“Hasret, hepinize çok tanıdık. Serilerimin, sergilerimin tamamı aslında büyük parantezde hasret. Her bir resim de aslında bir adım daha kendime yaklaşabilir miyim diye niyet mektuplarım…”
İsmet Yazıcı: Seninle ve resimlerinle “Yüceler Kapısı” serginin açılışına geldiğimde tanıştım; yani çok yeni, ama aslında çok eski bir tanışıklık diye düşünüyorum… Sergiyi gezmeye başladığımda gözlerim doldu, öyle kaldım. Yıllardır belgesellerimde anlatmaya çalıştıklarımı, kendimde dokunup feth etmeye, açmaya çalıştıklarımı, sen resmetmiştin; bu nedenle anladım ki o gün biz aslında çok eskilerden tanışığız… Resimlerinle temas etmişler farklı bir kazı yaptığını hemen fark edebiliyorlar diye düşünüyorum. Sanıyorum bütün seriler, nihayetinde kurulacak büyük paragrafın cümleleri. Anadolu’nun ve insanın, çok derinlerini kazıyorsun; rüyaları, mânâyı, kadim metinleri kazıyorsun. Bir yanıyla geçmişin kaydının izlerinden yeniden bugünün ve sanatın dilinden bir olma, bir yanıyla da zamansız olanı hatırlama ve anma var sanki resimlerinde. “Hayal” ve “Hakikat” arasında gidip gelen işler… İstersen buralardan; hayal ve hakikatten başlayalım…
Işıl Gönen: Çok doğru bir tespit… Gerçekten de sanatsal sürecimi bir cümlede tarif edecek olursam, hayal ve hakikat arasında bir seyir diyebilirim. Resimlerim, kendi insan olma, kendi hakikatime varma yolculuğumun kilometre taşları aslında. Ve bunlar benim günlük sayfalarım. Bu yolculuğu Jung, ‘bilincin bilinçdışına keşif yolculuğu’ diye tanımlıyor. Ve bu yolu sürerken kadim geleneklerden aldığım ilhamla kullandığım semboller üzerinden, kendi rüyalarım, kendi keşiflerimle, ‘ortak rüyalar’ diye adlandırılan mitle bağ kurma ve umulur ki kendi hakikatime temas etme derdindeyim.
İsmet Yazıcı: Sergi başlıklarını bir sıralamak istiyorum: “Amâk-ı Hâyâl”, “Evvel Âhir İçinde”, “Herkes Kendi Mitinde”, “Herkes Kendi Kendinde”, “Balık Deryanın İçinde… Deryadan Habersiz”, “Niyet”, “Yüceler Kapısı” ve en son “Bâb-ı Esrâr: Meryem”. Şimdi bütün bu isimlere baktığımızda, terminolojiye yakın olanların aslında senin nerelere doğru kaydığını anlamaları çok mümkün; istersen “Amâk-ı Hâyâl”le, “Hayâlin Derinlikleri” ile başlıyalım açmaya. Filibeli Ahmet Hilmi’nin o muazzam eserinin adı ve ruhu var sanıyorum bu serinde. Ayrıca seninle ilgili araştırma yaparken ilginç bir denkliğe rastladım; eser 1910’da yazılmış eser; sen 2010’da bu sergiyi açmışsın…
Işıl Gönen: 2009, ‘Kadim Gelenek’in kokusuyla tanışma yılım diyeyim; kitabı okumaya başladığımda, anlatılan macera, karşılaştığım kavramlar hep çok yeniydi benim için; fakat şaşırtıcı olan ve hayranlık duyduğum kısmı, aynı zamanda çok tanıdık olmasıydı. Amâk-ı Hâyâl’de bilirsiniz Raci’nin öyküsü vardır, Raci üzerinden insan olmanın öyküsü anlatılır inisiyasyonlar eşliğinde. Her bir inisiyasyonla Raci, Aynalı Babanın rehberliğinde hakikatine yol alır. Orada hem bir usta-çırak öyküsünü izleriz, bir taraftan da Raci’nin kendi potansiyelini keşfetme sürecini izleriz. Raci’nin kendinden çok şüpheye düştüğü, kendi içindeki ejderhasıyla karşı karşıya geldiği, daha sonra yavaş yavaş o yaşanan inisiyasyonların eşliğinde, Aynalı Baba’nın aynalığında, kendine doğru yaklaşmaya, kendine kavuşmaya başladığına tanıklık ederiz Raci’nin. İşte ben de rehberim eşliğinde bir gece yürüyüşçüsü olarak, okurken kendimden haberler almaya başladım Raci’nin keşifleri üzerinden ve resimler görmeye başladım; yani baştan kurgulanmış olarak ben Amâk-ı Hâyâl’in sergisini yapayım, resmedeyim diye yola çıkmadım. Derler ki: Sana rağmen olur! Hakikaten bana rağmen başlayan, gelişen bir şeydi. Okurken, Raci ile beraber aynı sokaklardan geçiyorum; aynı neyi dinliyorum; aynı bahçelerde, aynı mağaralarda bulunuyorum. Ve o resimleri dışlaştırmam gerektiğini, bütün varlığımla hissettim ve başladım. Seyrettiklerimi, sezgilerimi resmediyor, eş zamanlı olarak da bölümlerde kullanılan kavramları çalışıyordum. Benim yolculuğum hep bir derde düşme ve o cazibesine kapıldığım konu içinde karşıma çıkan, her biri birbirinin üstüne inşa edilen kavramları çalışarak, daha sonra kendimdeki karşılığını resmederek devam etti, ediyor.
