Hasan Öztürk ile “Üç Duraklı Yolculuk” Sohbeti
GÖNÜL TÜRÜT / gnl.trt3@gmail.com
GÖNÜL TÜRÜT: Sayın Hasan Öztürk, yeni kitabınız “Üç Duraklı Yolculuk” hakkında konuşmaya başlamadan “eserin anlaşılması için ilk kilit yazardır” düşüncesiyle eserinizin anlaşılmasına yardımcı olacağını düşünerek sizi tanımak adına sormak istiyorum: Yazarlar, hep yazar zannedilir, gerçekte öyle midir? Yazarlar okurlar mı? Siz, neler okuyorsunuz?
HASAN ÖZTÜRK: Cevabı hayli zor olan bu soruyu, tek sözcük “evet” ya da bir cümlelik “Okumak dolmaksa yazmak boşalmaktır.” karşılığıyla cevaplayarak geçebilseydim keşke. Sartre’ın, yüz elli sayfalık Sözcükler adlı kitabının “okumak” ve “yazmak” başlıklı iki bölümden oluştuğunu söylersem meramımı anlatmış olurum herhalde. Roman Gibi kitabının yazarı Daniel Pennac, insanı anlatırken “Sürü halinde yaşadığı için topluluk içinde oturur ama yalnız olduğunu bildiği için okur. Bu okuma ona, başka bir arkadaşlığın yerini alamayan ama bir başka arkadaşlık tarafından da yeri doldurulamayacak bir yoldaşlık sağlar.” diyor. Benim okumalarım da benim için “başka bir arkadaşlığın yerini alamayan ama bir başka arkadaşlık tarafından da yeri doldurulamayacak” içsel yolculuk olan okumalarımdır. Beni var eden okuduklarımdır, yazdıklarım değil. Okumaktan kesilmenin biraz da ölmek olduğunu söyleyen kişi, ayırımsız her birimizi uyarmıştır bu yargısıyla.
Flaubert, “kişi yalnız yarım düzine kitabı iyi bilse âlim olurdu” derken okumanın önemi kadar biçimini de önemser. Evet, yazan kişiler de okur elbette, üstelik Giorgio Manganelli’nin (Düzyazının İnce Sesi) uyarısıyla ‘yeni okumalar’ yerine daha çok, ‘yine okumalar’ yanlısıdır yazanlar. Kendileri için okur, başkaları için yazar onlar. Dönüp dönüp okuduğumuz kitapları yazanların biyografi bilgilerini sıralamanın anlamı yok ancak onların iyi birer okur olduklarını bilmeliyiz. Yazma eylemini, hayatı yeni bir gözle okumak olarak gördüğümden benden önce yazılanlar önceliklidir benim için. Hemen belirteyim, Oğuz Atay’ın, “kitaplar yüzünden acı çekiyorum, sanki hepsi benim için yazılmış” diyen roman kişisi olarak bakmıyorum yazılanlara, istesem de bakamam çünkü seçme yapmam gerekir. Başka kişilerin/yazanların da benim durumumda olduğunu bilelim. Her tür seçiş eylemi, bir biçimde bir vazgeçmeyi gerektirdiğinden kendimce Bacon’ın, “kitap vardır ancak tadına bakılmak içindir; kitap vardır yutulmak, kitap vardır çiğnenmek, özümlemek içindir” ilkesine uyarak okuyorum. Okuma serüvenimde ‘seçme’ ile ‘vazgeçme’ kararlarımın eksiklikler barındıran yönleri olduğunu da belirtmeliyim. Yanılmayan kim var ki yaşamda, ben olmayayım yanılan.
Kişinin kendisinden, özellikle de okuduklarından söz etmesinin zorlukları ve sakıncaları var. Zorluğu kendini bilememesinden, sakıncası ile durumunu ifşa etmesinden kaynaklıdır. Yazdıklarımı okuyanlar, benim neler okuduğumu az çok kestirebilirler. Kurmaca metin (roman, öykü) okumak önceliğimdir, deneme ve eleştiri yazıları da onlardan pek geri kalmaz. Edebiyat metinleriyle ilgili yazı yazmak, bir yandan edebiyatın kuramsal metinlerini diğer yandan da metni anlamayı kolaylaştıracak başka disiplinleri okumamı gerektiriyor, ben de okuyorum. Okuma ve yazma alanımız ne olursa olsun, geçmişe dönerek Eflatun ile başlamamız gerekiyor, ben de öyle yapıyorum. İsim listesi veremem elbette lakin ‘kılavuzu karga olanın…’ türündeki yergileri göze alarak -yabancıları, kurmaca yazarlarını ve başka disiplinler yazarlarını anmadan- yazdıklarından yararlandığım, bazı kitapları başucu kaynağım olmuş akademisyenlerden emeğini görmezden gelmeyi saygısızlık sayacağım birkaç ismi yazayım: Berna Moran, Nermi Uygur, Tahsin Yücel, Akşit Göktürk, Ahmet Cemal, Gürsel Aytaç, Murat Belge, Jale Parla, Sevim Kantarcıoğlu… Bu isimlere akademi dışından da birkaç ekleme: Sabahattin Eyuboğlu, Fethi Naci, Ahmet Oktay, Hilmi Yavuz, Oğuz Demiralp, Nurdan Gürbilek, Semih Gümüş… Tanpınar okumasaydım ‘ben’ olamazdım herhalde.
GÖNÜL TÜRÜT: Yazı konularınızı seçerken edebiyat üzerine var olan/bilinen sorunları araştırıp başka bir bakış getirmek mi yoksa keşfettiğiniz yeni bir duruma yönelmek mi daha uygundur sizin için? Çalışmalarınızı adlandırmak istersek siz kendinizi nasıl adlandırırsınız?
