Atölye Çalışma Grubu, şair Engin Turgut hakkında hazırladıkları dosyayla Aksisanat Porta’a konuk oluyor. Dostlarının yanı sıra öğrencileri ve kendisi Engin Turgut’u anlatıyor…
Hilmi Yavuz: Engin Turgut İçin 10 Özdeyiş…
1.Engin Turgut, bir ad olarak sadece dilbilgisinde değil, şiirde de ö z e l i s i m’dir.
2.Engin Turgut, şiiri kadar zarif, zarafeti kadar şiirdir.
3.Engin Turgut,şiir değil müzik yazar. Onun şiirini okurken dans edilir.
4.Engin Turgut’un kalbi, altın bir zarf içindedir. Herkese açılmaz.
5.Engin Turgut’un dostluğuı mücevherdir.Erbâbı anlar. Hassas terazi gerekir.
6.Engin Turgut, şiirini, beyaz ipek kanatlı bir kelebeğin kanatlarına yazar.
7.Engin Turgut Moda’da, Belle Epoque’dadır; Koço’da, Toulouse-Lautrec’le bira içer.
8.Engin Turgut’un göğsündeki toprakta gömülüdür Tütü. Taşının üzerinde ‘Gülün tam ortasında ağlıyordum’ yazar.
9. Engin Turgut’un resimlerine dikkatle bakmayınız;-bakarsınız, kırılıverirler! Boyalarını,O, Dünya Dükkanı’ndan alır.
10.Engin Turgut, can’dır.
O Dünya Dükkanı’ndan alır.
Ertan Mısırlı: Vefa Hutbesi
Yaz şiiri için ter döküyordun tanıştığımız gün Gülistan Çay Bahçesi nde. Gül bahçesi yaz şiiri için en uygun yerdi belki de…
Sen, kendime kirletilmiş aşkları yurt edindiğimde ve mutsuzluklardan kartpostallar çıkaran kan içindeki yalnızlığımı taşırken de hep senin buluğ ve hınzır kalbin, şair kalbin teselli armağanı oldu hayatımın. Hep teşvik ettin beni ne attığım taşı kıskandın ne de vurmaya çalıştığım kuşu… Kısalı-uzunlu uzak-yakın dostluklarım fire verdikçe sen kaldın geriye hep… Vefanın olmadığı yerde veda değil vefa hutbesi dostluğa…
Haydar Ergülen: “Engin ol gönül Engin Turgut ol!”
Teslim Abdal’ın himmetiyle,
Engin’im Turgut’a!
Gel ha gönül havalanma
şiir ol gönül şiir ol
dünya malına güvenme
şiirde Engin gönül ol
Şu dünyanın hali böyle
insana merhamet eyle
Engin düşün şiir söyle
şiire gönül ver Engin ol
Gökte uçar huma kuşu
sevmektir her işin başı
Engin gibi arkadaşı
Şiir bil gönül Engin ol
Teslim Abdal sözüm haktır
Haydari’de yalan yoktur
Engin koca bir çocuktur
Engin ol dünya Engin ol!
Turgay Kantürk: Engin’le Yavaş Yavaş…
Tanışlıktan arkadaşlığa, oradan da dostluğa varan 30 küsur yılı geride bıraktık Engin.
Çok şey kaldı ardımızda; yüzlerce şiir, binlerce dize, güzellikler… güzellikler.
Çok kaybımız da oldu; ustalar, genç ölümler, geç gelenler, erken gidenler…
Sukûnetin ve saygının usulden değil, içten içe tüten bir duygu olduğu günleri de gördük, kibrin ve küstahlığın krallğını sürdürdüğü günleri de.
O zamanlar önümüzden giden şeyler, şimdi ardımızda kalanlar oldu.
Zamanın tortusu bulaştı her yanımıza; yaş aldık, düş aldık, düşe daldık, düşüp kalktık.
Çok yakışıklı zamanları da gördük, yoksunluğun dibini de; duvar ördük, bahçe kazdık, çiçek ektik bulutlara, isim şiir oynadık.
Gördüklerimizi yaşadık, yaşadıklarımızı gördük.
Daha ne olsun!
Duyduklarımız yetti de arttı bize.
Duymadığımız ne kaldı ki; övgüye de, sövgüye de kulak tıkadık.
Çınlayan bir kadeh sesi kalsın bu kubbede ve az anason.
Sen duymadıklarını yaz. Yazdıklarını biz duyalım.
Uygun adım şiire doğru, sihire doğru, şehirden kırlara doğru…
Kuşlara, çimenlere, gelinciklere doğru…
Bak klarnetler, kornetler, trombonlar çalıyor hâlâ…
Sana Eva Herzigova’dan selam getirdim…
Duyuyor musun?
