Sağ tarafıma, kolumun üzerine uzanmıştım. Batan güneşin ışığını yansıttığı yumurta sarısı renkli kumların üzerinde sarıldığım küt saçlı kadının, çarşafı ve ihramı andıran (ve Tanrıça kıyafetine de benzeyen) beyaz renkli elbise vardı. Kadın, kim olduğunu tam olarak hatırlayamadığım arkadaşlarımdan birisiydi. Gözleri görmeyen Moğol (falcı) bir kadın, sol omzuna taraf yığılı beyaz rengin daha çok olduğu at kuyruğu şeklinde örgülü saçlarıyla önümüzde oturuyordu. Falımıza bakıyordu. Sarıldığım kadın ayaklarına kadar uzanan elbisenin ucunu, sol ayağından yüksekte olacak şekilde, bir perde gibi havaya kaldırdı. O sırada, sürekli olarak başını öne ve geriye doğru sallayan falcı (Moğol) kadın; “İnsanı insana kırdırdılar!” dedi ve gümüş rengindeki iki tane maşrapayı bana uzattı. Bir zamanlar aynı evi de paylaştığımız, üniversiteden arkadaşlarım olan Erdinç’in ve Serdar’ın suretlerini gördüm; maşrapalardan birinde. Bir altıgeni ve bir uçurtmanın iskeletini andıran bir şekil vardı, diğer maşrapanın üstünde. Şeklin altı köşesinde birer mezar bulunuyordu ve şeklin merkezinde de bu mezarların kalaslarla bağlandığı bir mezar vardı. Her bir mezar altıgendi ve her tarafı beyaz fayansla kaplıydı. Gökyüzü mas maviliğini batan güneşe bırakırken, Mısır piramitleri görümündeki bir yamaçta elleri dizlerinin üstünde bir şekilde oturan; bohem hayatın olmazsa olmazı denilebilecek türden giyinik, saçları kısa ve sağa doğru taranmış, az sakallı (kirlenecekti), sela okuyan yüzlerce erkek vardı. Erkeklerin suratları da tıpkı giyimleri gibi birbirine benziyordu. Hepsinde hafif kirli sakal vardı. İçlerinden ikisini (anlattıkları kadarıyla) ilk ve son… benzettiğimi demeye kalmadan…Falcı kadının sesi geldi tekrardan: “Bu bir din karmaşası!”

Sonra (öncesini hatırlamaya çalışıyorum) uyandım.
*
Rüyamda büyük (göreceli olarak da) bir gemi limana yanaşıyordu, ben de deniz tarafından izliyordum ve usturmaçalara (lastik kauçuk) nasıl yanaştırmaları gerektiğini anlatıyordum.
Geminin kamaralarından birisindeyim. Yuvarlak pencerelerden mavinin gölgesi içeri vuruyordu. Daha öncesinden içini gezdiğim Savarona’ya benziyordu. Geminin kaptanı siyah fraklı ve saçları Mozart’ınki gibiydi. Yüzünü çok seçemediğim; kilolu, sarı saçlı beyaz bluz (kelime Fransızcadan geliyor ve Türkçe karşılığı oldukça uzun) giyinmiş bir kadına, her geminin bir numarası olduğunu anlatıyorum. İçinde bulunduğumuz geminin numarasını sordu bana. Tam kaptana sorayım derken gemi alabora oldu ve ters döndü. İçeri hiç su girmedi. Geminin üst kata çıkan merdiven bölümünden, bulunduğum kata doğru hardal renginde küveti ve küvezi de andıran bir tekne indi. İçinde kaptan vardı ve kaptan bir anda sarı atletli, ağlayan bir bebeğe dönüştü. Bebeğin saçları da sapsarıydı. Teknenin içinde sırtüstü duruyordu, kafasını sağa doğru çevirdi ve gözleri kapalı olarak ağlamaya devam etti. Annesini bulduğunu söyledi. Bu rüyadan, yaklaşık 10 yıldır rüyamda (hiç) görmediğim babamın babasının olduğu rüyaya geçtim. Dedem, her zaman giyindiği takım elbisesi ve kasketiyle, elinde yön gösteren bastonuyla yürüyordu. Ben de önündeydim. Akşam vaktiydi ve dedemle bir yere (sonsuza) gidiyorduk. Çantasını ben taşıyordum. Bir metro istasyonuna geldik. Dedeme, bu sefer akbili (akıllı bilet) benim basacağımı söyledim. Yürüyen merdivenlerden aşağı doğru inerken, dedem arkada kaldı. Akbil doldurma cihazlarından birisinden bana bakıyordu ve yavaş yavaş merdivene doğru yöneldi. Berkut’un sesine uyandım.
Dedem, genelde iyi haberlerin müjdecisi olarak rüyama geliyordu. Dediğim gibi epey zamandır, hiç rüyamda (hiç) görmemiştim.
**
İsraillilerle ortak yeni bir işe giriyorduk. 4 kişi, bir tünel girişine gittik bizim şirketten. Rüyadaki ismi Menkaşov olan birisinin işiydi. Tünelin girişi ahşap kapılıydı ve kapalıydı. Kapının önünde kurşun geçirmez ve siyah araçlar doldu bir anda. Menkaşov geldi ve içeri girdik beraber. İşe başlamanın öncesinde, tünelin içindeki sinagogda namaz kılıyorduk, saf tutmuştuk. Mihrap başka bir yere geçişi andırıyordu (bilen ve söylemeyen ne olsun), kapısızdı. Kemer köprü görünümündeydi ve açık mavi renkliydi. Arkadan gelenler oradan geçip kiliseye girdiklerini söylüyorlardı ve müsaade istiyorlardı. Toplamda 6-7 kişiydik. En öndekilerden birisinin elinde mikrofon vardı ve cenaze namazı kıldırıyordu, gibiydi.
