Seçil Avcı, 1984/İzmir doğumlu şairimiz. Şiirleriyle pek çok dergide karşımıza çıkmasının yanı sıra iki de şiir kitabı var. “Gürültüde Uyuyan Çocuklar” ismini taşıyan ilk şiir kitabı 2014 yılında Yasakmeyve yayınlarından çıktı. 2015 yılında Talat Sait Halman Şiir Ödülü’ne layık görüldü. İkinci şiir kitabı “Müşterek Rüya” ismiyle 2017 yılında yine Yasakmeyve yayınlarından çıktı. Müşterek Rüya, 2018 yılında Necati Cumalı Edebiyat Ödülüne layık görüldü.
Ondan bahsetmeyi dizelerine bırakacak olursak sokaktaki son çocuk derlerdi herhalde bize. Hani kaktüs tarlasında semiren son yara müptelası… kovulmuşlara gönüllü giden sonra… meyvesi acı bir ağaç… Ve ilk gözyaşına dönemiyor muyuz? diye soran kendi zaliminin katili…
Seçil Avcı ile, şiir atlasına kuş bakışı, kısa bir uçuş olarak ifade edilebilecek bir sohbet gerçekleştirdik.
Zahide Koçyiğit: “Şiire inanmak, Homeros ile Mallarme arasında her şeye karşın ortak bir şeylerin bulunduğunu düşünmektir.” Roger Caillois
Bu söze istinaden “şiire inanmak” konusunda ne düşünüyorsunuz?
Seçil Avcı: “Şiire inanmak” tabiri, şiirin hala yaşıyor olduğunu umut etmek fikrini de barındırıyor sanırım. Şiirin yaşıyor olması hayatın içinde kendimize anlamlı bir alan açabilmek için de önemli. Şiirin ne olduğu hep tartışılsa da şiir hep vardır. Homeros öncesinde de vardı elbette, sadece düşünceyle değil duygu ortaklığıyla kavranabilir bir sanat olması nedeniyle insanlık var oldukça şiir de olmaya devam edecektir diye düşünüyorum. Antik çağlarda Tanrısal söz niteliği taşıyor olması günümüzde önemi kaybettiğini göstermez. Şiir tamamen sözcüklerin gücüne dayanır. Bu güç geçmişte ilahi etkiler yaratırken günümüzde bambaşka yolculuklara neden olmaya devam ediyor. O nedenle ben sözcüklerin gücüne ve şiirin bu sezilen var oluş şekline inanıyorum.
Z.K : Özdemir İnce, şair ve yazarın toplumdaki yeriyle ilgili “İletişim çağının koşullarına karşın şairin ve yazarın ilkel toplumdaki görev ve yükümlülükleri değişmemiştir: Hekim, din adamı, tarihçi ve bilici.” diyor. Sizce şair ve yazarın toplum içinde ve karşısında yeri nedir? Tutumu ne olmalıdır?
S.A : Ben şair ya da başka bir sanat dalıyla uğraşan kimselerin topluma karşı bir sorumluluk içerisinde olmaları gerektiğini düşünmüyorum. Şiir yaşayan bir şeydir ve içinde üretildiği zamanın ruhuna zaten bağlıdır. İçinde yaşadığı toplumun dilinde dallanıp budaklanır, tıpkı çiçekler gibi yerini severse büyür, köklenir, uzun yaşar. Ya da yerini sevmezse solar, yok olur. Şair ilkel toplumlarda düşünür, büyücü, din adamı, devlet adamı gibi misyonlara sahip olmuş, zaman içinde de bütün bu kurumlarla ters düşmüştür. Çünkü şiir yazan kişi hem içinde bulunduğu toplumu iliklerine kadar duyumsayan hem de bütün bunların dışına çıkıp bakabilendir. Ancak bu iki perspektif ile sözcükleri tek tek işleyip damıtarak yepyeni ufuklar geliştiren duygudaşlıklar oluşturmak daha mümkün görünüyor bana. Şiir sadece içinde serpildiği dilin ürünü gibi görünür. Bu yerellik sorunu daha çok “Çeviri şiir mümkün müdür?” tartışmasından çıkıyor ve bu çok anlaşılır bir durum. Şu an çeviri şiir üzerinde durmayacağım ama dilden kaynaklanan bazı sorunlar mevcut olsa da şairin yüzünün evrensele dönük olduğunu ve yaşadığı dünyayı dil ile yaratıp çoğaltmaktan başka bir derdinin ya da misyonunun olmaması gerektiğini düşünüyorum.
Z.K : Yazarın/şairin yapıtın önüne geçmesi uzun süredir söz konusu. Popülist birçok süreli yayın da bu durumu besliyor. Nasıl değerlendiriyorsunuz bunu?