HASAN ÖZTÜRK: Yazı, yaşamın kendisiyle ilgilidir bu nedenle değişiklikler gösterir zaman içerisinde. Günlük gazete ya da sanal ortam gibi periyodik yayın organının belirli bir ‘konu’ yazarı iseniz yazacağınız alanın çerçevesi az çok belirlenmiş olur. Benim gibi olanlar için böyle bir durum söz konusu değil ancak bu, benim her konuda yazı yazacağım anlamına gelmez elbette. Yazılarım edebiyat odaklı ancak zaman zaman edebiyat dışı konularda yazıyorum. Edebiyat dediğimizde bu kavram, kendi iç alanı ve diğer sosyal bilimlerle ilgisi göz önüne alınırsa çok geniş bir dünyayı kapsıyor. Çoklukla roman ve öyküler hakkında yazmayı öne çıkarıyorum, şiir ve tiyatro hakkında pek yazı yazamadım ne yazık ki… Yazılarımda, kurmaca metinler üzerinden edebiyat-özgürlük-otorite ilişkisini sorgulamak ve bir de doğrudan ‘yazı’ ediminin kendisini yazmak da ilgimi çekiyor. Belirleyici toplumsal sorunları, dönemleri (27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül vb.) konu edinen romanlar hakkında yazmayı önceden planlayıp sırası gelince de yazıyorum. Bazı isimlerin doğum-ölüm yıllarını bahane ederek haklarında yazı yazdığım da oluyor. Böyle olmayıp da serbest bir yazı yazdığım çok olmuştur. Yeni yayımlanmış bir kitap bende iz bıraktığında onun başka okurların gündeminde yer alması için yazmak istiyorum kimi durumlarda. Kurmaca metinler, yeni kitaplar ya da edebiyat dışı konular, hangisi hakkında yazarsam yazayım son sözü söyleyen kişi değilim ben. Benim kaleme getirdiklerimi benden öncekiler yazdığı gibi benimle olanlar ve benden sonrakiler de yazacaklardır. Yazdıklarımın ne’liğine gelince… Adlandırmak, buna isterseniz kategorize etmek deyin, sorunlu ve biraz da ayrıntıyı yok edici, törpüleyici bir durum. Öykü, roman, tiyatro türünde kurmaca metin ya da şiir yaz(a)madığım belli, burada sorun yok. Ben, edebiyatın iyi okuruyla bir şeyleri yazı yoluyla paylaşıyorum; yazdıklarımın adının deneme, eleştiri, inceleme gibi türlerden biri olup olmaması önemli değil benim için. Ben, yaptıklarımı biliyorum, ne olduğuma benden başkaları karar verir.
GÖNÜL TÜRÜT: Kitapta anlattıklarınızı konuşmaya başlamadan önce (meraklısına cevap olması bakımından), genelden özele gitmek, en dıştan kapaklardan başlamak istiyorum: Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017) ve 2021 Şubat’ta çıkan son kitabınız; Üç Duraklı Yolcuk. Yedi kitabınızın adı da etkileyici ve çok özgün. Yine bu bağlamda sorayım, yirmi iki yıldır yayım sorumluluğunu üstlendiğiniz bir dergiyi, özel yaşamınızdaki işlerinizi, bir biçimde edebiyat ortamına eklediğiniz gençleri, yazı yazdığınız başka dergilerle sanal ortamları, edebiyat okuruna sunduğunuz yedi kitabı… Nasıl böyle sahipleniyorsunuz, bu motivasyonunuzu besleyen kaynak nedir?
HASAN ÖZTÜRK: Görüşmemizi yalnızca bu uzun soru üzerinden yapsaydık yeterli olurdu gibi geliyor bana. Cevaba nereden başlayacağımı kestiremedim doğrusu. Yapıp ettiklerim hakkında söylemem gerekenin ilki, yaşam dediğimiz o büyük görüntüye bakış tarzımın etkili olduğudur. Bunda, Tanpınar’dan mülhem ‘hayata estetik gözle bakma’ tarzımın önemli payı vardır. Kadim zamanlardan bize gelen “kendini bil” sözünü gerçekten önemsiyorum. Kendini bilmek, haddini bilmektir, haddini bilmek ise ne yaptığını ve yapabileceğini bilmektir; ‘yapar gibi görünmek’ yanıltıcıdır. Ben, olduğum yeri bilmeyi öncelikli iş bilirim, sonrasında gidebileceğim yerin neresi olduğunu belirleyebilmek adına. Sorunuzda, gücünü nereden bulduğumu sorduğunuz yaptıklarım, yapılması gerekenlerin ne kadarıdır bilemem ancak zamanı ölçülü ve verimli kullanmak, her birimizin önemseyeceği bir ilke olmalıdır.
Adını verdiğiniz çalışmalara gelince… Öncekileri bir yana bırakırsak 1985’te başlayan yazı yaşamım, yolun yarısını bulmuş demektir. Bu sürede sayıları otuzu bulan ulusal nitelikli farklı yayın organı (gazete-dergi) ile birkaç sanal ortamda yazdım ve yazıyorum. Sözünü ettiğim bu yazı alanlarının bazıları, yayınlarını sonlandırdı, bazılarında ise yazmayı ben sonlandırdım. Söylediklerim arasında periyodik yazdıklarım da oldu ancak yazı görevimi aksatmadım. Şimdilerde; Roman Kahramanları, Kitap-lık, Mavi Yeşil ve Edebiyat Nöbeti adlı dergiler ile Aksi Sanat, k24 ve Litera Edebiyat başlıklı sanal ortamlarda aralıklarla yazıyorum. Yaşama ve yazma enerjimi; hücrelerini yenilemeyi başarabilen organizmamdan, eklediklerimle zenginleştirdiğim yaşam(ım)dan ve çevremdeki güzel insanlardan alıyorum. Mavi Yeşil, asıl sorumluluğu bende olmakla beraber bir dergi olmanın ötesinde bizim için el birliğiyle büyüttüğümüz çocuğumuzdur. 2000 yılının başında, A4 ebadında on altı sayfalık bir dergi olarak başladık. Bu görüşmeyi yaptığımız günlerde Mayıs-Haziran 2021 tarihli 129. sayımızı okurlarla buluşturduk. Yirmi ikinci yılın ortasındayız ve bugüne dek hiçbir sayımızı aksatmadık. Adlarını ilk kez Mavi Yeşil sayfalarında duyuranların şimdilerde kitapları yayımladı ve o kişiler başka dergilerin de yazarları, onları seviyorum. Yedi kitabım, yolun yarısı sayılacak zaman içerisindeki yazılardan seçilenlerle oluşturuldu, onlar da dergimiz gibi paylaşımcı çalışmalarla okura ulaşmaktadır. Kitaplarımın biçimlenişi, hatta bazılarının adlarının bulunuşu bile ortak çabalarla gerçekleşmiştir. Edebiyatın büyük sorunlarını çözmek gibi bir kaygımın olmayışına benzer biçimde popüler kültüre eklemlenmeyi de düşünmüyorum, çevremdekilerin de yapıp ettiklerime yakınlık duymalarının nedeni budur. Şarkının sözlerinden esinle söylersem her yaparsak yapalım ‘aşk ile’ yapıyoruz, o kadar.
