Göz İzi’nde bu sefer Şair İsmail Cem Doğru’yu ağırlıyorum. Hırsızlık kavramının merkezde olduğu bu anı, İsmail Cem Doğru’nun ironik ve eğlenceli anlatımıyla inceden bir sızı bıraktı zihnimde. Kahramanımızın, üniversitede hem okuyup hem çalıştığı zamanlar. Arkadaşlarıyla bir arada oldukları hafta sonu kahvaltılarında heyecan ve hazla anlatılan çalma hikayeleri Doğru’nun üzerinde psikolojik baskı yaratır. Öyle ki bu hırsızlık maceraları bir çeşit rüştünü ispat etme düzeyine varmıştır. Yoksunluk içinde okumaya çalışan bu gençler; işi, onları açlıkla terbiye eden bu sistemle dalga geçer bir duruma büründürmüşlerdir. Durum böyleyken bulunduğu grup içinde hırsızlık yapmayan tek kişi İsmail Cem Doğru kalmıştır. Üzerindeki bu mahalle baskısına dayanamayan Doğru da hırsızlık yapmaya karar verir. Anının bundan sonrası gerçekten çarpıcı bir şekilde devam ediyor. Gelelim benim anıda okuduğum noktalara. Anılar, edebi özelliğe sahip olmalarının yanı sıra toplumsal bellek oluşturma açısından da önemli belgelerdir. 90’lı yıllarda zorluklar içinde yaşayan bir üniversite gençliği… Sistemin eksikleri, açlıkla sınanan gençler… Bu durumun günümüzde de geçerliliğini koruduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Elbette hiçbir durum hırsızlığı mazur göstermez, kalkıp da çalma güzellemesi yapacak değilim ama ortadaki gerçeğin de altını çizmek gerekir. Değinmek istediğim diğer bir nokta da “sürü psikolojisi”. Çalmak zorunda olmadığı halde arkadaşlarının yanında eksik kalmamak için hırsızlık planları yapan şairimizin davranışı bana bu kavramı çağrıştırdı. Aslında yapmayı doğru bulmadığı bir davranışı, sırf “herkes yapıyor üstelik cesaretle yapıyor” argümanını geliştirerek denemeye kalkışması yüzünden böyle düşünmüş olabilirim. Belki de düzensiz düzene bir tavır alma opersyonu olarak da okunabilir.
Ekonomik faaliyetlerle suç arasındaki ilişki edebiyattan felsefeye, hukuktan sinemaya birçok alanda kendine yer bulmuştur. Tolstoy’un Diriliş adlı eserinde, yoksullukla mücadele eden Katyuşa en sonunda fuhuş yapmak zorunda kalır. İnsanın içinde bulunduğu ekonomik koşullar, onu suça itebilir. Burada suçun önüne geçmek için koşulların iyileştirilmesi gerekir , şeklinde okuma yapılabilir.
Aynı konuya Türk sinemasından da bir örnek vermek isterim. Ertem Eğilmez’in 1973 yapımı Canım Kardeşim filminde de Kahraman, ağabeyi ve ağabeyinin dostu Halit, yokluk içinde bir yaşam sürmektedirler. Yoksulluklarına rağmen bir şekilde mutlu ve iyimser kalabilmeyi başaran üçlünün tüm hayatları Kahraman’ın kanser olduğunu öğrenmeleriyle geri dönüşü olmayan bir biçimde değişir. Abi ve arkadaşı, sayılı günü kalan Kahraman’ı mutlu etmek için son isteği olan televizyonu çalarlar. Ertem Eğilmez’in; Tarık Akan, Halit Akçatepe, Kahraman Kıral, Metin Akpınar, Adile Naşit, Kemal Sunal gibi sinemamızın değerli oyuncularını yanına alarak çektiği bu film de dönemin yokluk panoramasını gözler önüne sermiştir. Bu cümleleri yazarken filmin müziğini yapan Cahit Oben’in o enfes ezgisini duyar gibiyim. Bütün bunlara rağmen ekonomik durum ve hırsızlık arasında sabit bir ilişki olduğunu düşünmüyorum. Sosyal olaylar çoğu zaman karmaşık ve çok nedenli ilişkilerle açıklanır dolayısıyla bütün olarak değerlendirmek gerekir. Ben İsmail Cem Doğru’nun anısı üzerinden hareket etmeye çalıştım.