Şiirinin minesi hiç solmasın arkadaşım…
Aziz Uzun: Engin Turgut için
Cemal Süreya’nın bir sözüymüş: “Ben dergiler gibiyim. Batarım ama ölmem.”
Bu harika söz çoğu insan için ağır ağır batma ve ölme olasılığını da çağrıştırır aslında.
Hayat boyu Mantık Hapisanesi’nin avlusunda bir aşağı bir yukarı, bata çıka volta atan gönüllü kölelerizdir. Hep daha organize, düzenli, müreffeh bir hayat için Aklın güvenli odalarına sığınırız. Köleliği ve sessiz bir ölümü de kabullenerek.
Engin Turgut’un haklı isyanı ve renkli duruşu tam bu noktada kendini belli eder. İşte günlük yapıp etmelerimizin içinde ‘ölmemenin sırrı ve heyecanı’ Engin’in şiirlerindeki renkli muhayyilenin davetinde gizlidir.
O, öğrenilmiş, bize yüklenilmiş şeylerin güvenli ama ayrıştırıcı soğukluğunu, sadece kendi kalbimize yaslanarak ve içimizdeki duyarlılık ve merhamet nehrinin sularını çoğaltarak aşabileceğimizin sıcak çağrısını bizlere her daim ikram eder.
Ayrıştırıcı ve uyuşturucu olan kabullenişler, onun şiirlerinde kışkırtıcı ve ritmik bir direnişe dönüşür adeta.
“Dünyanın kendisi toplama kampı olmuş
Zerafet kapısını ormana gömmüşlerdi.”
Zerafet kapısının anahtarları; Engin Turgut gibi değerli, duyarlı şairlerin her zaman kullanımımıza sundukları sade, gösterişsiz miraslarıdır. Bu aykırı, uyumsuz gönül şovalyelerini sağlıklarında yâd etmek de bize düşen bir gönül borcudur.
İsmail Cem Doğru: Engin Turgut’a Dair…
Engin Turgut’la tanışıklığımız yaklaşık yirmi yıllık bir geçmişe dayanıyor. Bir aradayken en çok eğlendiğim şair Engin Turgut oldu. Onun her an, her durumda insanları kuşatan ve sahiplenen bir sevgi çemberi oluşturma yeteneği vardır.
Şiirde usta – çırak ilişkisine kendini adamış bir şair olduğunu söylersek abartmış olmayız. Bu yüzden ağabeylerini ve ustalarını her ortamda hatırlar, saygıyla anar ve övmeden geçmez. Onlardan öğrendiklerini harmanlayıp bugüne getirdiği şiir dağarcığından bir an bile şüphe duymadığını onu dinlerken kolaylıkla anlarsınız. Ne Cemal Abisine toz kondurur ne Haydar’a ne Orhan’a. İnsanların onda bıraktığı izleri taşıyarak yaşamını sürdürmeyi yorucu bulduğunu söylemek de imkânsız. Ona yapılan bir iyiliği unutmaz, ama onu üzen bir detayı da sık sık hatırlamaktan geri durmadığını bilmek gerekir.
Bazı şairleri kendilerinden dinlemeden anlamak zor olabilir. Onu tanımadan önce birkaç şiirini okuyup “Benim şairim değil!” dediğimi hatırlıyorum. Çünkü şiirini ondan dinlememiştim henüz. Engin Turgut şiirini nasıl okumam gerektiğini anlayabilmem için ona sormam gerekenler vardı. Bahar Hanım’ı okurken jestleri, tonlamaları, şiirle karşılıklı konuşulmasını özendiren tutumu ve sözcüklerin seçilirken şairle kurdukları akrabalık ilişkisinden yola çıkıldığının altını çizme hassasiyetiyle şiirin yazılma sürecini her an süren bir şey olduğunu bir defa daha kanıtlıyordu. Çünkü ustasından öyle görmüştü. Bugün böyle bir bağı koparan ayrıntıdan gururla söz etmemizin olanaksız olduğunu belirtmek durumundayız. Ayrıca bildiklerini aktarmak konusunda da bitmek tükenmek bilmeyen bir hevese sahip olduğunu görüp “İlerleyen zamanlarda bundan bıkar herhalde…” dediğimi de hatırlıyorum. Ama her geçen gün büyüyen bir hevesle genç şairlere dokunmaya, bir şey aktarmaya çalışıyor. Kimseyle yarışmayıp kendine Engin Turgut’u sorun ettiğini söylemeden geçmeyelim. “Beni Engin Turgut sanıyorlar…” dizesi kendini var etme gerçekliğinin sonsuz evrenini de ortaya koymuyor mu biraz da?