GÖNÜL TÜRÜT: Kitabınızın, “edebiyat” dediğiniz birinci durağına John Sutherland’ın “Edebiyat, kendi zihnimizden daha büyük zihinlerle kurulan bir diyalogdur” alıntısıyla başlamışsınız. Bu ülkenin edebiyata dair zihinsel şeması “bana edebiyat yapma” ile sınırlı bir çoğunluğunu da inkâr edemeyeceğimize göre her bölümün başındaki ilham verici ve açıklayıcı alıntılarla yazılarınızda her kesime el uzattığınızı söyleyebilir miyiz? Hasan Öztürk kimin için, ne için yazıyor? Sizin kendi okurunuza söyleyeceklerinizi sizden öğrenebilir miyiz?
HASAN ÖZTÜRK: Kitabımın hemen başlangıcında Augustinus’tan, ardından her üç bölümün başında ise değişik kişilerden birer alıntı var. Bölümlere ayırdığım son üç kitabımda bu tür alıntılara yer verdim. Önceki kitaplarımın yalnızca başlangıçlarıyla bazı yazımlarımda alıntılara yer verdim. Baudelaire’in Modern Hayatın Ressamı kitabında ‘fragmanlar’ hakkında söyledikleri kadar olmasa da alıntılarımın işlevsel olduğunu düşünüyorum. Bu yaptığım, okuruma okuyacakları için bir uyarı olduğu kadar yolculukta yalnız yürümediğimin kanıtıdır.
Kimin için ve ne için yazdığımız sorusunun cevabı müşküldür, yani yazan herkese göredir ya da cevapsızdır. Rousseau haklıysa eğer “Yazmak, varlığımızdaki hayaletleri atmaktır.” Kültür zihniyeti iğdiş edilmiş dünyanın ve Türkiye’nin güdükleşen edebiyat ortamında, yazmanın ne manaya geldiği çok bilinmeyenli bir denklemdir. Ne ki bu dünyanın edebiyatı tam da bizlerin yazı yazacağı günlerde böyle çoraklaşmadı. Bütün zamanlarda hayat yaşanırken ‘sıradanlık’ geçerli olduğundan, Nabizade Nazım’ın Vahit Efendi’sinin deyişiyle “Zevk-naşinaslara (zevksiz kişilere) havadis-i edebiye keçiye kavaldan beter” (Seyyie-i Tesamuh) sayıldığındandır ki ‘iyi edebiyat’, yaratıcıları öldükten sonra itibar gördü. Dünya için Montaigne ile Cervantes’i dinlemek yeterliyken bizde Tanpınar ve Oğuz Atay’ın yaşadığı, bu duruma tanıktır. Şimdi, ne için ve kim için yazdığımız sorusuna, ayrıntılarından temizlenmiş ‘yazmaktan başka seçeneğim olmadığı için yazıyorum’ cevabını verebilir miyiz, sanmıyorum. Sartre, Edebiyat Nedir? kitabının girişindeki başlıksız açıklamayı, “Yazmak nedir? Kimin için yazıyoruz? Gerçekte, kimse bu sorular üzerinde durmamış galiba.” cümleleriyle bitiriyor. Yazıyı seçenlere Sartre’ın o günkü, “başkalarına aktaracak kadar değerli bir şeyiniz var mı” ve bir de “dünyanın hangi görünüşünü örten perdeleri kaldırmak istiyorsun, bu ortaya çıkarışla hangi değişikliği getirmek istiyorsun” sorularını bugün de sorsak, belirsizlik aydınlanmaz. Yazı yoluna çıkacakların, kitabımdaki “Kadim Soru ‘Kimin İçin Yazıyoruz?’ ve Calvino’nun Cevabı” yazımı okumalarını özellikle isterdim.
Yazı, sözcüklerin yardımıyla dünyayı yeniden kurmak ya da yeni bir dünya kurmaktır yazar için. Sözünüzle ‘dünyayı yeniden kurmak’ iddiası, kurulu dünyası yıkılacak otoritenin işine gelmez, ayrıca ‘yeni bir dünya kurmak’ da sıradanlığa alternatiftir ki kalabalığın algısına sığmaz. Böyle de olsa yazar, okuru için yazar. Kendisi için yazanların doğru söylemediğini düşünürüm ben. Yaşadıklarım ile okuduklarım kendi iç sesimle buluşunca söyleyecek sözüm oluyor, sözümü söylemezsem bir yerin eksik kalacağını düşünüyorum ve bu gerekçeyle de yazıyorum. Edebiyatın/yazının bütün sorunlarını çözmek ya da kalabalığın beni okuması değil kaygım. Şiir ya da kurmaca metin yerine, metinlere yönelik yazılar yazmakla sesimi/sözümü sınırlandırdığımı biliyorum ancak başka seçeneğim de yok. Nabakov, “İyi Okurlar ve İyi Yazarlar” (Edebiyat Dersleri) başlıklı yazısında, “tahmin ettiğiniz gibi iyi bir okur, hayal gücü, hafızası, sözlüğü ve biraz sanat duygusu olan kişidir” tanımlamasıyla beni ve okurumu anlatıyor sanki. Kitabımda, Cemil Meriç’ın, Tanpınar’ın romanlarını neden okuyamadığını tartıştım bir yazımda. Bir başka yazımda Eflatun’dan Hamlet’e ve oradan sanat müziğimizin sözlerine ulaşan bir yolculukla insanın güzellik anlayışı irdeledim. Herkesin bildiğini yazmıyorum bu nedenle her tür okurun beni okumasını bekleyemem. Ovidius’un, Aşk Sanatı kitabındaki şu dizeyi okurlarıma söylemiş olayım: “Okumaya gönlü olan, gönüllü olur yanıt vermeye okuduklarına.” Kitabımın arka kapak yazısının son cümlesiyle bitireyim: “Edebiyatı eğlence olarak görmeyeler için Üç Duraklı Yolculuk kitabının her bir yazısı, Llosa’nın ‘tenya benzetmesi’ ayrıntısıyla bakıldığında edebiyatın, kişisel yaşama ortak oluşunun tanıklarıdır.”
GÖNÜL TÜRÜT: “İnsanın Daha İyi Bir Dünya Arayışı ve Edebiyat” yazısını okurken “Platon’un önemli olan yaşamak değil, iyi yaşamak!” sözünden hareketle, Thomas More’un ütopyasından bahsetmişsiniz. Giriş yazısı olarak bu yazı; özenle düşünülerek hazırlanmış bir iştah acıcı gibi. Bir yazar olarak Hasan Öztürk; içeride kim var, diye başını edebiyat dünyasının kapısından uzatan misafirlere “merhaba” deyip içeri davet ediyor, içerideki sessiz azınlığı, kalabalığa çevirmek istiyor gibi. Neden edebiyat, diye soranlara seçtiğiniz kitabın adıyla cevap verirken, okumaya, araştırmaya dair merak uyandırmak mı istiyorsunuz?