S.A : Şairin yapıtının önüne geçmesi sıkça olan bir durum. Benim gördüğüm bu durum ya şair çok başarılı eserler verdikten sonra ya da başarılı eserlerinin şairin vefatından sonra keşfedilmesi ile gerçekleşiyor. Popüler kültür şu an sosyal medya üzerinden tanımlanıyor, bizim çocukluğumuzdaki televizyonun bile bir hükmü kalmadı artık. Bazı şairlerin dış görünüşü hakkında hiçbir fikrimiz olmadan şiirlerini okuduğumuz dönemler geride kaldı. Öyle ki yeni nesil Cemal Süreya’nın portresini şiirlerinden daha çok tanıyor olabilir. Kapakta yer alan bir şair fotoğrafı, altında kime ait olduğu belli olmayan arabesk kokan aforizma benzeri cümleler sıkça basılarak tüketim alanına sokuluyor. O tarz yayın yapanlar da kendi kitlelerini buluyorlar elbette bunda bir sorun yok. Ama yeni nesil için şiiri kötü aforizmalardan öğrenmek şiirin ne olduğu konusunda yanlış anlayışa sahip bir kalabalık yaratıyor. Azınlıkta kalmak belki bu durumda iyi bir şeydir bilemiyorum, şiir olmayan söz dizileriyle kalabalık olmaktansa. Şairinin şiirinin önüne geçmesine bazen de yayıncılık anlayışları neden olabiliyor. Birkaç kitabı çok beğenilmiş ve adı artık şair olarak anılan kişilerin -bundan sonra sen ne yazarsan basarız, satarız- mantığına sürüklendiğini görmek üzücü. Belli bir isme ulaşmış kişilerin o noktadan sonra çok kötü eserler verdiğini görüyoruz maalesef. Kötü eser derken kime göre neye göre diye beni yargılayabilirsiniz. Ben bu noktada daha çok “isimsiz” bir başkasının o dosya ile yayıncının kapısını çalmış olsa reddedileceğini düşündüren eserlere kötü ya da olmamış diyorum. Bunu da o şairin daha önceki eserlerine bakarak kendi içinde değerlendirerek yaptığımı söylemeliyim. Ben iyi şairlerin bu eserlerine “karavana kitaplar” diyorum.
Z.K : Onlarca yıl önce Edip Cansever’in dikkat çektiği bir nokta var şiirimizde. Öyle ki dün saptanmışçasına güncel: “Her yeni ve deneysel bir dil, biçim arayan şiirler ‘iyi şiir/sıkı şiir’ olarak çabucak nitelendiriliyor.” Bu tespitten yola çıkarak neler söylemek istersiniz?
S.A : Biçim arayışı şiir için olmazsa olmazdır. Ben buna şairin kendi dilini bulma süreci diyorum. İşin en ağır ve zor kısmı da bu. Öte yandan günümüzde ‘deneysel şiir’ konuşuluyor. Bana göre öncelikli iki şey var; kelimelerin tınısı ve anlamı. Bu iki başat öge şiiri derinleştirerek yükseltmeli. Tek bir sözcüğün yerini değiştirebilmek için saatlerce çalıştığım oluyor. Süslü imgelerin ya da yalnızca ezginin şiiri kurtaramayacağını düşünüyorum. Hiç kullanılmamış bir imge buldum diye sevinmekle, onu yanlış kullanarak bir anda -saçma- ya düşmek arasındaki çizgi çok incedir. -Saçma- ya düştüğünüz anda okuyucunun zihnindeki tüm ışıkları söndürürsünüz. Şiirinizin yaratmaya çalıştığı iç yolculuk başlamadan biter. Bir okur olarak zihnimde hiçbir hareket yaratmayan imge yığınları gördüğümde arkama bakmadan kaçıyorum. Burada herhangi bir şiir kategorisinden bahsetmiyorum. Kimse anlaşılmasın diye şiir yazmaz. Şiirin varoluşuna ters. Elbette gündelik dil ile şiir yazılmaz. Yazarken dili hangi biçimle kullanmayı deniyorsam -saçma- ya düşmemeye ve okuru kör kuyularda merdivensiz bırakmamaya dikkat ediyorum diyebilirim.
Z.K : Şiirimizin önceki kuşağına baktığımızda ( 1950- 1980 arası yılları kastediyorum) bu dönem şiirlerinde içselleştirilmiş, sembolleşmiş mekanlar ya da dekorlar olduğunu görüyoruz: pasajlar, çarşılar, meyhaneler, meydanlar… Günümüz şiiri ve şairi açısından düşünürsek böyle bir yerleşiklik var mı sizce? Ya da bugün bunun yerini farklı kavramlar almış olabilir mi?
S.A : Biz sanal göstergeler denizinde sürüklenirken bizim yerleşiklik algımız ne halde acaba? Sizin sorunuz bunu düşündürdü. Şiir genel manada yerleşikliğe baş kaldıran bir oluşumdur ama elbette şairine ve zamanına has yerel ögeler, mekânlar, dokular hatta kokular taşır. Edip Cansever’in bir dizesinde dediği gibi; Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet abi.
Bu benzeşim kaçınılmaz olsa da şiir imgesel bir gerçeklik alanı olduğu için yerleşik olduğu mekân hem her yer olabilir hem de -hiçbir yerdelik- duygusunun ta kendisi.
Octavia Paz, bir söyleşide “Şiir nedir?” sorusuna, “Şiiri tanımlamak tehlikelidir” demiş. Şiiri ve şairi belli başlı lokasyonlara bağlamak da bence tehlikelidir. İçinden geçilen her şehrin, mekânın, kültürün tadını duyup çoğalmak güzel olan. Günümüzde çok hızlı akan bir göstergeler dünyasında olduğumuz için yeni dönem şiirlerde bunu etkisini bir mekânsızlık anlatımı halinde görüyoruz. Çünkü herkes hem her yerde hem de esas olarak hiçbir yerde. Son dönem şiirlerinde bu hiçbir yerdeliği anlatma çabasını kendimi de dahil ederek gözlemleyebiliyorum çünkü ne yapsak kaçamayacağımız şey; zamanın ruhu.