“…Bilmediğim bir şeyi öğrenmenin peşinden giderken
varlığımın parçalarını, dünyada pek çok yerde,
sanat yapıtı olarak bırakacağımı öngörmemiştim…”
İsmet Yazıcı: Binyıllarca yeryüzünde varlık sürmüş bir maddeye dokunuyorsun; Nilhan olarak biriktirip getirdiklerinle, onu yeniden hayata katıyorsun; senin dilinde ve senin yaşadığın o anının haliyle, o maddeyi yeniden zamana bırakmak çok heyecan verici… Ona yeni zamanını veriyorsun diyebilir miyiz bir anlamıyla? Ve tabi ki heykele dönüşmüş o şeye yeni zamanını verirken, aslında tüm bu hemhal oluş Nilhan Sesalan’ı başka bir şeye dönüştürüyor. Yani yeni bir döngü başlıyor. Sanıyorum zamansızlık böyle bir şey. Modern zaman insanına yüklenilen doğrusal zamanın yerine daha hakiki bir “döngüsel zaman” fikriyle bakabiliriz belki…
Nilhan Sesalan: Tarih öncesi, yazının henüz keşfedilmediği dönemlerde, insan maddeye biçim verme ihtiyacı duydu. Buna ihtiyaç duyma sebepleri üzerine sık sık güncellenen sorular sorarım, kendi deneyimlerim içinde cevaplar ararım. Kilden oluşturduğu bir boğa başının A harfine dönüşmesini, binlerce yıldır bu dönüşümün kızım Asya’nın adına kadar ulaşmış olmasını olağanüstü bulurum. Zaman kavramının noktasal olma ihtimali üzerine düşünürüm. Madde olmayanı maddeye dönüştüren,
bir prehistorik ile aramdaki bağ tazedir benim için.
İsmet Yazıcı: İşlerinde müthiş bir dinginlik var; kavga etmeyen, varlığıyla meydan okumadan ama kendi ihtişamından da hiçbir şey kaybetmeden, çevresindekiyle bütünleşmiş heykeller. Bir anlamıyla kullandığın malzemenin asli var oluşunun tevazusu ve farkındalığı var. Yerini yadırgayan değil, tam tersine yerine dâhil olup onunla bütünleşen…
Nilhan Sesalan: Nefis bir analiz… yalnız olmadığımı hissettim. Gösteren ile görenin ortak dokuduğu bir kumaş değil midir sanat?
İsmet Yazıcı: Seninle yaklaşık 20 küsur yıl önce tanıştık; ilk karşılaşmamızda içimden açıkçası “Bu dokunsak kırılacak, narin, hassas kadından mı bu işler çıkıyor diye?”düşünmüştüm. O sert maddeye hükmeden, yoğurup hayat veren kadın, nasıl bu kadar naif, yumuşak, kırılgan olabilir diye hayret etmiştim… Ama işinin başında, malzemenle bütünleştiğinde, yargımın nasıl da yanlış olduğunu fark ettim. Çünkü orada kendime kurduğum cümlenin içindeki “hükmetme” vurgusu hemen sırıttı; o söz yerini “bütünleşmeye” bıraktı… O bütünleşmenin karşısında ne taş, sert ve katı kalabiliyordu; ne bronz… Sen onlara teslimken, onlar da sana teslim oluyordu… Heykel için kullanacağın malzemenin tercihi de ayrı bir macera sanıyorum.
Nilhan Sesalan: Düşüncelerim maddeye dönüşürken bilmediğim tekniklerle de karşılaşabiliyorum, heykelim bittiğinde tekniği de öğrenmiş oluyorum. Birbiri içinden geçen iki kuvvet gibi madde ve düşünce… Varlığımızın bu kadar kırılgan oluşunun sızısını, madde ile analiz etmeye çalışırken hafiflik etkisi görünür oluyor son dönem yapıtlarımda. Denge arayışında olduğumu düşünüyorum.
“Kara Kitap” heykelimde, parlattığınız zaman siyahlaşan koyu gri bazalt taş bulabildiğim için mutluydum. “Asya Kuşu”nda bulutlu mermeri yontarken taşın direnci ve kuvveti, barışa ithaf ettiğim bu heykelim için biçilmiş kaftandı. 2007 yılında yaptığım “şşş..ülkem” ise lirik Muğla Taşı’nı istedi… Taşlarımı bulmak için her yerde dolaşırım. Türkiye’de pek çok taş ocağı sahibini tanırım. Bazen üç ay aradığım ve çokça dil döktüğüm olur.