HASAN ÖZTÜRK: Bu görüşmenin zor sorularından birine geldik yine. Edebiyatın ne olup olmadığı ve edebiyatın insan için ifade ettiği anlamın ne olduğu, tarihin bütün zamanlarını kuşatmış bir tartışmadır. Buna bir de “iyi yaşamak” ile edebiyat ilişkisi eklenirse işimiz, içinden çıkılamaz bir boyuta evriliyor demektir. “Önce kelam vardı” sözüyle edebiyatın genel anlamdaki ‘sanat’ denilen kavramdan önce başladığını söyleyebiliriz ve kitabımın adındaki ‘yolculuk’ sözcüğü, bu muammalı serüvene bir göndermedir. Tanımlarının, açıklamalarının ve tartışmaların haddi hesabı olmayan bu ‘edebiyat’ kavramının; ‘dil’ ile yapılan bir etkinlik olduğunda ve bir de kavramın yaratıcı yönüyle bireysel, işlevsel yönüyle toplumsal olduğunda söz birliği edebiliriz. Bu uzun bahsi, Gregory Jusdanis’in şu cümleleriyle bağlamış olayım: “Edebiyat bir yandan uzun bir tarihi olan, toplum içinde kök salmış siyasi mücadelelere, ekonomik düzenlemelere maruz kalmış toplumsal bir kurumdur. Öte yandan, dilin düzanlamsal kısıtlamalarından, mantığın kurallarından ve bire bir anlam örtüşmesi zorunluluğundan ari, kendi içinde bütünlüklü bir kozmos yaratır. Edebiyatın dünyayı tekrar tekrar inşa edebilecek bir hareket alanı vardır; böyle bir özgürlük ancak rüyalarda ve deliklikte olur.” (Kurgu Hedef Tahtasında Edebiyatın Savunusu). Başlangıçtaki ‘ruhun terbiyesi’ işlevinden, zamanın evirip çevirmesiyle ‘anlamsız bir oyun’ biçimine dönüşme sürecinde ‘edebiyat’, Jusdanis’in deyişiyle “ [D]oğru söylediğini iddia eden bir kurgudur. Biz de onun hakikatlerine bel bağlarız.” Edebiyatın bizi bu denli kendi alanına çekmesi, onun büyülü varlığının dille sağlanmış ve gerçeği ters yüz eden çok anlamlı yapısıdır. Kültürel bir dünya kurar edebiyat, bu özel diliyle önce içinde doğduğumuz topluma, sonra alt kültürlerin toplandığı medeniyet dairesine ve nihayet dünyanın bütününe ekleniriz edebiyat ile. Nermi Uygur’un, “Çok-düzeyli bir uzaydır edebiyat. Örneklerimizi ne denli geniş tutarsak tutalım gene de bir köşeciğinde kalırız bu uzayın.” açıklaması, edebiyatın büyük evrenindeki küçük yerimizi gösterir. Anne karnı, ilk ve ortak sığınağımızdır, her birimizin oradan çıktıktan sonraki durumu ise cennetten dünyaya düşmüş Âdem ile Havva’nın huzursuzluğudur. Her birimizin güvenli limanlar aradığı bu dünyada edebiyat, benim için sığınılacak güvenli bir limandır. Pek çok kişinin, kendi esenliği dışında çıkar beklemeden sığındığı bu liman, dışarıda kalanların çoğu için de ulaşılmak istenen bir dünyadır. Bunun böyle olmasının başat nedeni, edebiyatın varlık nedeninin doğrudan insan olmasıdır, insanın olmayacağı bir dünyada edebiyatın da olmayacağıdır. Nermi Uygur’un iki cümlesini aldığım İnsan Açısından Edebiyat kitabının son cümlesiyle özetleyeyim: “Tok da olsa karın, güdüktür edebiyatsız insan.”
Her geçen gün anlam kaybına uğrayan dünyamızda ‘nasıl yaşamalı’ sorusunun cevabını giderek güçleşiyor. Eflatun’un vurgu yaptığı “iyi yaşamak” arzusu bir ütopyaya dönüşmüş durumda. Yakınmalara bakıldığında kötü yaşadığımız belli de iyi yaşamayı öğreten yok bize. Kim bilir, hayatımızdakilere aradığımız anlamı kendimizin ekleyeceği gerçeğini unutup da başkalarından bekliyoruz karşılıksız iyiliği. Samed Behrengi’nin anlatısındaki “Ben yaşamın nasıl bir şey olduğunu öğrenmek istiyorum, durmadan aynı şeyleri yapmak, yaşlanana kadar başka bir şey yapmadan yaşamak olmaz, dünyada yaşamanın anlamı bundan fazla olmalı.” diyen o ‘küçük kara balık’ var ya her birimizin onun diline ihtiyacı var. Andrey Platonov’un “Yuşka” (Dönüş) öyküsünde olduğu türden bütün kötülükleri üstüne yıkacağımız günah keçisi arıyoruz, kendi aklanmışlığımız için. İsa’dan üç asır önceki Epikuros’ün sorusu, bugün bizim de sorumuz ‘iyi yaşamak’ adına: “Tanrı kötülüğü önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor? Öyle ise o güçsüzdür./ Gücü yetiyor da kötülüğü önlemek mi istemiyor? Öyle ise o iyi niyetli değildir. / Hem gücü yetiyor hem de kötülüğü önlemek istiyor ise kötülük nereden geliyor?” Anlaşılan sorun büyük, bu durumda her birimiz kendimize bakalım, el birliğiyle ‘iyi yaşamak’ için dünyayı güzelleştirelim ama nasıl? Edebiyat kuramcısı Terry Eagleton’ın “Mutluluk, olduğumuz bir şey olduğu kadar, yaptığımız bir şeydir de.” (Hayatın Anlamı) sözünün esiniyle bu hayata eklediklerimizle mutlu olabiliriz hayattan aldıklarımız ile değil, diyeyim. Belki de kaybettiklerimizle çünkü bizim kaybettiklerimiz başkalarının kazancıdır, herkesin kazanmak iddiasındaki bir dünyada birlikte yaşamak güç. Kendi adıma, dünyayı güzelleştirerek yaşanmaya değer kılacak gücün, dünyanın kötülüklerinden korunağımız sanat olduğunu düşüyorum bu nedenle şarkımızın, “aşktan mahrum kaldıysan desene ki güzelim sen hiç yaşamamışsın” sözlerini önemsiyorum. Dikkat edelim, içimizi dünyalıklarımızla doldurdukça dünyamızın içi boşalıyor. Suut Kemal Yetkin, her okuyuşumda ayrı bir tat aldığım “Niçin Roman Niçin Şiir Okuruz?” başlıklı yazısında “Roman okuyarak, şiir okuyarak varlığımızın darlığından kurtuluruz. Yaşayamadığımız hayatları yaşayarak genişler, yaşadığımız renksiz günlerin bile, dönmemek üzere gittiği için değerlendiği duygusuyle zenginleşiriz.” diyordu. Baudelaire’in ‘kötülük içinden bir güzellik çıkarmak’ işidir edebiyat yaklaşımı da budur işte. Sevgisiz ve sanatsız bir dünyada ‘iyi yaşamak’ ne mümkün… Kitabımın arka kapak yazından bir cümle: “Ne biçimde şekillenirse şekillensin geleceğin dünyası, orada edebiyat olacak, okunacak ve bizler edebiyat metinlerini okumayı bildikçe de edebiyat, içimizdeki dünyayı zenginleştirerek bizi olduğumuzdan daha bir insan yaparken içinde yaşadığımız dünyanın gidişatını anlamamızı da kolaylaştıracaktır.”