Berkut (bilen bilir) uyandırdı.

***
Gözümü kapattım. Nefes alışverişime de dikkat ederek rüyamdaki gibi, tünelin girişine geldim. Ortam karanlıktı, göz uyumum gecikecek kadar loştu. Gözümü açıp kapattığımı hayal ediyordum, yine aynı anlık karaydı. Koşmaya başladım, karanlığı yara yara. Geri döneceğimi kendime hatırlattım. Yanıma yavru bir kanguru geldi. Koşmaya beraber devam ettik. Bir ara (gözüm arkaya ilişti), tünelin ucunda siyah mavi karışımlı bir ışık yumağı gördüm. Duvara “do” notasını çizdim, dönüşte nirengi noktası olsun diye (niyet ettim amaç için). Biraz daha koştuk ve dünyadan fırlamış (fırlatılmış da mümkün) gibi olduk. Ateş tonlarının siyahla karışımı bir ışık topu saçıldı. İlk olarak biyoloji dersinde (fen bilgisi de olabilir) öğrendiğim ve mikroskopta gördüğüm hücreleri anımsatıyordu ışık topu. Koşmakla uçmak arasında bir yerde kanguruya baktım. Kuş seslerini duydum, yıldızlar da birbirlerine ötüyor gibiydi. Kanguruya baktım, uçmakla koşmak arasında bir yerde. Sonra önümden hızlıca geçen, rahme yeni yapışan bir cenini gördüm. Kapsüle alınmışçasına, kurşunu andıran gri renkli bir görünümü vardı. Karanlık devam ediyordu. Gözümün önüne rüyamdaki mavi renkli mihrabı ve saf tuttuğumuz anın görüntüsünü getiriyorum. Bir yandan da geri dönmeyi hatırlatıyorum kendime. Kanguru bir an kayboldu. Bense bir kartal oldum. Kanatlarımı pelerin gibi açtım, dışarıdan (içimin dışı) kendimi bakıyordum. Sanki kanguru ben (dışımın içi) oldum ve kendimi seyrediyordum.
Kartalın kuyruk kısmında göğüsleri açık (görünen) bir kadın vardı. Belinden aşağısı yoktu. Kartal ve kadın bütünün birer parçalarıydı. Baş kısmı kartalın başıydı, kuyruk kısmı kadınındı; beyaz vücudunun gövde kısmıydı. Kahverengi saçları dalgalıydı, havalanıyordu (ikisi bir arada). Kadının gözleri kapalıydı. Kendini uçmaya bıraktı ve bir süre daha devam ettirdi. Arada, kuşlar ötmeye devam ediyordu. Dönüp baktım, Dünya’nın (kesme işareti coğrafi olarak) uydu görüntüsü. Döneceğimi kendime hatırlattım. Bu zamana kadar, sona doğru artan ritmin haricinde (duymuyor musun yoksa) metronomun değiştiğini algıladım. Dönmeye karar verdim. Bu sefer de kanguru benim solumdaydı (dönüş yolu). Karanlıkta koşarken (koşmaya başlamıştım), ilk olarak bir kartal gördüm. Bir ağacın dalından Ay’ı (kesme işareti coğrafi olarak) izliyordu, puslu bir sis grisi eşlik ederken.
Dönüşten önce de “do” notasını aklıma getiriyordum (bunu daha yeni söylüyorum). Derken, kanguruya baktım. Yoktu. Artık bir daha yanıma gelmeyecek kadar yoktu kanguru. Mantarı olmayan bir şarap şişesi gördüm. Ardından (neyin ya da kimin olduğunu bir önemi yoksa), mavi bir kelebek tavus kuşu olup uçtu. Sonraki ritmin metronomu hızlanmaya başlayınca, ben de hızlandım. Buğday tarlası gördüm, hasat zamanı gelmişti. Aklıma yine tünel girişini ve mavi renkli mihrabı getirdim. Tahta çitle çevrili bir bahçe gördüm. Bahçenin ardında birisi vardı. Bu görüntü siyah beyaz bir fotoğraf karesiydi (ta kendisiydi). Ritim hızlandıkça, tarlanın ortasında Titanic gibi büyük bir yolcu gemisi gördüm. Görüntü hâlâ siyahtı ve beyazdı. Yüzlerce yıl evvel olduğunu düşündüğüm ve gördüğüm bir şehre yaklaşıyordum. Renkler hâlâ siyah beyaz (-di’li geçmiş zaman). Şehir, taştan evlerin olduğu, nizami bir yerdi. Bomboştu, ortasında bir ben vardım (gördün mü?). Her yer, günbatımı rengindeydi ve sapsarıydı (bir yandan). Tütün kolonyası gibiydi (kokusu burnuna geldi mi?). Ritim iyice hızlanıyordu ve “do” notasına ulaştım. Tarla gibi bir boşlukta (buğday olmayan), sağ yumruğunu sıkar gibi duran ve dallarında hiç yeşil kalmamış bir ağaç gördüm. Birden tutuşmaya başladı ağaç ve duman da yayılmaya başladı.
Ritim, bitti.
Tünelin başına dönemedim.
. (nokta)
Görsel, Alper Ağdaşan’ın üretimidir.