
Şairler için çocuklukları, çocukluklarının geçtiği zamanlar ve mekanlar hep özel olmuştur. O dönemler, tebessüm de yaratsa acı da verse özeldir. Belki de şiirlerinin mayasıdır. “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk hiçbir yere gitmiyor” diyen Edip Cansever değil midir? Affan dedeye para sayan Cahit Sıtkı “Hiç bitmese horoz şekerim” derken bir selam yollamaz mı çocukluğuna? “Çıkamaz çocukluğundan dışarı kimse” derken Dağlarca, yalan mı söyler? “ Sevgilim, çocukluğum” dizesiyle de Baki Ayhan T. çocukluğunun güçlü lirizmini katmamış mı şairliğine?
Şair Onur Caymaz’ın çocukluğundan bir kesiti kaleme aldığı anısını okurken dizildi bu cümleler zihnime. Caymaz, “On Beş “ adını verdiği bu anısında on beş yaşından bir dönemi anlatırken şiirle tanışma sürecini de imlemiş bizlere. “O kitabı okuma, demişlerdi.” cümlesiyle başlayan anıda şairimiz on beş yaşında ve belki de hayatının ilk sorgulamasını yapıyor. Nazım Hikmet’in kitabını okumaması gerektiğini söyleyenlere karşı sorguluyor. Ona göre dünya büyüktür ve Nazım dünyanın en iyi şairidir. Hatta o yaz –her ne kadar beğenmese de- ilk şiirini yazacaktır. Ders kitaplarını sevmeyen ve Orhan Kemal’in eserlerini okuyan şairimiz, şimdi ne üretiyorsa hep o yıllarda biriktirmiş sanki. Annesi, babası, babaannesi, evleri, Göksel abisi herkes ama herkes dokunmuş kelimelerine. Sinematografik ögelerin yerli yerinde kullanıldığı bu anıyı okurken edebiyatın hayatta nasıl karşılık bulabileceğine bir kez daha tanık oldum. Çocukluğunun yoksul, sade, sıradan insanlı, samimi dünyasını travmaya dönüştürmek yerine yazıya dönüştürmüş Onur Caymaz. On beş yaşında bıyıkları yeni terlemeye başlayan Onur, o yıllarda örmüş imge duvarını.
Edebiyatçıların özellikle şairlerin çocukluk ve gençlik yılları ile ilgili bir şeyler okuyunca onların eserleri ile çok daha farklı bir bağ kuruyorum. Sanki o şaire ait bir yapboz var zihnimde ve şiirlerini okumakla tamamlayamıyorum yapbozu. İllaki yaşamlarından kırıntılara ihtiyaç duyuyorum. Ben de böyleyim işte. Birazdan metne son şeklini vereceğim. Sonra da Onur Caymaz’ın birkaç şiirini farklı bir duyuşla tekrar okuyacağım. Schubert eşliğinde.

On Beş – Onur Caymaz
O kitabı okuma, demişlerdi.
Peki niye? Dünya büyüktü ve Nâzım Hikmet, 15 yaşındaki Onur için bu dünyanın en iyi şairiydi. Yüzüme hafiften tüyler yürümüş, sakallarım çıkacak. Şaşırıyorum. Aynanın karşısına geçip kirpiklerimin uzunluğuna bakıyorum. Anneannemin komşusunun gözlüklü kızı, kirpiklerimin uzun olduğunu söylemişti. Bazı geceler uyuyamadığım vakit içimdeki sesleri dinliyordum. Yastığıma sıkıca dayadığım kulağıma kalbimin atarken çıkardığı ses geliyordu, duyuyordum. Kimileyin sebepsiz bir korku, kimileyin tuhaf bir sevinç.
Annem beni yaz tatilinde eczaneye çırak veriyor; bıyıklı, uzun boylu bir kalfa var orada. Benden yaşça büyük ilk arkadaşımdır: Göksel Abi. Eczanenin hemen yanında bir musluk tamircisi var, fıldır fıldır kara gözlü, esmer, kel bir usta; bir gün, yaşı benden de küçük çırağını sokak ortasında evire çevire dövüyor. Kaldırıma oturup için için ağlıyor çocuk. Göksel abi de bunu görüp girişiyor muslukçuya. Tüm kavgalardan çok korkuyorum. Kırmızıdan bozma bıyıkları var Göksel Abinin. Canı sıkıldıkça bıyıklarını ısırıyor. Benim bıyığım yok.
O kitabı okuma demişlerdi, yaramaz o.
Sanki birileri arkamdan gizli gizli konuşuyor hep. Gülüyorlar. Ayağımdaki ayakkabılarla alay ediyorlar sanki. Rengi sarıya çalan, burunları hafif kıvrılmış ayakkabılar; çok utanıyorum onlardan. Okula giderken giydiğim o gri pantolonun altında berbat görünüyorlar. Solgun bir çocuğun, eskiyip duran, artık iyice anılarda kalmış, uzak yazları.