GÖNÜL TÜRÜT: Kitabınızda sık sık yaratıcı yazar, kurmaca metin terimlerine yer verdiğinizi görüyoruz. Yaratıcı olmayan bir yazarın varlığı gibi kurmaca olmayan bir metinin de sanat eseri olması mümkün müdür? Neden yazarın önüne yaratıcı, metinin önüne kurmaca sıfatlarını getirmek zorunluluğu hissediyorsunuz?
HASAN ÖZTÜRK: Bugünkü kullanımıyla ‘yazar’ sözcüğü de ‘edebiyat’ gibi, kendisine taşıyabileceğinden çok anlam/lar yüklenmiş görünüyor. Georges Jean, okuru ‘yazı’ adına uzun bir yolculuğa çıkardığı Yazı İnsanın Belleği kitabıyla ‘yazar’ sözcüğünü kullanmamıza olanak sağlar. Bugün için ‘yazar’ dediğimizde o kişinin kâğıdıyla kalemini kullanarak bir şeyler yazmasıyla başlayabiliriz ve öylece de oluşan bir ‘edebiyat’ kavramı belirir. Olmayan öykü ya da roman metnini kurgulayan yazar ile önündeki o metni inceleyen kişi de yazıyor, Montaigne’in seyahat kâtibi benzeri, bir yetkilinin söylediklerini herhangi bir ekleme yapmadan yazan bir kişi de yazıyor. Şairler, kendilerini ayrıca konumlandırdı diyelim, ilginç değil mi sizce de öykü, roman, tiyatro, deneme, eleştiri vb. türlerde yazısı olanların her biri ‘edebiyatçı’ ve aynı zamanda ‘yazar’ olarak adlandırılıyor. Oysa öykücü ile eleştirmen, aynı ‘yazar’ olmamaları gerekiyor. İşin garip yanı, kurmaca ile didaktik yazarlık türlerini kendisinde toplayanlar var: Tanpınar gibi, Tahsin Yücel gibi ve Oğuz Atay kitabını roman okur gibi okumuşken şimdilerde kendisi de roman yazan Yıldız Ecevit gibi isimler… Bizde ‘edebiyatçı’ sözcüğüyle genel anlamda edebiyat işi ile uğraşanlar anlaşılırken kendilerine ‘yazar’ denilenler daha çok roman ya da öykü gibi kurmaca metinleri yazan kişilerdir ki işte onlar ‘yaratıcı yazar’ olanlardır. Burada belirleyici olan, dili kullanış biçimidir. Bir kişiye edebiyatçı dediğimizde onun sanatçı olan edebiyatçı mı yoksa araştırmacı olan edebiyatçı mı olduğu nasıl karışabiliyorsa bir kişiye yazar dediğimizde benzer karışıklık söz konusudur. Örneğin ben edebiyatçıyım ve başkaları onaylar ise yazar kişiyim ancak ‘yaratıcı yazar’ değilim. Edebiyattaki yaratıcılık için ‘ibda’(yaratma) önemli bir ayrıntıdır ki bu anlatım, dilin büyülü/mecazî yönünü gerektirir. Araştırmalarıyla hayretler uyandıran Jack Goody, eski Yunan toplumunda “aoidoi” (ozanlar) ile “rhapsodoi” (anlatıcılar) adlı iki grubun varlığından söz ederek festivallerde ‘anlatıcılar’ denilenlerin denetime tabi tutulduklarını buna karşılık ‘yaratıcı’ olarak bilinen ‘ozanlar’ takımına, söylediklerinin “bir metin aracılığıyla değil, Mousalar yoluyla” (Yaban Aklın Evcilleştirilmesi) geldiği için özgür kaldıklarından söz ediyor. Barry Sanders, “İngilizce grammar ve glamour (‘dilbilgisi’ ve ‘cezbetmek’) sözcüklerinin Latincedeki kökü aynıdır ve ‘büyü’ anlamına gelir, fakat bu sözcükler birbirinden ayrılarak farklı yönlerde yol almıştır. Grammar, doğru cümle yapılarını kurarak, glamour ise oynak bir bakış alarak büyü yapmaktır.” (Öküzün A’sı) açıklamasıyla dilin bu iki ayrı kullanımına dikkat çekiyor. Buradan anlaşılıyor ki ‘glamour’ deyişi, sözünü ettiğim yaratıcı yazarların dilidir ‘grammar’ ise benim gibi didaktiklere kalmıştır. M. Kayahan Özgül, araştırmanın sabır ve titizlik yönünü de örnekleyerek konuyu aydınlattığı “Sanat’tan Bilim’e Edebiyat” (Kandille İskandil) yazısında diyor ki İngilizlerde genel anlamdaki “writer” (yazar) sözcüğü varken “creative writer” (yaratıcı yazar) diyorlarmış ayırımı belirlemek için. Aynı şekilde Arapçada, ‘yazmak’ karşılığı olarak “ketebe” yanında bir de “harere” sözcüğü var, ikincisinden türeyen “muharrir’ de sözü edilen yaratıcı yazar içindir. Konu uzun, sorun büyüktür, toparlayalım: Yaratıcı yazarın yazdığı, bizi doğruluğuna inandırmaya çalıştığı yalandır ki okurunda hayranlık, heyecan, şaşkınlık yaratır, estetik bir zevk uyandırandır. Diğeri ise öğreten, yol gösterendir. Her ikisinin de ustalığı, dil işçiliğindedir bence.
