bir aynadır. Yüz sadece bir uzuv değil, dilsel dışavurumlardır. Sadece bu kadar da değil, tüm dilsel-kültürel üretimimiz bizi yansıtan bir yüzdür, bir aynadır, bir ayna-yüzdür. Bu bakımdan insan hem aynada kendini görür hem de kültürel-düşünsel-sanatsal üretimleriyle kendini yansıtan bir ayna inşa eder. Yüz gizemlidir çünkü yüz bir aynadır. Yüz insanı kendine çeker ve yüzün labirentinde kayboluruz. Ayna bir yüze, bir labirente, bir bilinmeze açılır; gizemli bir penceredir. Kendi yüzümüzü doğrudan göremeyiz, muhakkak bir aynanın, yani başkasının aracılığına muhtacız. Öznenin özneliği, başkasıyla karşılaşmaktan doğar. Gizem burada başlıyor.

İSMET YAZICI: Mitolojide, Narkissos’un suya düşen sûretiyle ilk karşılaşması ve sonra ondan kopamayıp suya düşen sûretinden ayrılamayışını, yalnızca derin bir hayranlık ve aşk olarak mı yorumlamalıyız sence?
ERGUN KOCABIYIK: Bu miti kendine hayranlık değil de, kendine ve kendindeki başkaya yönelik merak ve bunları bilip anlama çabası olarak okumaktan yanayım. Sadece kendine hayranlık söz konusu olsaydı bir tefekküre dönüşemezdi –kaldı ki kendimizi sevmeden kendimizden gayrı olan hiçbir şeyi sevemeyiz. Narkissos’un nergis çiçeği olarak suyun kenarında yeniden doğması bir ceza değil, olsa olsa bir tür ödüldür; sonsuzlukla ödüllendirilmiştir Narkissos. Çiçek, yeniden doğmanın bir simgesidir eski çağlardan beri. Narkissos sonsuzluğu keşfetmiş, sudaki suretinin sonsuzluğa açılan bir pencere olduğunu idrak etmiş gibidir. Dünyanın yüzeyselliğinden kaçmış ve kendi derinliğine batmış gibidir. Artık kendine ilişkin sonsuz bir tefekkür içinde yaşayacaktır. Kim bunun bir ceza olduğunu söyleyebilir ki. En azından Doğu mistisizmi, Nergis karakteriyle Narkissos’u böyle yorumlamış gibi görünüyor. Mevlânâ bir beyitinde onun “örtünmüş, gizlenmiş”e hayran olup kalakaldığını söyler. Narkissos sudaki yüzünün ötesine geçmiş olmalıdır ki oraya çakılıp kalsın; kendi yüzünün çekimine bu derece kapılmak için görünen yüzün ötesine geçmiş olmak gerekmez mi?
İSMET YAZICI: ‘Sûret’ aslını ne kadar temsil eder? Yansıyan sadece fiziki bir görüntü müdür? İnsanın sadece fiziki donanımıyla var olmuş bir varlık olmadığını, bir beden – ruh bütünü olduğunu düşünürsek; yansıyan sûretinde, insan aslında bir eşik ile karşı karşıyadır diyebilir miyiz?