İsmet Yazıcı: Ama biraz da sırlayarak galiba; çünkü tıpkı ayna gibi, hem yansıtıp, hem de sırlayarak insanlara bıraktığın resimler gibi geliyor bana bütün ürettiklerin…
Işıl Gönen: Zaten birebir yansıtmak mümkün değil. Çok bâtınî, çok mahrem bir yolculuktan bahsediyoruz. Eğer betimleyici bir dil kullansam, ikonografik resimler ortaya çıkardı. Mesela İncil’de bir takım hikâyeler vardır ve ikonalar üzerinden bunu izleriz. Fakat orada tam da kitapta anlatıldığı gibidir. Ne söylendiğine bakılır ama ne kastedildiği değildir orada ikonalarda izlediğimiz. Dolayısıyla öyle bir anlayış değil, onun yerine tam da açarken örten işler; ama bu metot olarak uygulanan bir şey de değil; doğası gereği sırri…
İsmet Yazıcı: Hepsi yeniden yeniden okunacak resimler zaten.
Işıl Gönen: Tekrar tekrar izleyicinin sezgisinde, algısında yeniden inşa edilen bir açık yapıt gibi; çünkü arketiplerden bahsediyoruz Muhyiddin İbnü’l Arabî’nin terminolojisinde a’yân-ı sâbiteler’le karşılanıyor. İsmet de baktığında onda dokunduğu bir yer var, onun gözyaşlarını dışa vurduran; içeride ruhun hatırladığı. Oradaki sembolizmaya literatür olarak çok aşina olunmayabilir. Konularla kişinin gündelik hayatta birebir ilgisi olmaya bilir. Ama hatırlayan bir yer var. İşte ben de kendi hatırlayışlarımı, hatta bu kokuyu biliyorum ama neyin kokusuydu henüz bilmiyorum dediğim şeyleri, daha sonrasında dediğim gibi gelen açılımlarla keşfettiğim oluyor. Yani dışarıdan size verilmiş bir ödev gibi değil.
İsmet Yazıcı: Şimdi tabi kadim metinler ve onların kullandığı sembolik dil senin için çok önemli ve o çok önemlilerden bir tanesinin kapısını çalmışsın, Muhyiddin İbnü’l Arabî’nin ve onun açtığı kapıdan da üç seri yapmışsın, birbirleriyle bağlantılı. Girilmesi çok heyecan verici, kapıda beklemesi çok heyecan verici, girildikten sonra kayboluş çok heyecan verici… Üç seri, üç heyecan verici başlık: “Evvel Ahir İçinde”, “Herkes Kendi Mitinde”, “Herkes Kendi Kendinde”…
Işıl Gönen Albayrak: “Evvel Âhir İçinde”, aslında bu üçlemenin ana başlığı; Muhyiddin İbnü’l Arabî’nin, Fusûsu’l-Hikem adlı eserinin faslarını üçleme halinde çalştım. Ben bu zevke nasıl geldim? Amâk-ı Hâyâl serim, yoğun bir hasret dönemiyle sona erdi. O hasret hep benle birlikte yürüyen bir şeydi. Sonlanmış bir şey değil; fakat orada saçımın teline kadar hasretteydim. “Evvel Âhir İçinde’ye girişim bu hasretin takibinde oldu; yıllara yayıldı; bir sonraki yıl “Herkes Kendi Mitinde” ile devam ettim.
İsmet Yazıcı: İnsan olma yolculuğumuz, belki de en çok sanatla, ister takipçisi, isterse üreteni olalım, onunla hemhal olmaya başladığımzda ritmini daha iyi yakalıyor. Bu, duraklı bir yolculuk değil; hep ileriye gidilen bir yolculuk değil kuşkusuz; kimi zaman tırnak içinde geri düşebiliyor, duraklayabiliyoruz; kuyuya düşebiliyoruz. Oradan çıkışımız aslında belki de daha önemli ve kıymetli oluyor. 2012’de yaptığın seride, “Herkes Kendi Mitinde”de kastettiğin, aslında bir sağaltım süreci diyorsun, kendi çok derin kazıların mıydı, nasıl bir devamı vardı?