Finlandiya’ya bir dönem çok sık davet edildim, sergi ve sempozyumlar için. İlk gidişimde uçağın penceresinden bakarken uçsuç bucaksız yemyeşil, ağaçlarla kaplı bir yeryüzü gördüm. Buzulların en son çekildiği, granit yüzey üzerindeki bir karış toprağın ve doğanın herkes tarafından bebek gibi korunduğu Dünya’nın kuzeyinde bir ülke. Türkiye’deki durum ise gittikçe şuurunu daha çok kaybediyor. ‘Yaprak Ağaçları’ yapıyorum, parçanın bütün olduğunu düşündüğüm için… Bazen onları bazalttan yaptığım ‘Köklerim İçin Bir Ev’in en üstüne yerleştiriyorum. ‘Ahşabın Rüyası’ ise varlığımızın bu kadar kırılgan oluşunun sızısıyla tekrar ağaç olabilmek için çabalıyor.
İsmet Yazıcı: Sanatın en sihirli yanı galiba o an orada olmak; “O”nda (kendinde) olmak; o sessizliğin ortasında yalnızca izler kalıyor.
Nilhan Sesalan: Kuzguncuk’taki atölyemi hatırlar mısın İsmet’çim? Orada 2006 yılında yazdığım bir şiirim bu söylediğinle ne güzel buluşuyor.
Onbeş yıldır genellikle ‘bugün canım ne isterse onu yapacağım’ diye uyanırım
ve kendimi atölyemde bulurum.
Heykel yaparım, desen çizer, yazı yazarım, olmadı kedimle oynarım.
Oynarken ağaçlara bakarım evren sanırım. Kendim yaprak olurum,
Bazen kopar rüzgarla takılırım.
Ahşabın, taşın, çamurun üstüne konarım, izim çıkar.
İz kalır ben kaybolurum…
İsmet Yazıcı: Şahane… Şu yalan dünyada dolanış sebebimiz, bir iz bırakabilme ihtimali üzerine zaten. Bütün hikâyenin özetini verecek küçücük izler… Hangi alanda çalışırsak çalışalım mutlaka “Analar Diyârı”nın bereketi, ilhamı ve lütfu için şükran duymalıyız. Hele de bir heykeltıraş için bu sanıyorum çok kıymetli bir miras. Sen de bu mirasın, bu hafızanın hakkını çok iyi veren heykel sanatçılarımızdansın. Anadolu’nun ruhunun senin işlerindeki yansıması, çok doğurgan…
Nilhan Sesalan: Kuşkusuz. Evrenin makrodan, mikro kozmos’a uzanan paternlerinin birbirlerine olan benzerlikleri her zaman iştahlı olduğum bir ilgi alanı. Master tezimi Anadolu Prehistoryası Üzerine vermiştim, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde. Üç yıl sürdü,1996 yılında bitirdim. Biliyorsun biz heykeltıraşlar hem yazılı, hem de yapıt üreterek oluşturuyoruz tezlerimizi. Geometrik ya da coğrafi, farklı ölçeklerdeki pek çok paterni, Anadolu’nun kendinde barındırdığını düşünüyorum. Bu dönemde “Gelince Gitmeyenler” adı altında bir seri yapıt ürettim, devamında da bazı yapıtlarımdaki izlerini fark etmek beni mutlu etti.
Yazının olmadığı, düşüncenin maddeye dönüşerek bize kadar ulaştığı binlerce yıllık insanlık tarihinin izlerine dokunurken Çatalhöyük’de yaşamış insanlardan çok da farklı olmadığımı düşündüm. Belki de bu sebeple, Dünya Prehistoryası’na da duyduğum ilginin devam etmesi buradan geliyor. Belki de batılı filozoflardan farklı olarak, zamanın noktasal olabileceğini öneren antik çağ doğu filozoflarına bu sebeple kendimi daha yakın hissediyorum.
