Esra Ünal Sağlık:

Göz İzi, benimle iki anısını paylaşan Şair Abdülkadir Budak’la devam ediyor. Sanatçının bakış açısıyla çağa tanıklık etmek önemlidir hele ki buna bir şairin duyuşuyla eşlik etmek bence daha kıymetlidir. Benimle paylaşılan anılara da o eksende bakmaya çalışıyorum. Çocukluğum Ankara’da geçti. Okul yıllarım, arkadaşlarım, dershane zamanları, Sakarya Caddesi, Sıhhıye’deki tren istasyonu ve Sincanlı dönemler… Abdülkadir Budak’ın ilk anısı içimdeki Ankara özlemine dokundu sanırım. Sakarya Caddesi’nde bir şair, Melih Cevdet’in dizesiyle esrimiş haldedir. Bu büyülü atmosferi, şair olduğunu söyleyen Felâket Ali lakaplı biri baltalar. Olaylar bundan sonra çok daha keyifli bir hâl alır. Anı bittiğinde kendimi gülümserken buldum. Okuduğunuzda belki sizin de zihninizde “ bir şair gördüm, konuşurken bir zambağa siz diyordu.” dizesi belirir. Abdülkadir Budak’ın Felâket Ali’ ye tavrını ben böyle yorumladım. Yıllar önce bir dergide okuduğum Ayten Mutlu’ya ait şu cümleleri “Şair gerçek şiire ancak saf bir kalbin işaretiyle varabilir. Çocuk kalbi gibi saf, acemi ve temiz. Her seferinde yeni anlamlar yakalamak için hep bilgisiz kalmalıdır.” bu anıyla bir kez daha anımsadım galiba. Anıda, Budak’ın şiiri nasıl öncelediğini, şiire tutunduğunu, kişisel şiir tarihinin bir belgesi olarak o anı gelecek kuşaklara aktarmak istediğini ifade edebilirim. İlhan Berk, Ahmet Erhan ve Edip Cansever’i de yâd eden anı, Felâket Ali’nin sitemiyle sona ererken benim de aklımda soru işaretleri bırakıyor. Hep geçmişe mi takılıp kalıyoruz? Hep aynı şairleri mi okuyoruz? Yeni kuşak, yaşayan şairlerimizi tanıyor mu? Eğitim sistemimiz ve okullarımız, gençlerimize yaşayan edebiyatçılarımızı tanıtmak için neler yapıyor? Bu sorular zihnimde demlenirken diğer anıyı okudum. Gülümseten ilk anıdan sonra güldüren bir anıya geçiş yaptım diyebilirim. Aralarında küçük İskender ve Metin Cengiz’in de bulunduğu kalabalık bir şair grubu ile Yalova’daki şiir günlerine katılan Abdülkadir Budak; bu kez şair dostluğunun, şakalaşmasının ve dayanışmasının notunu düşüyor şimdiye. Yaşam bütün zıtlıkların bir arada bulunduğu bir zemin değil midir zaten? Şair yağmalar ve yağmalanır. Kimi zaman kanatlanır da. O, yeninin ve güzelin takdimcisidir. Birikir, biriktirir, müdahele eder. Yaşam denen yolda anlamsızlığa karşı çıkan bir patikadır. Bu anıdaki o” bir arada olma” durumu, bana böyle yansıdı. Anının yaşandığı zamandan sonra kim bilir kaç şiir biriktirdi Abdülkadir Budak, kaç şiir yazdı?
Abdülkadir Budak
“Aman Hep Melih Cevdet’i, Edip Cansever’i Okuyun…”
Çıktığını duymuş, bulmakta zorlanmamıştım. Melih Cevdet Anday’ın Yağmurun Altında adını taşıyan kitabından bahsediyorum (Adam Yayınları, İstanbul, 1995). Sakarya’da (Ankara) meyhane sokaklarının kesiştiği yerlerin birinde bir havuz var, oturma yerleri stadyum tribünlerinin kale arkasını andırıyor. Oraya oturuyorum. Havanın güzel olması yetmiyormuş gibi, güzel kadınlar, kızlar geçiyor önümden. Arada kaldırıp kafamı baksam da, gözüm kitapta. “Yirminci yüzyılı yaşadım” diye muhteşem bir dizeyle başlıyor çünkü.