Işıl Gönen Albayrak: Fusûsu’l-Hikem’de peygamberlerin her biri bir tipolojik karakterler olarak yer alır ve baktığımız zaman hepsi kendi kuyusuyla bir inisiyasyon süreci yaşamış; kuyusundan yeniden dirilmiş karakterlerdir. Herkes Kendi Mitinde serim de hakikaten benim kuyu süreçlerimdi diyebilirim. Hatta finalinde bana “başka türlü nasıl çıkacaktı bu resimler” sözü ve bir göz kırpışıyla mühürlenmişti o sergi.
İsmet Yazıcı: Bazen en dibe gidip oradan çıkmak; kuyu…
Işıl Gönen Albayrak: Tam da öyle; çünkü potansiyelinizi öğrenmeniz, keşfetmek de diyebiliriz ama tamamlanmış bir süreçten bahsetmiyorum tabi ki… O yolun bir yolcusu olarak yürüdüğüm kısmıyla ilgili bir şeyden bahsedeceksem bu yolculuğun, kuyunun en dibi gerçekten varmış diyorsunuz ama en dip dediğiniz yer yine bir zandan ibaret… Nefsiniz hiç istemiyor o kuyuya girmeyi ama kuyuya sizi asıl atan, çağıran ev sahibi. O ev sahibinin sizi yaklaştıracağı, buluşturacağı şey kendiniz, hakikatiniz, önce bilip sonra unuttuğunuz niyetiniz. O kuyuyu keşfedeceksiniz, o kuyunun kazıcısı da siz olacaksınız ta ki Yusuf gibi kuyudan çıkmayı hak edesiniz. “Yusuf”, “Her Kes Kendi Mitinde” serisinin final resmiydi. Kuyudan çıktığında başına bir hale gibi o ayın inmesi, hakikatin bilgisiyle bir taçlanma ve ben kuyudan çıkan “Yusuf”u o taçlanmayla resmetmeye çalışmıştım.
İsmet Yazıcı: Arkasından hemen gelen serinle çok bağlı, “Herkes Kendi Kendinde”, bu başlık bende çok farklı yerlere temas ediyor; burnumun direği sızlıyor. Bütün açtığımız kapılarda, dolandığımız kapılarda karşılaştıklarımızın hepsi aslında kendimiz. O kapılara girebilmek, çok ciddi bir yürek istiyor. O kapıyı açtığın anda çöle çıkıyorsun, yanıyorsun, aşkla yanıyorsun, bilgiyle yanıyorsun vs. Herkes kendi kendiyleyken aslında hem çok büyük bir hüzün var, yalnızlık var; hem de çok büyük bir bereket var.
Işıl Gönen: Yolculukta, sen sana yürürsün. Ve derler ki: Senden gayrısı yürüyemez o yolu. Ama rehberlik yaparlar; ama eşlik ederler; bazen de hep tam arkanda dururlar. Derler ki: 360 derece yolcu döner; neredesin tutunacak dalım diye; hâlbuki o der ki; “Ben hep içindeydim, sen içeri bakmadın, hep dışarıda aradın.” Sözün özü, bütün mesele o içimizdekine kavuşabilmek. İşte bunlar da bize bütün o kadim metinlerden gelenekten armağan edilmiş yol haritaları. Örneğin Hz. Musa için çizdiğim resimden ve onu nasıl yorumladığımdan biraz bahsetmek isterim. O resmim iki tualin birleşmesinden oluşan bir çalışma. Musa olarak görülen figürün içinden geçen bir asa var. Musa’nın asası, bildiğin gibi ‘aklı-ilkeyi-yasayı’ temsil eder. Burada Musa’yı Musa yapan o asanın kendisidir. Asanın temsil ettiği ilkedir. O yüzden dışarıda bir asa değil. Musa’nın içindedir o asa. Bilirsin öyküsünü, Kızıldeniz o asayla ikiye yarılır. Ve kavmine yol açar. Burada kastedilen, benim resimde yorumladığım, Musa’nın kavmine yol olmasıdır. Bu yüzden o deniz yol olarak ikiye ayrıldığında, kimi çöl de görebilir orada, ama bir taraftan alev alevdir, Musa’nın peşine o kavmi 40 yıl boyunca takan o itici güç neydi? Neye talepti? Yani bir kavim, bir adamın peşine neden 40 yıl boyunca döner dolaşır? Çölde dolanıp dururlar; çöl nedir? Nerede dolanıyorlardır? Bunlar hepimizin karşılıklarını kendinde bileceği, bulacağı karşılıklar. Musa, kavmine yol olmuştur burada.