İsmet Yazıcı: Çok farklı malzemeleri kullanıyorsun maddeye mana katarken; kimi zaman çok büyük meydanlarda yer alıyor heykellerin; kimi zaman da küçücük heykelcikler görüyoruz sergilerinde… Her serginde anlattığın hikâye kadar, maddenin kendi ilhamının da izleri görülebiliyor. Döngüyü çok iyi hissedip, döngüye teslim olmuşsun hissi uyanıyor bende. Örneğin “Yaprak Ağaçları”nda
Nilhan Sesalan: Yaprak Ağaçları kızım Asya’nın doğumuna denk düşüyor. 2001 yılında yaptığım “Asya Yaprak Ağacı”, bugün İstanbul’daki Türkan Saylan Çağdaş Yaşam Merkezin’nde duruyor. Kamuya açık alanda yaptığım ilk büyük ölçekli taş heykelim. Ayrıca taşı yontarken çıkan parçalardan bir fidana, yaprak şeklinde 5 metreye uzanan gölgeseni yapmıştım. Parçanın bütünle ilişkisini aradığımı düşünüyorum bu yapıtlarımda. Kızımın doğuşunu bu yapıt ile kutladım ve heykelimi yaparken yonttuğum taşları biriktirerek küçük bir fidanın büyük bir gölgesi olarak dizdim. Fidan kızımdı ve aynı zamanda bendim. Devamında Genetik Yaprak Ağacı, Polen Çağı, Karma Yaprak Ağacı, Vadim O Kadar Yeşildi ki, Rüzgarların Dinlendiği Yer gibi heykellerim geldi. Yaprak Ağaçları’ yapıyorum, parçanın bütün olduğunu düşündüğüm için… Bazen onları bazalttan yaptığım ‘Köklerim İçin Bir Ev’in en üstüne yerleştiriyorum. ‘Ahşabın Rüyası’ ise varlığımızın bu kadar kırılgan oluşunun sızısıyla tekrar ağaç olabilmek için çabalıyor.
İsmet Yazıcı: O ‘Tohum’la başlayan serüvenin, dünyanın dörtbir yanına yayılıp kök salacağını heykele ilk başladığın yıllarda hayal etmiş miydin? Birçok ülkede, farklı sempozyumlarda o ülkenin taşıyla, toprağıyla buluştun; o ülkenin, o coğrafyanın ruhuyla işler yaptın. Oralara kendi ruhunu bıraktın. Tüm o farklı coğrafyalarda dolaşışlarından, ürettiklerinden tabi ki heykellerinin ruhu çok etkilenmiştir ama Nilhan nasıl dönüştü?
Nilhan Sesalan: Heykel yapmaya başladığım yıllarda düşündüğüm tek şey maddeye biçim vermeyi öğrenmekle ilgiliydi. Bilmediğim bir şeyi öğrenmenin peşinden giderken varlığımın parçalarını dünyada pek çok yerde sanat yapıtı olarak bırakacağımı öngörmemiştim. Genetik kodlarımdan içtiğim suya kadar ucu bucağı olmayan her şeyden ve en güzeli de arkadaşlarımın hayatıma katkısından etkilendiğimi düşünürüm.
Doğduğumdan beri oluşan dünya görgümün her şeyle birlikte çok güçlü bir değişim ve dönüşüme başladığını düşünüyordum. Sanki etrafımda neyle buluşması gerektiğini bilemeyen, milyonlarca polen uçuşuyordu. Tüm fikirler, tahmin edemeyeceğim zamanlarda bende varlıklarını sürdürdüklerini fark ettirirler. Bu sebeple anlarım ki zamanı Batılılar gibi doğrusal değil Doğulular gibi noktasal algılarım; her an, her şey, her şeyle karşılaşabilir.
İsmet Yazıcı: Mekânların hafızaları ve her sahibine aktardığı çok önemli kuşkusuz… Kuzguncuk’da bir süre yaşadığınız evin eski sahipleri ve o evin sana sen fark etmeden kattıkları ile ilgili bir hatırlaman var ipek üzerine o tecrübeyi senden dinleyelim mi?