Başlıyor da…
Aniden bir adam beliriveriyor yanımda. Hışımla oturuyor. Tanımam, bilmem, ama “ne okuduğunuzu öğrenebilir miyim?” diye soruyor. İçimden “sana ne be adam” demek geçiyor da, diyemiyorum. “Melih Cevdet Anday’ın yeni şiir kitabı” diye yanıtlıyor ve bu kez ben soruyorum: “Kiminle tanışıyorum?”
“Ben şair Ali Hüsrevoğlu’yum, Felâket Ali de derler bana.”
Tamam, şimdi oldu. Hüsrev tarafını bilemem de, felâket bir adam olduğu belli. Tavrı, yöntemi İlhan Berk’i hatırlatıyor bana. Gençliğinde, o da, otobüste yanında oturan vatandaşa, ne yapıp edip “benim en sevdiğim şair İlhan Berk” dermiş ya, o hesap. Ben bunları ışık hızıyla düşünürken elime bir kitap tutuşturup, “Bunu da okuyun, birazdan gelir alırım” demesiyle kalkması, kalabalığa karışması bir oluyor. Adı üstünde, adam bir felaket! Çaresiz okuyacağız. Kendi şiir kitabı bu. Arka kapağında Ankara’da yaşayan şairlerin bazılarından alınmış birkaç cümlelik “takdim”ler var. Ahmet Erhan da bunların içinde. Belli ki meyhane arkadaşı onun.
Şiirlerinde fazla bir şey yok Felaket’in.
Birazdan sorguya çekileceğimi bildiğimden, başından-ortasından birkaç şiirini okuyorum. “Kumaşın kalitesini anlamak için, topu indirmeniz gerekmez; ilk metresinden belli olur” denir ya, öyle. Kumaş kaliteli görünmüyor, şairi de orta yaşı geçmiş üstelik. “Şiirlerimi nasıl buldun?” diye sorarsa, ne diyeceğim adama? Şiire saygın var, kendine saygın var, of ki off!
Aradan on beş-yirmi dakika kadar geçiyor ki, Ali Bey karşımda. Allah’tan benim bir şey dememe fırsat bırakmadan çekip alıyor kitabını ve şöyle söylenerek uzaklaşıyor: “Aman hep Melih Cevdet’i, Edip Cansever’i okuyun, bize sıra gelmesin hiç!”
Öğrendiği İlk Kelime…
Yılını hatırlamıyorum, notlarımda tarih yok. Diyelim ki 1998 ya da 1999. Birkaç gün sürecek olan şiir günleri için Yalova’dayım. Aralarında Metin Cengiz ve küçük İskender’in de bulunduğu kalabalık bir şair grubu. Yalova’da yaşamakta olanlar da var elbet. Bizi ağırlamakta kendisiyle yarışan otuz yaşlarında, güler yüzlü bir genç de var. Biz oradayken karısı doğum yapıyor. Aramızda para toplama, bir Cumhuriyet altını alıp hastaneye eşini ziyarete ve kutlamaya gitme kararına varıyoruz. Bir minibüs dolusu şair. Küçük İskender, “ne talihsiz bebekmiş, gözlerini dünyaya açar açmaz bu kadar şairi bir arada görecek” deyince basıyoruz kahkahayı.
Annenin bebeğiyle yattığı odaya dörder kişi gireceğiz. Galoş tak, galoş çıkar. Neyse, ziyaret bitiyor, otele dönmek için tekrar doluşuyoruz minibüse. Metin Cengiz pek neşeli. Epey kilo almış, sakal bırakmış, bencileyin kafanın üstünde bir şey yok da, yanları da sıfıra vurdurmuş. Dönüş yolunda söz sırası bana geliyor, “herkes dinlesin” uyarısından sonra şöyle diyorum: “Arkadaşlar, bebek ilk kelimesini sayemizde öğrenmiş ve kullanmış, haberiniz var mı?” İçimizden biri “hangi kelimeymiş o” diye sorunca, “Hangi kelime olacak, bebek, Metin Cengiz’i görünce “anneee!”diye bağırmış” diyorum.
(Abdülkadir Budak, Ya Şiir Olmasaydı, Yazılı Kâğıt Yayınları, Ankara2018)