ERGUN KOCABIYIK: Optik bir nesne olmaktan çok psiko-optik bir nesnedir ayna. Optik bir nesne olarak ayna yüzün yüzeyiyle ilgilidir, diğeri ise yüzün gerisiyle ilgili. Zaten aynayı tefekkür nesnesi kılan da bu özelliği değil mi? Biz aynadaki suretimize baktığımızda aslında suretin ötesine bakıyoruz. Aynadaki suretin ötesine geçmeden “kendini bilme” noktasına erişilemeyeceği açıktır. İnsanoğlu bir suretin değil, mânânın, bir idealin, iyinin-güzelin-doğrunun peşindedir. Geçici olan suret ile geçici olan beden ile kalıcı bir ilke arasındaki eşikte durmaktadır insan. Bu kalıcılık, değişmezlik ilkesidir, yani mânâdır. Ben antik mistiklerin tasavvur ettikleri gibi bu mânânın verili olmadığını, bir arayış süreci içinde, bir yolculuk içinde keşfedilen değil, bu süreçler esnasında inşa edilen ve yeniden inşa edilen bir mânâ olduğunu düşünüyorum. Kendimizi yazıp bozuyoruz. Bu da arayışı bitimsiz kılıyor. Mistik yolculuk nihayete eren bir eylem değil. Yolculuğun değiştirdiği yolcu olmak güzel bir imge. Değişmezlik ilkesi bir idealdir, değişim ise hakikat. Değişimin ardındaki değişmez bir şeylerin varlığına dair bir his, bana daha ziyade insanın kendini aşma konusundaki yetersizliği, değişimden korkusu gibi görünüyor. Sorunu başka bir açıdan da ele alabilirim. Suret-mânâ ilişkisine kelime-anlam ilişkisi olarak da bakabiliriz. Kelimelerin anlamı ne kadar temsil etme gücü varsa suretin de mânâyı içerme bakımından o kadar gücü var. Dil ile hakikati ne kadar kuşatabilme gücümüz varsa suretlerin de mânâ ile ilişkisi o kadar kuvvetli. Bu konuda bir mistik değilim kesinlikle; ama beni ilgilendiren insanoğlunun bu konuda ürettiği fikirler; ben fikirlerin izini sürmeyi seviyorum.
İSMET YAZICI: Otoportre, resim sanatında önemli bir alan; sen de kitabında özel bir bölüm ayırmışsın. Otoporte aslında neyin resmidir?
ERGUN KOCABIYIK: Bundan önceki sorunu yanıtlarken büyük ölçüde yanıtlamış oldum aslında. Gerçek otoportre ressamları sureti değil, iç dünyayı yansıtabilenlerdir. Görünenin ötesine geçebilenlerdir. İnsan göründüğünden ibaret olsaydı her şey çok kolay olurdu. Bütün düşünce tarihi insanı görünmeyen yanlarıyla, gizli yüzleriyle ortaya koymanın tarihidir. Otoportrenin meselesi kendine bakakalmaktır; kişinin kendi yüzüne karşı hayranlıkla karışık şaşkınlığıdır. Otoportrede kendine bakakalmış bir Narkissos görüyorum.
İSMET YAZICI: Kitabın önsözünde “Yüze bakarken amacım, üzerindeki simgesel peçeyi kaldırıp, onu görebilmek.” diyorsun. O peçe kaldırılabilir mi; yüz görülebilir mi? Aslında bir metafor olarak kullanılan “peçe”, yalnızca fiziki bir örtü değil tabii ki kendinin ve varlığın sorgusuna başlamış, yola çıkmış insan için, her merhalede biraz daha şeffaflaşacak örtü, bir anlamda sır kaldırma sembolü. Örneğin İsis’in peçesi…

ERGUN KOCABIYIK: Peçeyi kaldırıp ardında bir yüz görebiliriz, ama kaldırdığımız her peçenin de bir yüz olduğunu bilmemiz lazım. Peçenin ardında bir Yüz var mı gerçekten, diye sordum. Bir yüz var elbette, o kadar şüpheci biri değilim. Peçeler daha çok bakanın yüzünde, yüzün peçesini kaldırmak aynı zamanda görüşümüze engel olan gözümüzün önündeki peçeleri kaldırmak anlamına geliyor. Ama büyük harfle yazılan nihai bir yüze ulaşabilmemiz pek mümkün değil gibi. Bu hakikatin niteliğinden çok epistemolojik bir sorun gibi geliyor bana. Gerçekliği ne ölçüde kavrayabiliriz, sorun burada. Zira biz insanlar bilişimizin ötesini merak ettiğimiz için bilmemizin mümkün olmadığı şeyleri bilmek istiyoruz. Algısal ve dilsel bir sınır var sonuçta gidip toslayacağımız. Bu nedenle yüzün veçheleri onun peçeleridir.