Anının adından da anlaşıldığı gibi acemice bir girişim hüsranla sonuçlanır. Bunun üstüne haksızlıkla karşı karşıya kalan şairimiz, kapitalist bakışın hışmına da uğrar. Okurken Romalı Filozof Marcus Aurelius’un “Kanunlar, örümcek ağlarına benzerler; küçük sinekler yakalanır, büyük sinekler ağı delip geçerler.” sözünü hatırladım. Sırf kendine ve arkadaşlarına cesaretini kanıtlamak için giriştiği eylem, onun ruhunda yeri olmayan bir eylemdi. Belki de Raskolnikov’un haksızlığa ve eşitsizliğe gösterdiği refleksin, şairimizdeki başka bir tezahürüydü.
Acemi Hırsız / İsmail Cem Doğru
Öğrenci olmanın en keyifli yanı yoksunluğun görüş mesafesini bazen daraltıp bazen aşması değil midir? Doksanlı yılların devlet yurdu olanaklarıyla öğrenci gelirleri birleştiğinde ortaya çıkan hüzün yüklü resim, içinde farklı hazlar da barındırıyordu. Çünkü sahip olunanları yitirmek gibi bir kaygıdan çok, uzaklarda mide ve vücudun diğer organlarıyla kurulan ilk senkronize ses örgütlenmelerine tanıklık etmek durumunda kalırsınız. Yaş aldıkça vücudunuzun çıkardığı ve eşinizin etrafa alay ederek anlattığı çok sesli senkronize gürültünün temelleri genellikle öğrenci yurtlarında atılmış olur.
Yoksunlukla herkesin baş etme yöntemi farklı oluyor doğal olarak. Bu anlamda yaratıcılığının sınırlarını zorlayan buluşlar herkesin geleceğiyle ilgili fikirler verebilir. Sürekli borç isteyip ödemeyenler, ilginç yöntemlerle para kazanabilecek beceriyi gösterenler, benim gibi ağır koşullarda çalışıp para kazananlar, burs peşinden koşup başarılı olanlar en sık rastlanan örnekler olarak karşımızda duruyordu. Ama radikal uygulamalar da yok değildi.
Yurtta en sevdiğim zaman dilimi hafta sonları bir grup arkadaşımla bir arada kahvaltı edebildiğimiz zamanlardı. Herkes zulasından çıkardıklarını kocaman bir masada birleştirir ve beraber kahvaltı edilirdi. Ama en keyifli anlarda dahi can sıkıcı ayrıntıların sizi bulmasını kaçınılmaz olabiliyor. Çünkü o keyifli zaman diliminde bile canımı sıkmayı başaran birkaç kişi her zaman olurdu. Dört kişilik bir grup her pazar sahildeki marketten çaldıklarını bizlerle paylaşırken hırsızlık maceralarını heyecanla anlatırlardı. Oysa ben o masaya koyduklarımı parasını verip alıyordum ve onlar konuştukça kendimi kötü hissediyordum. İş öyle bir noktaya geldi ki aldıklarımın parasını ödediğim için kendimi suçlu hissetmeye başlamıştım. İlerleyen zamanlar grup içinde marketten bir şey çalmadan o sofraya oturan tek kişiyi teselliye muhtaç hale getirecekti.
Öğrenciydik ve cebimizdeki paranın geçinmeye yetmesine olanak yoktu. Çaldıkları şeyleri öyle geçinmelerine yardımcı olsun diye çaldıklarını söylemek de mümkün değildi. Biri üçgen peynir çalıyordu, öteki salam. Bir diğeri cebine yumurta atıyordu. Hatta o yumurtalardan birinin cepte kırılmışlığı bile vardı. Hangi yumurta tava yerine cepte kırılmak isterdi ki.
Bir yandan onları açlıkla terbiye eden sistemle alay etmenin hazzını yaşıyor, diğer taraftan eğleniyorlardı. Ama beni bunalıma soktuklarının farkında değillerdi. Bu üzüntü ve baskıya bir son vermek zorundaydım. Ben de bir şeyler çalabilirdim. Salam çalmak dediğin şey bir grup hıyarağasının yetkinlik sınırlarına giren ve kendini Arsen Lüpen sanan şuursuzların tekelinde olan bir etkinlik değildi ki. Üstelik ben etkinliği sadece çalmakla sınırlamayıp öyle ayrıntılarla süslerdim ki yurtta uzun süre konuşulurdu. Kendimi böyle motive ediyordum. Ama cebimde param varken çalmak için kendimi bir türlü ikna edemiyordum. Sonuçta öğrenci de olsam asgari ücretli bir çalışandım.
