“Gitmek Yalnızca Bir Sözcük Değil“
Söyleşi: Bayram Sarı
Editörlüğünü Yazar Evi’nden Can Gazalcı’nın yaptığı “Suskun Toy Kuşları” ve “Özgür Renkler” kitabının yazarı Sibel Güneşdoğdu ile Edebiyatist Yayınevinden çıkan son kitabı “Gitmek” üzerine konuştuk.
Bayram Sarı: Attila İlhan, “Bıçağın Ucu” metninde, “kendi roman anlayışının tek boyutlu, tek düze anlatıma dayanmadığını…” yazar. Kahramanları ve olayları okura handiyse “göstermeye” uğraştığından romanlaştırma tekniğinde, “Marksist” estetiğin imge kuramını kullanır: “Öyle bir imge kullanacaksın ki, o ‘sahnedeki’ durum; kişilerle, olayın dramatik ağırlığıyla, okurun imgelemine, renkli ve üç boyutlu olarak hemen yansıyacaktır,” der. Bazılarının yazı düzenimde ‘şairanelik’ sandığı, gerçekte bu ‘Marksist’ kaygıdır; içeriğin imgelere bindirilerek, okurun imgelemine yansıtılması!”dır. Sizin metinlerinizde de bu imgeleri görmek mümkün: “Kamış, daldığı gölden geri çekilince ter kokularıyla sarmalanmış gövdeler gittikçe katlanılmaz gelirdi.” – “Toplu taşıma araçları karnını açmış, yutarcasına içine dolduruyor insanları tıka basa. Kaynama noktasında zaman.” – “Kendini bildi bileli örtülerin altında tutsaktı eti.” Metinlerinizde kullandığınız şairane dilin ve biçemin, estetik açıdan bir kaygı taşıdığı söylenebilir mi?
Sibel Güneşdoğdu: Attila İlhan, aşkı, cinselliği, korkuyu, ölümü, ayrılığı sakınmasızca ne güzel işlemiştir. Anlatmak istediğinizin farkındaysanız, kabul görme duygusunun insanı tutsaklaştıran bağlarından, sınırlar ve itaat ekseninden sıyrılabilirsiniz. Bunun dışında ayrıksı ya da şairane bir dil oluşturmak değil derdim. Bu bir seçim değil, tarz. Öyküsünü anlattığınız her neyse içselleştirip, çok boyutlu tasvirini çizerken oluşuveren bir biçem. Ama cinselliği yazıyorsam duyduğum tek kaygı, o sahnenin büyüsünü bozmadan, yanlış yöne evrilmesine izin vermeden aktarmak olabilir.
B. S: Karakterlerinizi bir araf çizgisinden geçiriyorsunuz. Sizce, insanın gerçek trajedisi araf çizgisindeki eylemsizliği midir? Bu çizgiyi ileriye doğru geçtiklerinde kendileri adına olumlu ya da olumsuz nasıl bir eylem başlatmış olacaklar?
S.G: Arafta kalmış insanlar ilgi odağımda, ruhum onlara yakın; sorunlarının adını koyamayan, seçimlerine odaklanamayan, benliğiyle yüzleşemeyenlere… Ayrımsayamasalar da çokça birikimleri var. Farkındalık edinseler tabii ki araftan kurtulabilirler. Bir adımla, bir keşifle ışığa ulaşabilirler. Onları iki dünya arasında bırakanlar için hüsran yaratsa da kendileri adına bir kurtuluş olur diyebiliriz.
B.S: Ingeborg Bachmann, “Malina” adlı romanında şunları yazmıştı: “Kalıcı nitelikteki dağınık monologlar, geceleri ve yalnızken oluşur, çünkü insanoğlu karanlık bir yaratıktır, yalnızca karanlıklarda kendi kendisinin efendisidir ve gün ışığında yeniden köleliğine döner…” Sizin, öykülerinizdeki karakterlerin de gündüz şunu bunu yaparken, aslında kendi iç karanlıklarındaki monologları ile özgün düşünceler oluşturabilmektedirler; bu bağlamda, modernliğin şizofreniyi beslediği ve “gitmek” düşüncesini tetiklediği söylenebilir mi?
S.G: İnsan sorunlu bir varlık ve keşke kendi kendisinin efendisi olabilse. Gece ve gündüz köledir pek çok insan; haksızlığa uğramıştır, bunaltılmıştır, hep birileri ona bir kötülük yapmıştır. Bu olagelenlere kendisi izin vermiştir ama öyle ehil bir sistemle güvensizliği beslenmiştir ki edilgendir ruhu. Kısacası şizofreni, paranoya ya da türevi ruhsal bozuklukları tetikleyen durumu salt modernleşmeye bağlayamıyorum.
B.S: Sartre’ın eylem fenomenolojisine göre, eyleme geçmek dünyayı değiştirmektir. Dünyanın üstüne çöktüğü insan eyleme geçer. Bir amacı, bir ideali gözeterek dünyayı değiştirmek amacıyla eyleme geçer. Sizin karakterlerinizin eyleme geçmesinde/geçememesinde tesadüfler mi yoksa bilinçlenme mi etkili olmaktadır?
