Ayşe Özgür Aydoğan
Genç oyuncu ve senarist Nuri Küçük, Ege Üniversitesi Sosyoloji bölümünü bitirdikten sonra sinemaya yönelerek Başkent Üniversitesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünü bitirdi. Ayrıca Stockholm’da yine sinema üzerine eğitim aldı. Hem sosyoloji eğitimi almış hem de edebiyatla ilgilenen bir sinemacı olarak kendisiyle oyunculuk ve ayrıca edebiyat sinema ilişkisi üzerine bir söyleşi yaptık.
Sevgili Nuri sosyoloji eğitimi aldıktan sonra sinemaya yöneldin. Seni sinemaya yönelten ne oldu ?
Bazı uğraşılar ve iş kolları vardır gerçekten de sonradan kazanılmaz. Yani içinizde doğuştan ya vardır ya da yoktur. Sanatı da ben bu kulvara sokuyorum. Bu durum bütün sanat dalları için geçerlidir.
Sinemaya olan ilgim ya da ilgimin olduğunu keşfetmem on yedi ile on sekiz yaşlarında tarih öğretmeni olan dayımın bana sarf ettiği bir iki cümleyle başladı diyebilirim. Üniversite hazırlık dönemindeyken dayım İzmir’e ziyaretimize gelmişti. Dayımla beraber yürürken ben farkında olmadan Yılmaz Güney’in sanırım “Umutsuzlar” filminin müziğini mırıldanıyordum. Bu durum dayımın dikkatini çekti ve onun yönlendirmesiyle beynimde birkaç lamba yandı aniden. Beynimin kıvrımlarında asılı duran odalardan bazıları aydınlanmaya başladı. Demek ki sinema diye bir şey vardı. Bunu ilk olarak o gün keşfettim. Cemal Süreyya’nın dediği gibi “O gün bu gündür huzurum yoktu.”
Sinema hakkında asıl bilinçlenmem Ege Üniversitesinde Sosyoloji okuduğum dönemlerde gerçekleşti. Üniversitenin baskın politik atmosferi ve öğrencisi olduğum Sosyoloji bölümünün bana kattığı entelektüel birikim sinemayla olan romantik flörtümü daha sağlam ve ayağı yere basan bir zemine kavuşturdu. Böylece sinema yaşantım pratik olarak başlamış oldu.
Senin pek çok oyuncudan farklı olarak yurtdışında da oyunculuk tecrüben var; özellikle de İran’da 5 filmde rol aldın. Bu açıdan bakıldığında sana göre İran sineması ile Türk sineması arasındaki benzerlik ve farklılıklar nelerdir?
Bu konuyu iki kısımda ele almak mümkün. 1979 İran İslam Devrimi sonrası ve 1979 öncesi İran rejiminin görece daha özgür ve sanatsal anlamda daha bağımsız olduğu iki farklı dönem. 1979 öncesi İran Sineması ile Türk Sineması arasında çok müthiş benzerlikler olduğunu söyleyebiliriz. Bunun nedeni de ana hatlarıyla Türk ve İran kültürlerinin ortak olarak beslendiği edebi eserler, görsel ve yazılı sanatsal yapıtlar olduğunu söyleyebiliriz. Sevgili için feda edilen hayatlar, zalim feodal erklere karşı verilen mücadeleler, zengin kız fakir erkek temalı filmler ve bunların arabeskle harmanlanmış anlatım biçimleri temel benzerlikleri oluşturur.
1979 İran İslam Devrimi sonrası İran Sineması oldukça farklı bir kimliğe bürünmüştür. Devrim sonrası ağır cinsiyetçi ayırımcılık, hayatın bütün alanlarının dinsel kurallara göre şekillendirilmesi ve uygulanan ağır sansür İran Sineması ile Türk Sinemasını birbirinden uzaklaştırmıştır. Bu durum şaşırtıcı bir biçimde İran Sinemasına göreceli olarak olumlu bir şekilde yansımış ve İran Sinemasına ayrı bir estetik anlayış katmıştır. İranlı senaristler, yapımcılar veyönetmenlerbu ağır sansür şartlarını kırabilmek filmlerini anlamından ödün vermeden ortaya çıkarabilmek için çok özgün anlatım biçimleri ve teknikleri geliştirmişlerdir. Artık İran Sineması Türk Sinemasından farklı olarak kendine özgü bir dil geliştirmiş, bir özgün sinema yaratabilmiş ve Akademi Ödülünü alabilecek kadar güçlü bir kimliğe kavuşmuştur. Doğal ışık kullanımı, sade hayatın olağan akışına uygun kamera hareketleri, abartıdan uzak oyunculuk ve insanın iç dünyasına yoğunlaşan senaryolarıyla İran Sineması, Fransız yeni dalgasını çok farklı ve ileri boyutlara ulaştırmıştır. Bana göre, Türk Sineması ise gün geçtikçe birkaç yönetmen haricinde tam anlamıyla Amerikan Sinemasına teslim olmuştur. Temel farklılıkları da bu şekilde özetleyebiliriz sanırım…
Sevgili Nuri sen sinemanın sadece oyunculuk kısmında değilsin senaryo da yazıyorsun. Bizlere en son yazdığın senaryondan bahseder misin ve 5 dil bilen biri olarak farklı dillerde de yazıyor musun?
Tabi ki! Yazdığım filmin ismi “ Yabancı.” Senaryoyu Tolstoy’un o meşhur cümlesinden esinlenerek yazdım. “Bütün muhteşem hikayeler iki şekilde başlar, ya biri bir yolculuğa çıkar ya da şehre bir yabancı gelir.” Film ağır psikolojik travmalar geçiren Suriyeli bir mültecinin kendi yurdunu terk edip Türkiye üzerinden Avrupa’ya kaçış hikayesini anlatıyor. Senaryonun adı “Yabancı” çünkü, bu kaçış sürecini ele alırken aynı zamanda sosyolojik anlamda yabancılaşma kavramını özellikle de kişinin kendine yabancılaşmasını anlatmaya çalıştım.
Türkçe dışında Kürtçe de yazıyorum.
Son olarak sinema sana ne ifade ediyor, edebiyat ve sinema ilişkisini nasıl yorumlarsın?
Ben sinemayı kelimenin tam anlamıyla sınıfsal bir savaşın estetize edilmiş, öncü birliği olarak görüyorum. Bütün sanat dalları ve özellikle sinema bana göre halkçıdır ya da halkçı olmalıdır. Zengin ile fakirin, sömüren ile sömürülen savaşında en temel karşı duruşlardan biridir. Daha güzel, eşitlikçi, yaşanılabilir bir dünya için kocaman bir ‘YETER ‘dir.
Sanat dalları içerisinde sinemayla belki de en fazla ilişki içerisinde olan edebiyattır. Sinema daha ilk dönemlerinden itibaren edebiyatın mirası üzerine konmuştur. Bunu en belirgin şekilde dünya klasiklerinin sinemaya uyarlamaları biçiminde görmekteyiz. Bu uyarlamalar, günümüzde de hem sinema dünyasında hem televizyon dizilerinde artarak devam etmektedir.