İSMET YAZICI: “Sır”, aynanın olmazsa olmazı. Seninle birlikte hazırladığımız belgesellerde de deryasına dalmaktan çok keyif aldığım bir kavram. Tasavvufî bağlamıyla biraz daha açalım bu kavramı istersen. “Sır” ve “Sûret”, neredeyse birbirinden koparılamayacak kadar kardeş kavramlar. Nasıl sır olmadan ayna yalnızca bir camdan ibaret kalıyorsa ve asli özelliğini, sûreti yansıtma özelliğini sır olmadan kazanamıyorsa, hakikate ulaşabilmenin yolu da ancak sırlanmış olmaktan geçer denir. Sır, hakikatin örtüsü, peçesi. Hakikate ulaşmak isteyenin muradı da o sırra varabilmek, örtüleri kaldırabilmek. Tabii ki bu alandaki en sihirli söz: “Allah Âdem’i kendi suretinden yarattı…”
ERGUN KOCABIYIK: Aynayı ayna yapan onun geçirgen bir yüzey değil de yansıtan bir yüzey olmasından geliyor. Başkası da bizim için bir yansıtıcıdır, bizim için bir aynadır. Yaratıcı tanrı imgesi, insanın kendini bir aynada idrak edişinin simgesel bir ifadesi gibi geliyor bana. Başkasını yaratma bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor olmalıdır; her ne kadar bu, her şeye kadir tanrı imgesine uygun görünmese de. Ama zaten tanrı her şeye kadirse başka hiçbir şeye ihtiyacı yoksa o zaman yaratmanın da bir gayesi olmazdı. Rilke’nin şiirinde olduğu gibi; “ben senin işinim, ben senin meşgalenim” diyor ve ekliyor: “Bensiz anlamını yitirirsin sen.” Yaratıcısını idrak etmeyecek bir mahlûk, yaratma eylemini anlamsız kılar. Bu imgede, Yaratıcı, bilinmeyi değil sadece kendini bilen, kendinin farkında bir yüzün aynasında, yani başkasında kendini bilmeyi arzulamaktadır. Yaratma yaratanın kendini arayış ve idrak sürecinin, kemâlât arayışının, erdem arayışının bir mecazıdır.
İSMET YAZICI: Yüzün yüz ile karşılaşması, yüzün yüz ile temasıyla yaşanılan mistik tecrübeler, İnsanın insanı aynalaması ile gerçekleşen ritüeller, hâl tecrübeleri, çok özel. Bu alanda Hurûfîlik tabii ki yalnızca bir yüz okuma tecrübesinden çok öte…
ERGUN KOCABIYIK: Hurûfîler için iki Kur’ân vardı, birisi yazma Kur’ân yani Mushaf ki bu mecazi Kur’ân’dı; asıl Kur’ân ise kâmil insanın yüzüydü, bedeniydi. Onlar “Yaratan Rabbinin adıyla oku” ayetindeki “oku” kelimesini insan vücudundaki ve yüzündeki hatların yani çizgilerin, tıpkı yazılı bir metindeki satırlar gibi okunması şeklinde anlamak istiyorlardı. Aynı şekilde “Ne kuru ne yaş hiçbir şey yoktur ki, o her şeyi açıklayan kitapta bulunmasın” veya “Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır” ya da “Zaten biz her şeyi açık bir kitapta sayıp tespit etmişizdir” ayetlerindeki “apaçık kitap”ın insan olduğunu öne sürmüşlerdi. İnsanın okunması ise tüm kâinatın okunması demekti. Zira Hurûfîlere göre insan mikrokozmos değil, makrokozmostur. Yani insanmerkezci bir bakış açıları olduğunu görüyoruz. Ancak bu fikrin başka açılımları