İsmet Yazıcı: Kullandığın malzemeler de çok ilginç. Senin resmine baktığımızda yalnızca bir zemin üzeri boya görmüyoruz; kabartmalar, dokularla ördüğün, malzemeyi kullanırken de ördüğün bir sembolik dil var sanıyorum.
Işıl Gönen: Kullandığım malzemeleri, neyin derdindeysem, o malzeme olmalı ve başka bir şey yerine kullanamam dediğim zaman oraya ekliyorum, uyguluyorum, dekoratif unsur olarak değil. Birçok malzeme kullanıyorum; bu gittikçe daha da zenginleşiyor. Örneğin “Lokman”ı anlatmaya çalıştığım işime baktığınızda kaftanın kadim geleneklerin dillerinden oluştuğunu görürsünüz. Yakından bakınca, kaftanın içinde Latince, Sanskritçe, Aramice, Arapça dillerden, İncil, Tora, Kur’an’ı Kerim ve daha geçmiş ezoterik metinlerin bir araya gelişinden oluşan yazmalar var. Lokman’ın Lokmanlığı zaten o kaftanın kendisi. Bütün kadim geleneğin bilgisi, gelenek derken tek bir gelenekten bahsediyoruz ama görünüşte farklı isimler altında tezahür etmiş, her kesin kendi gönlüne yakın geleninin ucundan tuttuğu, ama aynı nehre dökülen küçük kanallar; dereler gibi düşünebiliriz. Ve burada başının üzerinde sırlanmış, o Lokman’ın başlığı diye söyleyebileceğimiz içinde dikenli tellerden bir taç vardır İsa’ya göndermeyle. Bir çöl yolculuğudur Lokman’ın kaftanını oluşturan. Ve fonda Adam Kadmon Şeması görürsünüz. Osmanlı şifa taslarının göbeklerini kullandım kürelerde. Çünkü her birinin içinde elyazmalarıyla şifa duaları var; Lokman’ın şifa vericiliği. Her bir küre dolduğunda sizde o kürenin temsil ettiği ilke açığa çıkmış demektir. Ki bu ilkeler, hikmet, anlayış, adalet, sevgi, güzellik gibi sayabileceğim, insanı insan yapan ilkeler. En üstte, Lokman’ın başının üzerinde bir parşömen görürsünüz. Yakından baktığınızda parşömenin üzerinde ustasının parmak izlerini seçebilirsiniz. O hem Lokman’ın çöl yolculuğudur; onu Lokman yapan iç ustanın, bâtında sırlı olan ev sahibinin elinde, dövüle dövüle olgunlaşması, tatlanmasıdır, bilirsiniz parşömenin yapılış aşamasını. Dolayısıyla diyebilirim ki resimlerimde kullandığım her bir malzemenin de bende, yaratmaya çalıştığım anlam dünyasında bir karşılığı var…
İsmet Yazıcı: Her ürettiğimiz, aslında geçtiğimiz, geçmeye çabaladığımız kendi kapılarımızdır ve o kapılardan geçerken ki feryadımız, neş’emizdir diye düşünüyorum. “Herkes Kendi Kendinde” de senin çöle çıkıp çölde kavruluş, kayboluş, aşkın ateşinde yolunu arayıp hakikatin peşine düşüş halinin işleri anladığımız kadarıyla. Tabi ki ‘hasret’ çok önemli bir vurgu. Aslında hasreti daha açabiliriz belki. Biraz girdin başta ama bütün bu işler zaten hasret olmadan yapılacak işler değil. Ve aslında dünyaya düşmüş olmak yeterince büyük bir hasretle bizi karşı karşıya bırakıyor ve burada, hasreti duyanlar uyanıyor zaten. “Balık Deryanın İçinde… Deryadan Habersiz” diye başlık atmışsın ya niye bu kadar büyük hasret var, niye buluşamıyoruz? O deryaya o kadar yakın oluşumuzdan mı fark edemeyişimiz; bu büyük hasretimiz yoksa. Seni tetikleyen sürekli hasret duygusundan biraz bahseder misin?
Işıl Gönen: Hasret, hepinize çok tanıdık. Serilerimin, sergilerimin tamamı aslında büyük parantezde hasret. Her bir resim de aslında bir adım daha kendime yaklaşabilir miyim diye niyet mektuplarım…
İsmet Yazıcı: Aslında, kavuşulamaması daha tetikleyici bir şey galiba?