Eğer kışsa, akşamüzeri okuldan eve dönerken, hava iyice kararmış oluyor. Kurtuluş Caddesi üzerinde Göreme Muhallebicisi var. İçerde hep çorba içen yalnız adamlar oluyor, keşkül yiyen bir iki kişi. Param yetse ben de gideceğim; tek başına bir yerlerde bir şeyler yemek güzel. Çok sonra, Kalbin ve Tenin Bütün İstekleri diye bir öykü kitabı yazacağımdan, o kitapta bunları anlatacağımdan haberim yok henüz. Yazmaktan çok okumaya âşığım. Ders kitaplarından nefret ediyorum. Orhan Kemal’i tanımışım: Arkadaş Islıkları, Avare Yıllar. Sanki yazılan her satırda, her şeyi ben paylaşıyorum, sanki satırların arasında, harflere sıkışmış çocuk benim. Ödenecek borçlar yok henüz, görülecek hesaplar, yiten arkadaşlar yok daha.
Hadi yine yaz olsun, güneş acımadan geçsin apartmanların arasına sıkışmış Kurtuluş’un daracık sokaklarından. Kınalıada diye bir yer olduğunu öğreneyim babamdan. Göksel Abi ile öğlen yemeğimizi eczaneye söyleyelim. Kıymalı patatesin yanında mutlaka sütlaç olsun. Az pirinçli, az sütlü, bol tarçınlı; az müşterili lokantaların sütlacı.
O yaz, bir bakmışım ki şiir yazmışım! Nasıl oluyor?
Evimizin, genelde kapısı kilitli duran, misafire ayrılmış salonundayım. Pencereden, eski bir sokak lambası görünüyor. Geceymiş, herkes tatlı bir uykuda. Konuş ey hafızam, anlat bunları. Yanımda okuma dedikleri Nâzım’ın kitabı, şiirime dalmışım, elimde kurşun kalem, yere uzanmışım, önümde kareli harita metot defterinden kopartılmış bir sayfa.
Sokak lambasının aydınlığı yetiyor. Dizelerimin arasında, kimseyle konuşmadığım için çoktandır unuttuğum sesimi aramaya başlamışım. Kendime bir ses arıyorum. Oturduğumuz apartmanın alt katındaki düğün salonundan “vur kazmayı kazmayı, vur çapayı çapayı” diye inleyen kötü bir şarkı duyuluyormuş. Evimiz biraz rutubetlidir, yorgun bir küf kokusu incecik bir sümbül kokusuna karışıyor, başım dönüyormuş.
O zaman, karanlık salondan, oturma odasındaki saatin tıkırtılarını duyuyorum. Susamışım. Gizli gizli şiir yazıyorum ya mutfağa giderken koridordan biri çıkıp boğazıma yapışacak sanki. Rüzgârları özlüyorum. Gecelerin boğucu, yapış yapış sıcaklığı. Pencereler, duvarlar terliyor sanki, sıra sıra dizilmiş bodur apartmanlar.
Bazen önümden kalorifer dairesinden çıkıp apartmana yayılan o acayip böceklerden biri geçecek gibi oluyor. Üzerindeki kareleri sayarak uyumaya çalıştığım halıya dalıp gidiyorum, yazdığım dizeyi beğenmeyince o garip şekillerden adalar yapıyorum kendime.
Mutfağa gidiyormuşum. Su içeceğim. Ayaklarım çıplak, içim üşüyor; yatağa yattığımda pikemin, yastığımın yatılmamış, dokunulmamış soğukluğu içime yayılıyor sanki, ürperiyorum. Ürperiyorum derken aslında “peri” dediğimi de fark ediyorum. Seslerin içinde sesler var. Mutfağa geçerken apartman aralığının penceresinden, birkaç kuşun çatıdaki gurultusu duyuluyor. Babaannemin horlamasını, uyku kokan odaları, babamın yorgun yüzüne, annemin korktuğu için hep açık bıraktığı tuvaletin ışığının vuruşunu nedense hiç unutmadım.
Ülserli babam ki artık yaşamıyor, az önce kalkıp yemek yemiştir: Bunu mutfaktaki masanın üzerinde düşmüş karpuz çekirdeklerinden, masa örtüsünün çiçeklerine damlamış karpuzun kan kırmızı suyundan anlıyorum. Buzdolabının sokak lambasını andıran buz gibi soğumuş cam şişeden kana kana içiyorum suyumu. Bir an, bu şişeyi sıkıca tutamazsam ne olur diye düşündüm. Gece vakti çıkacak gürültüyü hayal ederdim. Canımın ne kadar acıyacağı sonra aklıma gelirdi. Nedense öncelikle önemli olan, kimsenin uyanmamasıydı… Kimsenin.
O kitabı, okuma, demişlerdi.
Şiir bitiyor, açıyordum yarım bıraktığım sayfayı.