GÖNÜL TÜRÜT: İki önemli öykü yazarı var kitabınızda: Mektup yazdığınız Oğuz Atay ve öykülerini incelediğiniz Sait Faik. Yalnızca bir öyküsü için o uzunca mektubu yazdığınız Oğuz Atay ile yazı yazmanın bir tutku olduğunu anlatmak için “yazmasaydım delirecektim’ diyen Sait Faik’i seçmiş ve onun tüm öykülerini incelemişsiniz. Aslında yazmanın kendileri için bir tutku olduğunu söyleyen pek çok yazar varken seçtiğiniz bu iki isim için neler söylersiniz?
HASAN ÖZTÜRK: Öyküleri için yazı yazdığım iki öykücünün metinlerinin niteliğini tartışmak ya da karşılaştırmak beni aşar ancak nicelik olarak ayrı yerde duruyorlar: Biri, edebiyatımızın çok kitaplı öykücüsü, diğeri tek kitaplı yazar. Biri, öykücü ama roman da yazmış diğeri romancı ve bir de öykü kitabı var. Seçtiğim iki öykücüden önce söylemem gerekenin, bizde öykü türünün son çeyrek yüzyıldır nicelik ve nitelik yönüyle gözle görülür bir gelişme gösterdiğidir. Edebiyatımızın kurmaca metinlerini -burada öykü elbette- okumamış, okuyamamış iken ‘batı edebiyatı ayarında yazarımızın yokluğundan’ yakınanların kendi tembelliklerini örtmeye çalıştıklarını bilelim öncelikle. Bir de edebiyatımızın öykü alanında kadın öykücüler adlarını ancak 70’li yıllardan sonra duyurabilmişken bugünlerde durum büsbütün değişmiştir. Öykü, yazar kadar okurun da önemsediği bir türdür artık.
Oğuz Atay’a bir öyküsü üzerinden mektup yazmamın gerekçesi, bir akademisyenin ortak bir kitap için benden yazı istemesidir. Ben yazımı yazdım ancak kitabın akıbetini bilemiyorum. Yazarlık yaşamı hepi topu sekiz yıl sürmüş Oğuz Atay, edebiyatımızın tartışmasız seçkin bir romancısıdır buna karşılık o, tek kitaplık öyküleriyle aynı ölçüde öne çıkmamıştır. Andığım her iki yazarın da yazdıkları, kendilerinden bağımsız okunamayacak metinlerdir.
Oğuz Atay, ilk romanıyla ödül almasına karşın sağlığında romanlarıyla da önemsenmiyordu, bunu bilmekte yarar var. Atay ile ilgili ilk yazım, “Çeyrek Yüzyıllık Roman: Tutunamayanlar” başlığıyla yayımlanmıştı. (Dergâh, Haziran 1995). Bugüne daha yakın bir yazım ise “Kendine Ait Hikâyesi Olanların Öyküsü: Korkuyu Beklerken” başlığıyla yayımlandı. (Arka Kapak, Nisan 2016). Oğuz Atay metinleri, farklı disiplinler aracılığıyla çok yönlü okumaları gerektiren çok katmanlı metinlerdir bu doğru ancak okunamaz metinler değildir. (Oğuz Atay okuyacaklar için Yıldız Ecevit’in “Ben Buradayım…” adlı kitabının başucu kitabı olacağını söylemeliyim.) Bir yazarı önemsemek başka bir şey, onu ulaşılmaz ölçüsüyle söz yerindeyse ‘putlaştırmak’ başka bir durumdur ve bu ikincisi doğru değildir. Bu, yazarın okunmasını engellediği gibi yenilerin onun ustalığından yararlanmasını da zorlaştırır. Yazarın metinlerindeki ustalıkları göstermek -zahmete katlanmak koşuluyla- asıl yapılması gerekendir. Yayımlanışını sağlığında göremediği “Demiryolu Hikâyecileri” öyküsü için Oğuz Atay’a mektup yazarken heyecanlandım ve aynı zamanda telaşlandım açıkçası. Mektubu yazarken bir dünyayı bir öyküye sığdırmanın ustalığını gördüm ve mektubumu bitirince de üzerimden büyük bir yük kalkmış gibi ferahladığımı söylemeliyim.
Sait Faik, okuduğum ancak geç keşfettiğim bir öykücüdür, bunu açıkça söylemeliyim. Bu eksikliğimi, kitabımdan sonra yayımlanan “ ‘Az Şekerli’ Bahane Asıl Maksat, Mehmet Faik’in Oğlu Hikâyeci Sait…” (Aksi Sanat, 11 Mayıs 2021) başlıklı yazımda belirttim. Sait Faik hakkında, 2017 yılı ortalarında iki ayrı dergide yayımlanan yazılarım, bir önceki kitabım Gündem Edebiyat (2017) içinde yer almıştı. Daha sonra Kayıp Aranıyor romanı için de yazdım. Hemen belirteyim ki o, edebiyatımızın “anadan doğma öykücü” unvanlı yazarıdır. Bu yeni kitabımda da Sait Faik için iki yazı yer aldı ancak “Sait Faik Öykülerinde Anlatıcıların Yazı Tutkusu” başlıklı yazım, bütün öykülerinin okunmasıyla yazılmış emek ürünü ve sonraki çalışmalara yardımcı olabilecek bir yazıdır. Doğa tutkunu Sait Faik, tartışılmaz bir ‘çevre’ yazarıdır ve bazı öyküleri, ilgili birimlerin/okulların kitaplarında kaynak metin olarak yer almalıdır. Sait Faik, balıkların ve balıkçıların yazarıdır ancak o, insan eliyle katledilen balıkların ve çalıştığı halde hakkını alamayan balıkçıların yazarıdır. Birkaç satır yukarıda andığım yazımın bazı cümleleriyle bitireyim: “Gündelik yaşamın içerisinden bir insan felsefesi çıkarmış Sait Faik, insan sevgisini edebiyatımızda az bulunur bir ustalıkla anlatmıştır. Başkaları da okumakta geç kalmasın ve Sait Faik’i önyargısız okusunlar isterim. Günlük yaşamın filozofu ve öykünün ustası Sait Faik, okul kitaplarının kapakları arasından çıkarılıp yaşadığımız bu dünyanın gerçekliğinde okunmalıdır daha fazla geç kalmadan. Ferit Edgü’nün şu cümleleri, ‘anadan doğma’ öykücünün okunma gerekçesidir: ‘Dostoyevski’nin Gogol için söylediği, ‘Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan geliyoruz’ sözünün benim kuşağımın yazarları açısından, Sait Faik için geçerli olduğunu yinelerim sık sık. Ölümünden birkaç ay önce yayımladığı Alemdağ’da Var Bir Yılan’la birçok şeyi bir anda değiştirmiş, biz genç yazarlara yepyeni yollar açmıştır.’ (Sözlü/Yazılı, 2016) ”
GÖNÜL TÜRÜT: Kitabınızın sonunda “Okunurken Bir Değer Satılırken Bir Nesne: Kitap’ başlıklı son yazınızda âdete tüm yazıların çıkarımını yapmış; Salinger’in: “Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canımın her istediğinde onu arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir. Ama öylesi pek bulunmuyor…” cümlesine yer vermekle kitabı okuyup bitiren okura müthiş bir ölçme ve değerlendirme finali hazırlamışsınız. Okur ve yazar için ne anlama gelir kitap?