da var. Şöyle ki: Hurûfîliğe göre harflerin telaffuzu, yani ses kalbin derinliğinden gelip ağızdan çıkan ve yaşamın ruhu olan havayla mümkündü. Bu hava, yani nefes, Yaratıcı’nın nefesinden geliyordu. Yaratılış, Kur’ân’da dendiği gibi Yaratan’ın “ol” emriyle başlamıştı. İlahi kelimelerin telaffuzu, Hurûfîlerce sözün, harfin mânâ âleminden, yani Platoncu anlamda idealar âleminden suretler, formlar âlemine inmesi, oluşun gerçekleşmesi, varlığın zaman ve mekân içinde nitelik kazanması demek oluyordu. Hurûfîlerin bu anlatımı tanrısal düşüncenin kendiliğinden akışını ve sesle cisimleşerek varlığa gelmesini, şekil almasını, açıklık kazanmasını ifade etmekte ve dil, düşünce ve yaratma eylemi arasındaki ilişki bakımından bazı önemli fikirler içermektedir. Tanrısal yaratıcılık zihinsel, ruhsal bir gücün taşması olarak tarif edilmektedir. Ses, karanlıkta çakan bir şimşek gibi uzayda yankılanır ve tanrısal fikirleri varlığa getirir. Ses bir tür arkhe’dir adeta, yani varlıkların kendisinden meydana geldiği bir temel “madde”dir. Hurûfîliğe göre dünya, Yaratan’ın nutku, nutkunun cisimleştiği bir büyük kitaptır. Aynı zamanda dünya Âdem’dir; çünkü Âdem Allah’ın varlığa bürünmüş kelamıdır. Âdem, içinde her şeyin yazılı olduğu Levh-i Mahfuz’dur. Âdem’in yüzü, kâinat kitabının nüshasıdır. Hurûfîler sesi bir tür arkhe’ye dönüştürdükleri gibi harflere de benzer bir önem verdiklerini görüyoruz. Hurûfîliğin kurucusu Fazlullah, yazıyı oluşturan Fars alfabesindeki 32 harfin ve Kur’ân’ın yazıldığı dil olan Arapçadaki 28 harfin Allah’ın sıfatları olduğunu ve ondan ayrı düşünülemeyeceğini yazmıştır. Ona göre bu harfler sonradan yaratılmamıştı. Allah’ın kendisi gibi ezelîydi. Tanrı bir dile sahipse dili de, dilindeki kelimeler de onun aklıyla birlikte ezeli olmalıydı diye düşündüğünü söyleyebiliriz. Kısacası, Hurûfîliğe göre harfler yaratılmış olan varlıklardan öncedir; yani dil, tüm modernlik öncesi düşüncede gördüğümüz gibi toplumsal uzlaşımdan doğmuş bir şey olarak kabul edilmez. Kelimeler Yaratan gibi ezelî ve ebedîydi ve O’ndan ayrılamazdı. Başka bir deyişle harfler, kelimeler aracılığıyla yaratılışın sonsuz biçimlerine varlık kazandırıyordu; dolayısıyla varlığın temel unsuruydu. Bu anlamda Hurûfîler harfleri varlıkta müşahede etmiş ve böylece varlıklarda, konuşan bir yaratıcı görmüşlerdi. Onlara göre kelâm olmasaydı, idrak ötesi olan ilahlığın bilinmesi de mümkün olmayacaktı. Bu nedenle, insanı Hakk’a götüren yol, dünyanın müşahede edilmesinden geçiyordu. Benzeri mistik, teozofik düşüncelerde doğa billurlaşmış düşünceden, sözden başka bir şey değildir. Maddi dünya, Mutlak Varlığın nutkuyla damgalanmıştır ve sözün nesneleşmesi olarak görülür. Bu yüzden doğa yazılıdır; ilahi yazıdır; görünmeyeni gösteren aynadır. Doğa, görünmeyenin yüzüdür.