Nilhan Sesalan: Hayatımda üç ipek mekânı oldu; ilki çocukluğumda Edirne Kaleiçi’ndeki ipekböceği yetiştirme istasyonu, penceresinden içeriyi görebilmek için parmak uçlarımda yükselirdim. İkincisi yirmili yaşlarımda Japonya’da katıldığım Uluslararası bir sanat organizasyonu, Fujino Heykel Kasabası’nda 20 gün kaldığım, sanatçılara tahsis edilmiş misafirhane. Bu mekân Avusturya Hükümeti tarafındın kendi sanatçıları kalsın diye satın alınmış, ipek böceği yetiştiriciliği yapan bir ailenin geleneksel mimarideki evi. Neyse ki Türkiye’li bir sanatçı olarak bana da nasip oldu. Bu kasaba için ahşaptan bir heykel yaptım. Yaparken biriktirdiğim yongaları washi kağıdı duvarlarında Japonca şiirler yazan bir odanın tavanından, odanın tümünü doldurarak diyagonal şekilde ipekböceği ipine benzer misinalar ile astım. Ahşap yontarken kaydettiğim görüntüleri de, yongaların arada olacağı şekilde duvara yansıttım. Böylelikle iki boyutlu akan görüntü üzerine üç boyutlu yongaların iki boyutlu gölgeleri düşüyordu. Bütünden eksilttiğim parçalar, düşüncelerim, anın kayıtları bu tarihi ipekböceği evinde zamanın gerçekliği üzerine sorular sordu. Üçüncüsü Kuzguncuk’da virane halde satın alıp restore ettiğimiz ve yaşadığımız 180 yıllık dört katlı ahşap bir ev. Kuzguncuk ve evimiz ile ilgii arşiv taraması yaparken, evin çatı katında ipek böceği yetiştirerek hayatlarını kazanan bir aileden, evlatlık kızları Sultan’a, ondan da bize geçtiğini öğrendim. Ayrıca yüzyıllık fotağraflarını da buldum, penceresinden ışıklı gülümsemeleriyle genç kızlar bakıyordu. Yıllar sonra, beni çok mutlu eden bir tesadüfle, evimize uzun uzun bakan dört beş kişi ile merhabalaştım. İsrail’den tatile gelmişlerdi. ‘Biz bu evin eski sahipleriyiz’ dediler. ‘Şimdiye kadar yok olmuştur diye düşünüyorduk ama işte burada…
Elbette sohbetimiz uzadı.
İsmet Yazıcı: Hayatında heykel kadar, kitaplar önemli; özellikle şiir ve yazarak da bu yolculuğu birleştiriyorsun; tıpkı heykel gibi, şiir de fazlalıkları kusar; fazlaya tahammül edemez… Şiirle heykel arasında nasıl bir bağ kuruyorsun?
Nilhan Sesalan: Okumayı seviyorum, kütüphaneler terapi mekanlarım. Şiir de yaptığım heykeller gibi kendiliğinden gelişiyor; Gökyüzünde yalnız Gezen Yıldızlar’dan bahsedecek olursak, annemin mutfağındaki radyoda sürekli çalan şarkılardan biridir ve hem bir şiirime hem de beş heykelime isim olmuştur. Bu heykellerimi yaparken hissettiklerimden bahseder.
‘Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar’
Beyaz bir taş aradım
Bembeyaz
Derken
İki, üç, dört, beş oldular
Yontarken
Sık sık
‘..hafiflemek…’
geçiyordu içimden
‘..hafiflemek …’
Gün … ağır…
Gece … ağır..
Hava.. ağır…
Düş .. ağır..
Beyaz .. ağır..
Siyah… ağır..
Taş … ağır..
İçim… ağır..
‘…hafiflemek…’
Derken
Gecenin içine yıldız
İçime kozmos
Beyaza siyah
Taşa hafif kattım…
Katarken
Annem ses olup
Mırıldandı
‘Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar,
yer yüzünde sizin kadar yalnızım..’
Nilhan Sesalan
2016-12-27
İsmet Yazıcı: Heykellerinin bir hikâyesi var; yalnızca estetik bir varlık değiller; bu nedenle sanıyorum onları bir mekâna teslim etmek senin için zordur. Bir heykel bitimi nasıl bir boşluk, nasıl bir veda?
Nilhan Sesalan: Heykellerim biterken, tuhaf bir ağlama isteği duyarım… alacakaranlık bastığında sokaktaki oyun, çocuklar için bitmiş eve girme vakti gelmiştir, böyle bir his. Ertesi gün yeni oyunlara açıktır halbuki. Dünün tadı bugünün heyecanı ile devam eder…
Başlangıcı ise küçük bir tetikleme ile gelişir. Bir meyvenin tadını sözle tarif edebilmek için önce meyvenin oluşması gerekiyor. Yaklaşık bir tanımlama ile önce fikir maddeye dönüşüyor sonra yapıtlarımı analiz ederek sözle tarif etmekten keyif alıyorum. Varlığımın katmanlarıyla, sözle, biçimle, sesle, kokuyla ve sadece düşünerek hayata yayılıyorum, suya atılmış bir taşın dalgaları gibi…
İsmet Yazıcı: Bütün bu kelimelere sığmayacak kadar zengin, zorlu ve bir o kadar da olmazsa olmaz çabanın içinde nasıl bir cümle kuruyorsun Nilhan Sesalan’a?
Nilhan Sesalan: Rüzgarla takılmaya devam.