HASAN ÖZTÜRK: Kitap, bir nesne değil, kültürel bir değerdir, bunu anlamamız gerekir. Kitabın tarihi, okurluğun da tarihi sayılacağından yazar-kitap-okur üçlüsünü birbirinden ayrı düşünemeyiz. Yeri gelmişken söyleyeyim Alberto Manguel’in Okumanın Tarihi, benzersiz bir başucu kitabıdır bu konuda. Kitap, yazarı ile okurunun paylaşamadığı bir sevgilidir. Kızlarını evlendirecek anne-babanın hüzünlü halidir yazarınki çünkü emeğiyle büyüttüğü değer, elinden uçup gitmektedir. Bilelim ki yayımlanmış bir kitap yazarının değildir artık. Öyle de olması gerekir, okurun gözüyle buluşmayan kitabın matbaa nesnesi olmanın ötesinde bir değeri olmaz. Okur, söyledikleriyle yetinmeyip de söyleyemediklerini de anlaması beklenen anlam kazandırıcıdır. Enerjisiyle kitabını var eden yazarın, kitabının varlığıyla öldüğüne dair kuramsal görüşler de yaygındır. Oğlunu evlendirecek anne-babanın sevinci vardır okurda, beğenip sevdiği, nihayet kendisinin olacaktır. Bu; aradığını bulma, birbirini tamamlama ve zenginleştirmedir. Böyle bir sevgiye mazhar olmuş kitap şanslıdır elbette. Bu şansı yakalamak da kolay değildir, her kitaba nasip olmaz. Bunun böyle olmasının nedeni kitabın içeriğiyle okurun niteliğine bağlı olduğu kadar okurun kitaba ulaşma biçimlerine de bağlıdır. Bütün bu söylediklerime Cesare Pavese’nin şu uyarısını da eklemeyi gerekli görüyorum: “İnsanlar için söz konusu olan, kitaplar için de geçerlidir. Onları ciddiye almak gerekir. Ama işte bu nedenle onları putlaştırmaktan, yani tembelliğimizin araçları yapmaktan kendimizi alıkoymalıyız.”
Görünmeyen çok kişinin emeğiyle var olan kitabın yazar ile okur dışındaki sahipleri için Manguel’in kitabına ek olarak kitabımda değerlendirme yazısı olan Edebiyatın Kısa Tarihi adlı kitaptan bir bölüm eklemek istiyorum: “Kitapseverlerin buluştuğu bir parti düşünün. Partinin ev sahibi, zengin kitaplığını göstererek gururlu bir ifadeyle ‘Bunlar benim kitaplarım!’ der. Kitaplığı gözden getiren bir yazar neşeyle ‘Görüyorum ki benim kitaplarımdan birine sahipsiniz –hoşunuza gitti mi?’ diye sorar. Kitapları inceleyen bir yayıncıysa ‘Bizim kitaplarımızdan birçoğuna sahip olduğunuzu görmek mutluluk verici’der. Bir anlamda hepsi haklıdır:” John Sutherland’ın “haklı” dediği kişilere; editörü, grafikeri, kapak tasarımcısını, dağıtımcıyı eklemezsek liste eksik kalır. Sonrasında eleştirmen eklenir bu listeye. Kendi adıma söylersem her bir kitabım, iki kızımın yeni kardeşlerinden biridir.
GÖNÜL TÜRÜT: Kitabınızı okurken kendimi, darı ambarına düşmüş tavuk gibi hissettim. Tavuk teşbihini özellikle yaptım. Hangi yazıyı okusam kalemle altını çizerek orayı gagaladım? Tavuğun, darıyı gagaladıktan sonra yutmak için kafasını kaldırdığı gibi, ben de okurken kafamı sık sık kaldırıp notlar çıkardım. “Üç Duraklı Yolculuk” kitabı; Divan edebiyatından tutun da Dünya edebiyatına kadar okuyucunun önüne sunulmuş bir açık mutfak gibi. Antik Yunan Edebiyatı’ndan divan edebiyatına, oradan bugünün edebiyatına kadar okura geniş bir perspektif sunuyorsunuz. Akademisyen yazarlar, sadece belirli bir alanda uzmanlaşıp çalışırken bu özgürlükten sanki yoksun kalıyor, devamlı aynı yerde dönüp dolaşıyorlar. Siz yazarken özgür müsünüz? Her özgürlüğün bir bedeli vardır diye diyenleri taban alarak sorayım, bu özgürlüğün bir bedeli var mıdır?
HASAN ÖZTÜRK: Özgürlük üstüne söylenmiş onca söz arasından Namık Kemal’in iki dizesi, bugün için de kavramın büyüsünü göstermeye yeter sanırım: “Ne efsûnkâr imişsin âh ey dîdâr-ı hürriyet/ Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten.” Birey olarak özgürlük alanlarımızı birbirinden büsbütün ayırarak her birinin sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini kestirmek, mümkünün sınırını zorlamak olur. Sorduğunuz, yazı konusundaki özgürlüklerimiz ise doğrudan düşünce özgürlüğü sorununa çıkarıyor yolumuzu. İfade edilmeyen, edilmeyecek düşüncenin özgürlüğü kimseyi rahatsız etmez bu nedenle kendi zihninizde hapsettiğiniz düşünce kimsenin umurunda değildir. Düşündüklerinizi sözlü ya da yazılı biçimde ifade ettiğinizde karşınızda mutlaka bir güç vardır ve bu güç, bir biçimde size sınır çizer. Hemen belirteyim ki sözünü ettiğim bu özgürlük sınırlayıcı güç, sanıldığı gibi yalnızca siyasal iktidar gücü değildir. Zaman, mekân, editör, eleştirmen, okur, yayıncı, akademi, anlatımın kuralları, yaşadığınız sosyal çevre, aile yakınlarınız vb. Sözünü ettiklerimin her biri, belki daha fazlası, ‘ifade-i meram’ konusunda bir biçimde etkilidir. Garip gelebilir ama iktidar gücü tarafından ifadesi kısıtlanan her kişi, üretkenliğini artırarak yeni çıkış kapıları arar, böylece yaratıcılığını geliştirir. Buna karşılık, saydığım ilkin dikkate alınmayan diğer engeller ise kuralcı, bıktırıcı ve enerji düşürücüdür, çok zaman zararlıdır da.