Işıl Gönen: Eminlik, sükûn bulmak, o hale uğrayışlarımız oluyor ama üretim sürecinde tekrar, pırpırlar, yangınlar… Sanat tam da orada vardır zaten orası. Daima sükûnette durduğunda oradan sanat çıkmıyor. Hep bir kuyuya düşüş ve oradan yükseliş döngüsü var; bunu kerelerce tekrar tekrar yaşıyoruz. O kuyudan güneşe çıktığımız ürünlerimizi doğurduğumuz, sükun bulduğumuz yer.
İsmet Yazıcı: “Niyet”le “Balık Derya’nın İçinde” serilerin birbiriyle bağlantılı değil mi?
Işıl Gönen: Evet. Ben bu iki sergide balık sembolizması çalıştım. Aralarında iki yıl var. İlki 2013’de, diğeri 2015’de oldu. Balık sembolizmasının bütün geleneklerde karşılığı var ve talibi, temiz niyeti, kurbanı, doğuranı temsil ediyor. Ve ben gelenekler arası bir sofra oluşturmak istedim balık sergisinde. Bütün kadim bilgelik gelenekleri aynı sofraya, davet ederler, bu insan olmaya davettir. “Balık Deryanın İçinde Deryadan Habersiz”… Şimdi balığın deryadan haberdar olması, ancak ölümüyle gerçekleşir; çünkü içindeyken bilemiyoruz. Deryadan bir sıçrayacağız, şöyle bir nefessiz, susuz kalacağız; bir dakika orada derya varmış derken, ölüm haline yakın ve eğer tekrar yolumuz daha devam ediyorsa, tekrar deryanın içindeyiz. Tam o ölüm ve yeniden dirim hali, o farkındalık, artık bir önceki sen değilsin… Seride bir Derviş resmim vardır benim; yani ‘derviş balığa’, burada bâtınî bilgi teslim edilir. Balık, simgesel olarak niyetin taşıyıcısı, kurban sofralarındaki makbul yiyecektir. Zahirde de karşılığı var. Soğuk suların canlısı olduğu için temizdir; makbuldür, kurban olarak sunulur ve işte o halde olduğunuzda o bilgi teslim ediliyor. Önce bir o halde olma kısmı var, sonra o hale gelene teslim edilenler var. O arayışı, o yolculuğu, dervişi temsil ediyor. Bir de balık niyeti temsil eder demiştim ya işte sergim onunla başlıyordu. Ve insan niyetini unuttu diye… Niyet, samimiyet bize yolu yürüten o…
İsmet Yazıcı: Evet, “Bâb-ı Âli – Yüceler Kapısı” buluştuğumuz kapı; çok etkileyiciydi gerçekten bütün işler. Aslında hep noktalı virgül tabi; hep birbirine bağlı; nokta koyamıyorsun; tekrar başa dönülüyor.
Işıl Gönen: Çok doğru. Yoksa ceketi çıkarıp benim işim bitti dersin. Virgülden devam… Seriden örneğin “Mîkât” başlıklı resmi birkaç ipucuyla açayım; ustam Metin Bobaroğlu der ki Mîkât hakikatinde çöle giriş kapılarıdır; ama aynı zamanda çıkış kapılarıdır. Burada çıktığın kendinsindir. Kendinden çıkar çöle girersin, çölde yine kendini bulmak üzere diye anlatır. Neden çöl? Yersiz, yönsüz kaldığını zannedeceğin, ama aslında hedefini, gayeni eğer bilir ve tutunursan, yine sana yolunu bulduracak olan yolculuk. Resme baktığınızda tam kestiremezsiniz; orası gece mi gündüz mü belli değildir; bir güneş var o güneş mi ay mı belli değil; yolcunun bildiği, emin olduğu tek şey kimi izlediği. Bu resimde aslanı görürsünüz, Hz. Ali biliyorsunuz gelenekte aslanla temsil edilir ve çok uzun ve derin bir açılımı vardır bu sembolün. Örneğin derler ki gelenekte, adalet ismi, aslana teslim edilmiştir. Neden diye sorulduğunda, aslanın korkusu yoktur diye anlatırlar, dolayısıyla onun adaletine güvenebiliriz. Aslana Zülfikar teslim edilebilir ancak. Kimsenin önünde düğme iliklemeyecek olan hukukçularımızın cüppe sembolizmasında olduğu gibi. Dolayısıyla o resimde görülebilecek onun ardından yürüyen yolcu, kimin ardından yürümesi gerektiğini bilir ve onun yolu bildiğinden emin; ama talibimiz çölün kendisiyle hemdem olmuş bir haldedir resimde. Arkada görünen mezar taşları, bir taraftan ayın, güneşin ışığını yansıtır haldeler. Bütün daha önce bu yolu yürümüş olan bilgelerin, ustaların temsilidir. Onlar artık yeni yolculara kilometre taşı olmuşlardır. Orada uğradığınızda, yol, iz, yön sorduğunuzda, onların hikmetine başvurduğunuzda, güneşin, yani marifet bilgisinin, hakikatin aynalığını yaparlar.