Harfler, kelimeler, kavramlar, genel olarak dilsel varlıklar, düzensizlikten bir düzen meydana getiren Yaratıcı’nın, karşısında bulduğu ve hikmetiyle işleyip biçimlendirdiği malzeme gibi düşünülmektedir. Dil olmadan tanrı varlık âlemini meydana getiremez. Dilsel varlıklar, yani kelimeler, kavramlar, sesler tanrısal zihinde onunla birlikte ezelden beri var olmalıdır. Bu da sanırım Hurûfîliğin heretik olarak nitelenmesine neden olmuştur. Dilsel varlıkların yaratıcı ile birlikte ezeliliği düşüncesi çok tanrılı bir sistemde bir sorun yaratmazken tevhit ilkesinin geçerli olduğu İslamd’a sorunlu bir çokluk ortaya çıkarıyordu. Hurûfîleri tehlikeli kılan da dile bu yaklaşımlarıydı.
İSMET YAZICI: Yüzün belki de bizi en derinlere daldıran uzvu “göz”. Yalnızca bir organ olarak değil mistik tecrübelerden ve felsefi yorumlardan gidecek olursak bir başka kavramı daha hemen yanı başına ekleyip açmamız gerekiyor. O da “kalp gözü”…
ERGUN KOCABIYIK: Mistikler gözle görmenin yetersizliğine dikkat çekmişlerdir sıklıkla. Bu aslında duyu organlarımızın hakikati algılamadaki yetersizliği düşüncesiyle ilgiliydi. Göz sadece görüneni, yüzeyde olanı görüyordu. Yüzeyin gerisindekini görme konusunda yetersizdi. Bunu beden gözüyle yapamayacağına göre yeni bir organa ihtiyaç vardı. Kalp gözü veya üçüncü göz bu ihtiyaçtan kaynaklanmıştır. Modernlik öncesi dünyada beynimizin bilişsel özellikleri konusunda henüz neredeyse hiçbir fikre sahip değildik, o yüzden kanı pompalayan bir organ olarak kalbin bilişsel yeteneklerin de organı olarak tasavvur edildiğini görüyoruz; zira can, yaşamsal enerji kan içindeydi. Ancak 19. yüzyılda beynin öneminin keşfedilmesiyle birlikte kalbin yerini beyin aldı ama gizem yine de çözülmedi. Beynin nasıl çalıştığını keşfetmeye çalışıyoruz. Özetle olağandışının peşindeysek olağan araçlarla ona ulaşmamız mümkün olamaz; o zaman olağandışı organlarımızı, yeteneklerimizi keşfetmemiz gerekmiştir. Ama bu yeteneklerin verili mi olduğu yoksa bizim geliştirdiğimiz yetenekler mi olduğu ayrı bir tartışma konusu.
İSMET YAZICI: Kitabında “Yüz”ü öyle farklı açılımlarıyla ele almışsın ki… Benim en ilgimi çeken bölümlerden biri de “Kırışık Yüz” ile ilgili yazdığın bölüm oldu…
ERGUN KOCABIYIK: Yüzdeki kırışıklıklar günümüz insanı tarafından estetik cerrahi marifetiyle silinmeye çalışılıyor… Ancak bu silme işlemi yüzümüzü eski haline döndürmekten çok uzak, bütün yapabildiği herkesin suratını belli bir model temelinde birbirine benzetmek. Benzersiz kırışıklıklarımızdan, vasat bir yüz pahasına vazgeçiyoruz.
İSMET YAZICI: Çok teşekkür ederiz.