Jules Renard, “Yazan el her zaman okuyan gözü bilmezden gelse keşke.” (Yazmak Üzerine Notlar) diyor ya ben de şairin belirlemesiyle ‘yolun yarısı’ sayılacak bir zamandır yazan birisi olarak bu “keşke” sözcüğünden büsbütün uzak değilim elbette. Özgünlük, doğrudan doğruya özgürlükle ilgilidir bence. Özgürlüğünüz için bir bedel ödememiş iseniz özgünlüğünüz yok demektir çünkü bir şey olmak, bir başka şeye dokunmadan olmaz. Şunu açıkça söylemeliyim ki ben; istenildiği için değil, istediğim için yazıyorum. Bu durum, her istediğimi söyleyeceğim anlamına gelmez elbette ben, söyleyeceğimi ve söyleyeceğim biçimi seçiyorum. Kitabım için söylediğiniz, “Antik Yunan Edebiyatı’ndan divan edebiyatına, oradan bugünün edebiyatına” bir tür “açık mutfak” benzetmesi, öncelikle benim okumalarımla ilgilidir. Bu okumaları, kendi iç yolculuğum için yapıyorum, ben yazmasam da değişen pek bir şey olmaz, onlar oradadır. Yazım, bir tür paylaşımdır. İçsel yolculuğumda beni zenginleştirirken yolumu da uzatan bu okumalarımla görüyorum ki yeni bir şey söylemiyoruz, belki her birimiz yeni bir dille söylüyor o kadar. Bilindik söyleyişle ‘gök kubbenin altında söylenmedik bir şey yok’ yani. İşin özü, yukarıda gök kubbeyi görmekte ve onun altındakileri bilebilmekte. Bugün yazı/şiir, dolayısıyla da onların çevresindeki kavramlar için Tanpınar okuyorsanız yolunuz Aristo’ya, Eflatun’a da çıkıyor demektir; soluğunuz yetmez de kadim zamanlara yürüyemezseniz yazdığınız kendi bilebildiğinizdir, o kadar. İsa’dan handiyse bin yıl önceki yazarın Odysseia kitabında konuşmalar “kanatlı söz” ile başlıyor, bugünkü şiir de o işte: kanatlı söz. Ben, dünyanın edebiyatındaki iyi metinlerin birbirlerine eklenerek var olduklarını düşünüyorum.
Akademik camia, netameli bir konu, pek söz söylemeye gelmez ya ben özgürlük haklarımı kullanayım yine de. Öncelikle şunu söylemem gerekir herhalde: Belirttiğiniz ‘alan daralması’ sorunu, modern dünyanın ‘iş bölümü’ dayatmasıyla ilgilidir. Geçmişe doğru gidildiğinde bir kişide toplanan zenginlikler farklı alanlarda iken bugünkü çalışmalarda yalnızca ‘belirlenmiş’ bir alan öngörülüyor. Düşünün ki bir köyde ya da kasabada hemen herkes birbirinden haberdar iken şimdi apartmanda daire komşunuzu tanımıyorsunuz; bunun gibi bir şey. Herhangi bir alanda genelleme yapmayı doğru bulmuyorum çünkü yazdıklarından benim de yararlandığım akademisyenler var. Medyaya yansıyan alıntı/çalıntı sorunları bir yana, yazdıklarını ilgili akademinin komisyonu ve editörün dışında okumamış ne çok akademisyen bulabilirsiniz. Kaldı ki onlara yazdıkları da denemez, toplayıp bir araya getirdikleri diyelim. YÖK’ün istediği bir tür ‘belge’ nitelikli, kuralına uygun yazıları hakemli dergilerde yayımlatmak ya da adı ne olursa olsun bir kitap çıkarmak, ‘akademik terfi’ işine yarayabilir ancak onların edebiyat okuru nezdinde bir karşılığı olamaz. Sözünü ettiğim türdekiler, iş yoğunluğu, bürokratik meşguliyetler ya da başka gerekçelerle ‘memurîn’ kalmaya devam edebilirler, bu bir seçim meselesidir. O tür dostların gündeminde edebiyat ortamı ya da okur kaygısı yerine ‘ikbal’ düşüncesi olabilir, bu da yadırganacak bir durum değildir. Benim o türde bir ikbal kaygım yok. Edebiyat ortamı, yol gösteren akademisyenler ile adının önüne bir şey yazılmayan buna karşılık yazdıklarından çok şey öğrendiklerim/iz ile var oluyor. Kitabımı, Pessoa’ya “karşısında alçalacağım bir şey varsa o da kendi açtığım bayraktır” sözü için ithafım, okuma ve yazma eylemimi özetler.
GÖNÜL TÜRÜT: Bu görüşmeyi, kitabın bölümleriyle bitirelim. “Üç Duraklı Yolculuk” kitabınızda ilk durak: Edebiyat; kinci durak: Öykü; üçüncü durak: Kitap… İleride yenilerini eklerseniz onlar hangi duraklar olur?
HASAN ÖZTÜRK: Edebiyat, emekliliği olmayan bir yaşam tarzıdır bu nedenle yolculuğu da bir ömürlük yolculuktur. Kaygısı olanların her biri kendi yolculuğunu tamamlamış olsa bile yola çıkanlar devam ederler, etmeliler. Bu yeni kitabım, üç ayrı duraktan eklenenlerle çıkılmış bir yolculuktu. Önümüzde zamanlarda okurlarımı yanıma alarak daha uzun ve biraz daha külfetli yolculuğa çıkmayı düşünüyorum. Şimdiden kesin söz söylemek doğru olmaz ancak yeni yolcuğun yükü belki bir tek durakta tutulması gereken yolculuk olacaktır. Edebiyatın ‘sevgili’ okurları ile ‘roman’ durağında buluşmayı, yeni bir yolcuğa çıkmayı düşünüyorum.
GÖNÜL TÜRÜT: Sayın Hasan Öztürk, siz dört yüz elli yıl sonra Montaigne ile görüştünüz, biz de yeni kitabınızın ardından sizinle görüştük. Açıklamalarınız için teşekkür ederiz.
HASAN ÖZTÜRK: Ben de teşekkür ederim. Bu görüşmenin yardımıyla yeni kitabım edebiyatın ‘sevgili’ okurlarına ulaşırsa ben de sevinirim. Bilge Karasu’nun, “Okur kitap arar ama kitabın da okuru bulduğunu ben çok gördüm.” sözü, benim kitabımım da kaderi olsun.