“Bâb-ı Âli / Yüceler Kapısı” sergisinde ben uyanan kapılar serisi hazırlamak istemiştim. Uyanan kapılar serisinin her biri bir inisiyasyonu temsil eder; Akıl Kapısı’nın ardından, akıl uyanır önce, kişi Cebrail’den haberi alır, ardından aşka düşer. Bu yolun eşikçisi diyelim, yolu yürüten motivasyon “hasret” ve o bir ayna üzerinden deneyimlenir diye anlatılır. Aslında anima-animus, eril-dişil, kendi eril ya da kendi dişil yanınla bir karşılaşma ve bir bütünlenme; bunu iki lob, sağ ve sol beyin olarak da karşılayabiliriz. İkisinin bir olmasıyla devam edecek bir yolculuktur. Ama önce bir ayna gerekir derler. O aynalık deneyiminin devamında, aynalık bitmez, sadece yolcu orada biraz daha olgunlaşmaya başlamıştır; kendisine hikmet armağan edilecektir. Resimdeki ‘Hikmet Kapısı’nda, ceviz aslında beyin kafatası kabuğu içinde cevizin kabuğu ile temsil edilen, beynin aslında da aklın sembolüdür diye anlatılır ve resimde de o temsiliyetle kullanılmıştır. Ve kadim metin okumalarında denir ki hikmet sahipleri, akıllarını kalplerine indirmişlerdir. Akıl ve kalbi bir etmişlerdir ki hikmet zaten bu halin adıdır. Hikmetin bilgisi diye söylerler, o yüzden orada ben cevizi, sembolik olarak kalbe taşıdım. Ve fonda orada Davut’un Yıldızı, Süleyman’ın Mührü diye söyleyebileceğimiz bir kadim sembol resmettim. Yine Süleyman, hikmetin peygamberi olarak geçer; derler ki: Hikmet sahipleri, kalp aklıyla olaylara bakanlar, bütün yaşantıların birer ayet olduğunu, tüm bu ayetlerin de birbirlerine birer altın zincirle bağlı olduğunu bilirler külli akılla yaklaşabildikleri için. İşte örneğin Musa ve Hızır Kıssası’nda olduğu gibi… Uyanan Kapılar Serisi, Akıl, Aşk, Hikmet, Anlayış, Adalet, Merhamet ve sonunda hepsinin bütünlendiği Vicdan Kapısı eserleriyle tamamlandı.
İsmet Yazıcı: Yalnızca “Bâb-ı Âli – Yüceler Kapısı” serisinin her bir resminde, dolayısıyla her bir kapısında değil; bütün yaptığın resim serilerinin ardında ciddi bir metin var; kadim sembollerin okumasından yola çıkılarak senin dünyanda oluşturulmuş müthiş bir anlam derinliği var. Arkasındaki metodoloji, teknik zaman içerisinde değişti mi?
Işıl Gönen: Kullandığım teknik tabi ki değişti.
İsmet Yazıcı: Metinler nasıl oluşuyor?
Işıl Gönen: Başvurduğum kadim metinler her biri bu literatürün başat eserleri; benim onlarla bir aradalığım; benim yolculuğumdaki karşılığıyla yürüdüğüm süreçler bunlar. Ve şimdi şu tekniği kullanayım diye düşünerek gerçekleşmiyor; sezgisel olarak ilerliyorum; ama meczubane bir halden de bahsetmiyorum. Teknik olanakların araştırılması, akılla buluşmalarım olmazsa olmazım. O zaman eser çıkmaz. Bir geometri var hepsinin altyapısında. Fakat eserin üretilmesi benim de kendimi yeniden inşa sürecim olduğu için, içeriden, gönülden bildiğim bir şey var ki ilhamla şimdi şöyle bir malzeme kullanmalıyım, şimdi buradan ilerlemeliyim diyerek ve eser tamamlandıktan sonra da burada bunun için bu malzemeyi kullanmışım meğer, bunun böyle bir karşılığı varmış diye keşiflere nail olduğumda çok oldu. O yüzden çok kurgulu ilerlemiyor. Bir de küçücük şundan bahsedeyim bu da sanırım tam da sorunun bir cevabı olabilir. Eskizler mesela yaparım okumalarım sırasında, fakat o eskizler birer tasarımdır. Küçük haritalar oluştururum, notlar alırım vs. Fakat bir hal gelir ki o gelmeden tualin ya da hangi yüzeydeysem onun karşısına geçemiyorsunuz. İşte doğuma hazır olma hali, artık hani hastaneye koşmak zorunda olduğunuz hal, orada bütün eskizler geride kalır. En çok bana sürpriz olan bir şey ortaya çıkar. Oldu dedirten tek bir referansım var; o da sevincim. O başka bir duyguyla karıştıramayacağım bir şey. O sevinç geliyorsa, gözyaşıyla beraber gelir; tam doğum. Hani anne doğum sancıları çeker, gözyaşları sonra büyük bir mutluluk bebek işte. Öncesinde ne kadar ultrason görüntüleri falan varsa da hani öyle değil, benzersiz ya. İşte bendeki süreç de böyle.