ERGUN KOCABIYIK (1965) Yüksek öğrenimini 1987’de Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nda tamamladı. Başlıca kitapları: “Aynadaki Narkissos”, “Dolaylı Hayvan”, “Dünyanın Fısıltısı”, “İngilizce Türkçe – Türkçe İngilizce Tasavvuf Sözlüğü”. Ayrıca, Annemarie Schimmel’in “Mystical Dimensions of İslam” (İslam’ın Mistik Boyutları) adlı eserini çevirerek Türkçeye kazandırdı. Çeşitli yayınevlerinde editör ve yönetici olarak çalıştı. İsmet Yazıcı tarafından TRT Kurumu için, ‘semboller – kavramlar – mana’ üzerine hazırlanan birçok belgesel serinin danışmanlığını yaptı. Danışmanlığını yaptığı bu belgeseller:
Bilincin Haritası (TRT / 2002 / 4 bölüm)
Yolcu (TRT / 2004 / 4 bölüm)
Kültürlerde Kurban (TRT / 2007 / 1 bölüm)
Saklı Kentin Sırdaşı (TRT / 2010 / 4 bölüm)
İki Denizin Birleştiği Yerde (TRT / 2013 / 3 bölüm)
Sır (TRT / 2013-2015 / 49 bölüm)
Zamanın Şahidi (TRT / 2016 / 7 bölüm )
17 yorum
http://www.ilivetocook.com
http://www.griffonplaza.com
http://www.coletivaocupacao.com
http://www.burslemschoolofart.com
http://www.bgbiznes.com
http://www.nhmoves.org
http://www.grootejonkvrouw.com
http://www.cssetrain.com
http://www.criminaljusticepapers.com
rueckbildungsgymnastik Free credit for online slots is an enticing promotion for players because they can play games without using their own money. However, there are usually terms and conditions that must be followed, such as meeting specified playthrough requirements, minimum bet amounts, and minimum withdrawal limits. Players should carefully read the promotion details before participating to mitigate risks and
towsoccerclub Try playing online slots for a fun experience without risking real money. Trial play helps you understand the rules and features of the game without any cost. Don’t forget to use trial play opportunities to assess risks and practice gaming strategies. Trial playing slots online is a good way to prepare before playing with real money
lepetitjurassien “Online slots websites with small capital offer great opportunities to enjoy gaming without spending much money, providing convenience and a variety of options, making them a good choice for those who want to have fun playing with limited funds.
“
hwtechnics Join an online slots website and enjoy the available promotions. Welcome bonuses, deposit bonuses, and new member promotions are all offered with a wide selection available! Don’t miss the opportunity to increase your betting funds and win big prizes
cerebrums Playing online slots from PG, with a focus on easily triggering bonuses, is one of the highly sought-after strategies in the online gambling industry. Generating income from playing online slots isn’t just about relying on luck but also requires strategies and knowledge of various games available for play.
bvicompany สล็อตออนไลน์เป็นเกมคาสิโนที่ได้รับความนิยมอย่างมาก เนื่องจากความสะดวกสบายในการเล่นผ่านอินเทอร์เน็ต มันมีหลายสไตล์และฟีเจอร์ที่น่าสนใจ เช่น แตกแจ็คพอต, โบนัสและรางวัลสูง, ความหลากหลายในการเลือกเกม, และกราฟิกที่สวยงาม อย่างไรก็ตาม, การเล่นสล็อตออนไลน์อาจมีผลกระทบต่อการเสี่ยงเงิน จึงควรเล่นอย่างระมัดระวังและมีความรับผิดชอบ.
technicaluk “เข้าร่วมเว็บสล็อตออนไลน์และเพลิดเพลินกับโปรโมชั่นที่มีอยู่ โบนัสต้อนรับ, โบนัสฝากเงิน, และโปรโมชั่นสมาชิกใหม่ ทั้งนี้มีให้เลือกมากมาย! อย่าพลาดโอกาสในการเพิ่มเงินเดิมพันและชนะรางวัลใหญ่
เว็บสล็อตออนไลน์มีโปรโมชั่นสำหรับสมาชิกใหม่ที่ให้รับโบนัส 100% ทำให้มีโอกาสในการเพิ่มเงินเดิมพันอย่างมากมาย เพลิดเพลินกับประสบการณ์การเล่นที่มีมูลค่าสูง
“
kingsizehtmltheme New slots website, real payouts, no minimum bets. Including more than 3000 games, trustworthy slot website Apply for membership and receive a 100% bonus.