S.G: Psikoloji, edebiyatın en önemli kaynağı. İnsan doğasının gizil şifrelerini veriyor. Küçücük bir eylem iç dünyamızı değiştirir ama öykü karakterlerimin tesadüflere değil tercihlerini olgunlaştırmaya, benlikleriyle yüzleşemeye, cesarete gereksinimleri var.
B.S: Şöyle diyorsunuz: “İnsan için aynı şey düşünülebilir mi? Aldı başını gitti, yaşlıydı, hastaydı, ölecekti, olmuyordu. O ne ölüydü ne de diri, yalnızca kayıptı ve nerede olduğu bulunamadığı sürece canlı kalacaktı anısı.” Bu durum kendi yanlışlarını görmemekte ısrar eden geride kalanların tek avuntusu mudur?
S.G: Kendi düşünsel ilkelerini var edememiş insanların, bir kılıfa, bir kabuğa sarmalanma, saklanma ya da saklama durumları. Üstü örtülen her sorun, başarılamayanı yok sayarak bir rahatlama alanı açar insana…
B.S: Öykülerinizin müzikal ritmini dikkatli okur hissedecektir. Adegio ile başlayıp, andante, moderato olarak devam edip, presto ile sona eriyor, Fakat öykülerinizde allegronun eksikliği hissedilmekte. Bu eksikliğin nedeni karakterleriniz gitmeyi tercih ederek ulaşmak istedikleri bir ütopya mıdır?
S.G: Müziğin ruha şifa veren etkisi vazgeçilmezim. Öykülerime bunu aktarabildiysem mutlu olurum ki bunu önceden söyleyen olmamıştı. Dediğiniz gibi allegronun eksikliği söz konusuysa gerçekçi bir yol izlemişim; çünkü öykü karakterlerimin çoğu yaşamlarında canlı, coşkulu bir ritim yakalayamamış olanlardan. Yine de yarına dair gizli umutları var; hatta kendilerinin de tam olarak nedenini, nasılını ayrımsayamadıkları bir umut…
B.S: Geleneksel olanın dışına çıkan metinlerinizde, karakterlerinizin yaşama becerisi ile ilgili bir problemleri var ve bu, okurda hüsran duygusu yaratmakla birlikte kontrol edemediği bir biçimde kendisi için tuttuğu sessiz bir ağıta, kendi öyküsüne, kendi huzursuzluğuna dönüşüyor. Bu huzursuzluk yaşamda kaybolmakla aynı şey neredeyse ve öngöremediği bir kurgunun şifrelerini çözmek, okurda tekinsizlik duygusunu da çoğaltıyor. Sizin alışılagelmiş üslubun dışında farklı anlatım ve biçim olanaklarını sıradan olmayan okura deneyimlettiğiniz görülüyor; edebiyat çevrelerinde zaman zaman tepkiyle, şaşkınlıkla karşılanabilen bir durum bu. Onların görüp de tepki verdiği, sıradan okurunsa göremediği bu dışlanmışlık duygusunun kaynağı sizce ne olabilir?
S.G: Eleştirel bakışlarda uyandıracağı duyguları düşünerek bir üretim gerçekleştirmek, yazarın kendisine uygulayabileceği kısıtlılıktır. Varlık, evren, bilgi bağlamında sistematik düşüncelerle yola çıkmak benliğime, birikimime haksızlık olur. İmgeler ve kavramlarla kurulmuş dilse tarzla ilgili bir durum. Yazarak ruhumu özgürleştirirken yaşamın kıyısına itilerek yalnızlaştırılmış, bunu özellikle hissetmesi sağlanmış öykü karakterlerimi özgürleştirmeye çalışıyorum, onların adlandırmakta zorlandıkları yoksunluklarına, hissizleştirildikleri yerden bakıyorum; ayna tutuyorum, gösteriyorum, onlara yaşatılanın, sırtlarına yüklenenin gövdesel bir çıkıntı olmadığını, bunlardan kurtulunabileceğini… Bir kişi bile öykülerimdeki karakterlerle kendini özdeşleştirse, çıkış yolu için plan oluşturacaktır.
B.S: Oğuz Atay’ın, “Tutunamayanlar”ı, daha çok toplumun genel havasına uyum sağlayamayan, aidiyet duygusunu hissedemeyen, boşlukta savrulan insanları ifade ediyordu. Sizin karakterleriniz “sisteme” sıkı sıkıya bağlı olmayı bırakmış olmalarına rağmen, onun ürünü olmayı reddetmeyi tamamen başaramamışlar. Bu açıdan bakınca okur, yeni bir “Tutunamayanlar” kavramı karşısında mı kalmakta?
S.G: Önce ailesinin psikolojik istismarına uğramış, kişiliğini kabul ettirememiş, onaylattıramamış, kendi adına yapılmış tercihler nedeniyle; okuduğu okulu, çalıştığı işi, evlendiği eşi sevmeyen, kendi olamayan, kırık kalpli insanlarla dolu dünya. Tutunamayanlar, yalnızca bir roman adı değil toplumumuzda, psikolojik ayarlarıyla oynanmış azımsanamayacak denli büyük bir insan topluluğunun tanımı. Şöyle diyelim o zaman; gecikmeden gerçeklerle ve hayatla yüzleşelim; özgürleşelim.