İsmet Yazıcı: Son olarak “Bâb-ı Esrâr: Meryem” sergini biraz açmanı isteyeyim; çok önemli serilerinden bir tanesi; tam da aslında zamanın bir denkliğinde farklı bir çığlık…
Işıl Gönen: İnsan hayatının doğumdan ölüme kadar bir hac yolculuğu olduğu görüşü, yani yeryüzünde garib olduğumuzu ileri süren görüş kâdim bir inanıştır. İnsan, dünyada, yaşamında yabancılaşma içindedir; doğada kendi özvarlığına yabancı durumdadır ki bu onun için hüsrandır. “Hüsranda olan insan”, varlığının özlemini çekmekte, varlığından ayrı kalışının giderilmesi yolunda “hasret”tedir diye nitelendirilir ve insanın kendi varlığını özlemesi, hasret çekmesi fıtrîdir, doğuştandır, öğretilmiş değildir.
Tasavvuf geleneğinde, kaynağa gittiğimizde dişil öğeyi, anneyi buluruz; anne “um”, evlât “umme”dir. Um-Üm-Ümmî-Ümmet birbirinden türeyen kavramlardır. Hac ritüelinde “um” kavramı; dişil öğe ile anne kavramıyla buluşur. Herkes kendinden, kendi biricik yolundan çıkar ve çölde kendi varlığının arayışında olursa, o zaman insana dönüşen varlıkların birliğine, bu lojiğe göre, “ümmet” denir. “Rahmet” kavramıyla da bütünleştirilmiş olan buradaki “annelik” ile kastedilen bir bedensel anneden doğmak değil, kendisindeki “dişil öğeyi” bulmak ve ondan doğmaktır.
“Bu terk edilmiş karanlık dünyada, bu karanlığa ışığın girmesini sağlayan şey işte bu annenin vicdanıdır” demiştir Van Gogh.
Hz. Âsiye, Hz. Meryem, Hz. Hatice, Hz. Fatıma, Hz. Kübrâ ve Hz. Rabiâ üstün ahlâk sahibi kadınlar olarak övülmüşlerdir. Kadınlıkla temsil edilenin tamlığını ve kusursuzluğunu temsil ederler. Günahsızdırlar; orijindeki kutsallığı sembolize ederler. Bâtına aittirler yani örtülüdürler.
Meryem – Sophia, dişil ilkedir. Dinin ve yasanın zeminindeki manevi yapıyı temsil eder, geleneği taşıyandır. Ezoterik öğretilerde her insanın nefsi (soul) Göklerden ya da Cennetten yeryüzüne düşmüş ve zulmet içinde olarak kabul edilir ve sadece Bilgeliği ya da Hikmeti (Sophia) kazanarak kişi bu durumdan kurtulabilir. Sophia bu düşmüş ve kaybolmuş nefsin kendi özvarlığını yeniden bulma/kavuşma yolculuğunda ona rehberlik eder. Yunanca hikmet anlamındaki “sophos” kelimesinden gelen Sophia, Tanrı’nın dişil yanını, Tanrısal hikmeti temsil eder, aynı zamanda bilgelik, dişil ilke anlamlarını taşır. Farklı kültürlerde Kybele, Meryem, Ana Tanrıça, Sekine olarak karşımıza çıkan Sophia; doğuran, anlayışlı, şefkatli bereketli ve besleyici olandır. Pythagoras kendisini bir filozof ya da Sophia’nın aşığı olarak tanımlar.