Şirketlerin maaşları elden ödedikleri bir dönemdi ve o gün maaşımın tamamını cebimdeydi. Operasyonu başlatmak için doğru bir gün olup olmadığı tartışılsa da benim sabrım kalmamış, canıma tak etmişti. Bugün o yurda bir şey çalmadan dönmeyecektim. Bugün işlemediğim tüm günahların acısının çıkacağı bir güne dönüşmeliydi. Herkes belediye otobüslerinin haracını yiyormuş gibi böbürlenirken otobüslere bir defa bile bedava binilememiş zamanların, kopya kariyerini bilimsel keşiflere imza atmış gibi anlatan ruh hastalarına inat kopya girişiminde bulunulamamış sınavların acısını çıkarmak için bugün bu marketi talan edecektim. Raflarda hiçbir şey bırakmayacak, marketten yurda döşediğim boruyla her gün marketi yeniden ve yeniden soyacakmış gibi bir duyguyla marketin kapısına kadar yanaşmıştım. Kapıdan içeri girerken kendimi yeterince hırslandırmış ve cesaret yükünü koltuğumun altına almıştım. Ancak o cesaret yükü çok hacim büyütmüş olacak ki marketin kapısından girmeyince dışarıda bırakmak zorunda kaldım. Zira böylesine büyük bir marketi ilk defa görüyordum. Uzun süre gezdiğim reyonlar arasında öyle büyülenmiştim ki çıkmak istemiyordum. Sanki bir marketin reyonları arasında değil de dünyanın en büyük arkeoloji müzesini dolaşıyormuş gibi bir ruh haline bürünmüştüm. Yine de dışarıda bıraktığım cesaretin şiddetini anımsamak ve beni bekleyen göreve odaklanmak zorundaydım. Market arabasıyla reyonlar arsı yolculuk yaparken bir parça eşya koyup sonraki reyonda onu geri bırakıyordum. Sonra çalmaya karar verdiğim bir eşyayı cebime atıp yoluma devam ediyordum. Diğer reyonda cebimdeki parçayı çıkarıp bir başkasını cebime atıyordum. Ne bir şey alabiliyordum ne de ne çalacağıma karar verebiliyordum. Bu şekilde markette yaklaşık bir saat zaman geçirmişim. Haliyle bu saçma sapan halim tüm market çalışanlarının dikkatini çekmişti. Ama asıl önemlisi market yetkilileri işleri güçleri kalmamış gibi ne çalacağına bir türlü karar veremeyen o acemi hırsız adayını güvenlik kamerasından da izliyorlarmış. Tabi bunu fark etmek de olanaksızdı. Sonunda bir jöle çalmaya karar vermiştim. Bu olayı yıllar sonra anlattığım herkes işime yaramayacak bir şeyi neden çaldığımı sorup durmuştu; siz de merak etmiş olabilirsiniz. İnanması zor ama, o zamanlar on dokuz yaşındaydım ve rüzgarın tozunu alırken yükümlülüğünü yerine getirmiş olmanın sevinciyle gözlerimin önüne düşen büklümleri sözcükleri kıskandıran saçlarım vardı ve üstelik uzundu. Dolayısıyla bir jöle çalmam anlaşılmaz bir şey sayılmazdı. Tedbir olarak küçük boy jöleyi cebime atmış, ama kasaya yaklaşık çalmaya çalıştığım jölenin elli misli edecek malzemelerle yönelmiştim. Bir jöle çalabilmek uğruna, benim gibi biri için neredeyse servet sayılabilecek bir meblağ ödeyecektim.
Kasaya yönelirken yurttan içeri gururla gireceğim anı düşünüyordum. Bu jöle zafer çığlıklarımın tanığı olacaktı. Ben de çalmıştım, ben de başarmıştım. Bu duygularla kasaya yaklaşırken kalbim içeride diğer organlarla köşe kapmaca oynayarak beni destekleme telaşına düşmüş, böyle bir duygu sağanağı altında bana öfkeli gözlerle bakan bir güvenlik görevlisinin de benimle eş zamanlı olarak kasaya doğru yöneldiğini fark etmiştim. Ama bana babasından yadigâr bir çömlek altını çalmışım gibi bakan o kişinin tavırlarını da önemsersem şimdi her şey bitebilirdi. O jöleyi bir kenara bırakıp ilerleyebilirdim ama yapmadan kasaya yönelip çalmadığım ürünlerin ödemesini yapmıştım. İki poşeti dolduran malzemelerle çıkarken üç güvenlik görevlisi önümü kesmiş, beni nazikçe güvenlik odasına davet etmişlerdi.
Uyanmak istiyordum. Ya da gece temizlik yaptığım otelde uyuya kalmış olmayı diliyordum. Birazdan şeflerden birinin beni uyandırıp işime son vermesi gibi bir umudum da vardı. Ama ne bir uyandıran oldu ne de işime son veren. Güvenlik odasının parmaklıkları ıssızdı. Müebbet vermeselerdi bari.
Beni odaya alan güvenlik görevlisi ceplerimi boşaltmamı rica etmişti. Ancak cebimden sadece küçük bir jöle çıkmasından çok rahatsız olmuştu. Çünkü kameralarla izlerken cebime attığım pek çok şey görse de onları cebimden çıkarırken görmediği için tamamının üzerimden çıkmasını umut ediyordu. Cebimde aradıklarını bulamayınca ne yazık ki çileden çıkmıştı. Beni polise vermek, Kennedy suikastını üstüme yıkmak, ayaklarıma beton döküp denize atmak da dâhil birçok yaratıcı tehdidi önüme getirmişlerdi. Tüm ceplerimi boşaltmıştım ama öfkeli güvenlikçi ikna olmuyordu. Israrla bir sürü şey çaldığımı ve onları nereme soktuysam derhal çıkarmamı emrediyordu. Aylardan mayıstı ve hava sıcaktı. Üstümde bir tişört ve bir pantolon varken o malzemeleri neremde saklıyor olabilirdim ki? Kot pantolonun tüm cepleri boştu ve görevli ısrarla “Söyle, nereye sakladın” diye haykırıyordu. En son üstüme yürüyünce mağaza müdürü onu dışarı çıkarmıştı. Bana şefkatli bir sesle, çaldıklarımı ne yaptığımı sorduğunda hepsini geri bıraktığımı anlatmıştım. Bana “görevli sorduğunda neden söylemedin” diye sormayı da ihmal etmemişti. Oysa öfkesever görevli çaldıklarımı ne yaptığımı sormamıştı ki. Sadece çaldıklarını çıkar demişti. Ceplerimi boşalttığı ve her yerimi ellediği halde hala üstümden gıda ürünleri çıkmasını ümit ediyordu.
Hayatımın en pahalı alışverişi olmuş ve çaldığım miktarın yirmi misli bir bedeli benden ayrıca tahsil etmişlerdi. Çünkü tüm maaşım gözleri önündeydi ve korkumdan ne isteseler verecek durumdaydım. Ama en çok ağrıma giden yeryüzünün en pahalı ve en küçük jölesini bana vermemeleri olmuştu. Parasını misliyle almalarına rağmen ders vermek için jöleyi bana vermeyi reddetmişlerdi. O günden sonra ne zaman bir market görsem bu dersin müfredatını yazanları ve yararının teorisini bilimsel yöntemlerle saptayanları saygıyla anmayı ihmal etmiyorum.
Yurda birazdan talan edilmesi muhtemel iki poşet malzemeyle gidiyordum ve ne yazık ki zafer sarhoşu değildim. Belki poşetteki birkaç parça eşyayı çaldığımı söyleyip havasını basabilirdim. Ama o zaman bu kadar gürültüye ne gerek vardı ki? Herhangi bir alış verişten sonra da benzer yalanları söyleyip incinmiş gururumu onarabilirdim. Ama bu durum arkadaşlara, kızlarla ilişkiler konusunda söylenmiş yalanlara benzemiyordu. Bazıları yok sayılma ve dünya nimetlerinin gasp edilmiş olması konusunda otoriteyle kendince hesaplaşmanın yolları bulunulabilirdi. Ama belki de bazıları dünyaya bunun için gelmemişti.
Yurda bir halk kahramanı ve zafer sarhoşu olarak gidememiştim ama hırsızlık girişimi sırasında yakalanma öyküm yurtta uzun süre konuşulacaktı.