Uzak doğu geleneğinde ‘Shakti’ ile temsil edildiğini görürüz Sophia’nın. Dişiliği ve gücü kendinde toplayan tanrıça Shakti, evrendeki tüm düşünce ve hisleri rahminden doğurduğuna inanılan, ‘Büyük İlâhi Anne’ olarak da nitelendirilebilir. Anlayışı ve çözümü, merhametiyle birleştiren, dertlere deva olan bir kadın sembolüdür. Shakti, algı ve hisleri kaplayan maneviyatı, potansiyel gücü temsil eder. Sophia, Yahudi geleneğinde ‘Shekinah’ olarak çıkar karşımıza, bizdeki ifadesiyle ‘Sekine’ ve sekinenin bizim geleneğimizdeki adı Fatıma Ana… İşte Fatıma Ana’nın eli de dişi prensibin bizdeki arketipal simgesidir. Sophia inancı, erkek egemenliğine dayalı Batı kilisesinde tutunamamış ama Ana tanrıçalık kültünün ortaya çıktığı topraklar olan Anadolu’da candan benimsenmiştir. Anadolu kişisi, “söz” ve “vicdan” uygarlığı olan Doğu ile “göz” ve akıl” uygarlığı olan Batı arasında bulunduğu ve her iki uygarlığı da yakından tanıdığı için anlama ve anlaşmada etkin rol alabilir. Bugün, Sophia’nın temsil ettiği erdemlerin günümüzde hem bireyde hem de toplumda deneyimlenememesinin tezahürlerini sıkça izlemekteyiz. Bir bilgenin de söylediği gibi ” Hürmet, merhamet ve muhabbet ortadan kalktı. Bugün, Sophia’yı küstürdüler ve biz en çok kendimizi unuttuk.” Günümüzde birbirlerinden ayrı düşmüş görünen; “sol beyin uygarlığı” diye tanımlanan modern batının (logos-eril ilke) sunduğu bilim ve teknoloji ile sezgi ve sanatsal duyarlılığın beşiği doğu düşüncesini (sophia-dişil ilke) barıştırarak (tevhid) ve Meryem’in, Fâtıma’nın temsil ettiği, karşılığını ancak annenin bebeğine olan hizmetinde bulan “feragat ahlâkı”na bir saygı duruşu ile İNSAN’ı yeniden hatırlayabileceğimiz ümidindeyim. Bu sergi ile Meryem ve Fâtıma’ya, Sophia’ya vefamı sunabilmektir niyetim, makbul ola…
İsmet Yazıcı: Niyet ettiğin kapıları kolaylıklarla açman dileğiyle; çok teşekkür ediyorum.
IŞIL GÖNEN:
1977, İstanbul’da doğdu.
1995, İstanbul Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi – Resim Bölümü’nü bitirdi.
2000, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi – Resim Bölümü’nü bitirdi.
Işıl Gönen çalışmalarını İstanbul Erenköy’deki atölyesinde sürdürmektedir.
SERGİLER
- 2019 Ekim, “The Adahan Expedition” Karma Sergi, Kunstraum Grevy, Köln
- 2019 Nisan, “Bâb-ı Esrâr: Meryem” Kişisel Sergi, Adahan İstanbul Galeri -1, İstanbul
- 2017 Eylül, 10×10 “Şimdi Bize Yeni Hikayeler Lazım” Sergisi
– Masalcı Serisi – İstanbul Concept Gallery, İstanbul - 2017 Ocak, “Bâb-ı Âli (Yüceler Kapısı)” Kişisel Resim Sergisi, Adahan Otel Galeri-1, İstanbul
- 2015 Temmuz, “Niyet” Rengigül Sanat Galerisi, Bozcaada
- 2015 Şubat, “Herkes Kendi Kendinde” Derinlikler Sanat Merkezi – İstanbul
- 2013 “Balık, Deryanın İçinde… Deryadan Habersiz” Kişisel Resim Sergisi, Derinlikler Sanat Merkezi – İstanbul
- 2012 “Herkes Kendi Mit’inde” Kişisel Resim Sergisi, Derinlikler Sanat Merkezi – İstanbul
- 2011 “Evvel, Ahir İçinde” Kişisel Resim Sergisi, Derinlikler Sanat Merkezi – İstanbul
- 2010 “Amak-ı Hayal” Kişisel Resim Sergisi, Derinlikler Sanat Merkezi – İstanbul
- 2009 “ARTİST” 2009 Tüyap Sanat Fuarı, Alternatif Platform
- 2007 “ŞEFİK BURSALI Resim Yarışması” Sergisi, Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi
- 2004 “ARTİST” 2004 TÜYAP 14. Sanat Fuarı, Akademililer Sanat Merkezi Galerisi
- 2004 “TEKEL Geleneksel 15. Resim Yarışması” Sergisi, Askeri Müze Sanat Galerisi Harbiye
- 2003 “ART-ALAN” Karma Resim ve Heykel Sergisi, Kargart
- 2000 “2000 Mezunları” Sergisi, Osman Hamdi Bey Salonu, MSÜ