Bay Aksi kitabında onunla yaşadığımız bir olayı kaleme alıp yazıyı ona gönderdiğimde verdiği tepkiyi ömrümce unutamam. Çünkü olayı tamamen unutmuş. O kadar eğlenceli bir olayın karanlıkta silinip gitmesine gönlüm razı olmadığı için yazmak istemiştim. Yazıyı okuduktan sonra beni arayıp –abartmadan söylüyorum- saatlerce gülüp anlatmıştı yeniden yaşadığı o ânı.
Kitabı yeni çıktığında hâlâ ilk kitabın çocuksu hevesi ve mutluluğunu duyan başka şairler de tanıyorum. Ama aynı gülüşü koruyabilen tek şair Engin Turgut olabilir. Ardından okuruyla buluştuğunda o heyecana yeniden tanık olmak keyif vericiydi. Bu da Engin Turgut’u tanımış olmanın en keyifli yanı…
Ayça Erdura – Eser Ceran Erdi’den Engin Turgut Söyleşisi: Engin bir dünyadır Engin Turgut.
Adı gibidir ruhu, sevgisi, dostluğu hayata bakışı, kullandığı dili kelimeleri, zarafeti. Adı gibidir işte Engin Turgut, engindir. İçinde yaramaz bir çocuk taşır sanki, muzip gülümsemesiyle ısıtır insanın içini, gönüllere su vermektir işi, gözlere huzur. Nicedir küstür, küsmüştür belki birilerine, alıngandır, biraz tedirgindir kalabalıklarda ama sevgi nehri akıtır gözleri, yemyeşil ağaçlarla dolsun taşsın ister her yer. Gözlerinin içini gören yüreğinin ince, naif ve iyilik dolu halini hissedebilir hemen. Ego nedir, kibir nedir bilmez, kötülük geçemez yanından Engin Turgut’un. Belki de bunun içindir, onu yürekten sevenler bir daha ayrılamazlar yanından. Yaşanmışlık kitabıdır Engin Turgut, okuyabilene. Şiir hayatı olmuş, hayatı şiirlerinde. Kitaplarını okurken nehir gibi ardı ardına akan kelimelerinin hızına yetişmek güçtür, zekâ fışkırır her dizesinde, imgeler diyarında başını döndürür okuyucunun.” Sadece ve sadece içinde saklı bir bahçe gibi duran şiirini yazmak ister, şair Rilke’ye hayran, şiirin bir bakış, davranış, eda, hal, çalışılan bir an duygusunun kalpten çıktığına, kalben yazıldığına ve kalbe seslendiğini iyi bilir.” diyerek de tanımlamıştır kendisini Tayf adlı kitabında. Kadıköy gelir aklınıza Engin Turgut denilince, anason kokulu rüzgâr eser ansızın, güneşli karanfiller tüter burnunuzda, mavilikte seyrederken martılar, biraz sohbet edin onunla, sanki saatler engin deniz bir İstanbul beyazlığında… Engin Hocamızı böyle tanıyoruz biz. Sizlerin de tanıması için daha önce sorulmamış sorularla çalmak istedik kapısını. Öğrencilerin muzip tavrıyla sevecenlikle sorduk.
Engin Turgut sohbetimiz sizlerle…
Engin Turgut ile Sohbet İlk şiirinizi ne zaman yazdınız?
İlk şiirimi 17 yaşlarımda yazdığımı hatırlıyorum. Sık âşık olurum ben. Bir kızın ardından yazmıştım. Ama ne yazdığımı şu anda hatırlamasam da 18 yaşlarımda yazdığım şiir ve küçük yazılar o dönemin Hürriyet gazetesine bağlı ama bağımsız çıkan Kelebek gazetesinde yayınlanmaya başladı. O yaşlarda Duygu Asena’ya sırılsıklam bir duygu seli içindeydim. Yazmaya, şiire bağlandım. Hürriyet ve Kelebek gazetesi o yıllarda aynı binada Cağaloğlu’ndaydı. Sirkeci’nin yukarısı. O yokuşu çok tırmandım. Varlık dergisi o yokuşun başındaydı o zamanlar ama ben daha çömez bir yazma delisi olarak soluğu, gazetede, Duygu Asena’nın yanında alırdım. Öyle bir şey oldu ki bir ara, artık benim adeta gazetede bir masam vardı. Şiirlerimi orada yazar ve yayınlatırdım. “Duygu” bilirdi de sezdirmezdi, pek severdi beni. Abla derdim o zamanlar ona. Orada gazeteci arkadaşlar da bana incelik gösterip, koruma altına almışlardı adeta. O dönem yazdıklarım şiir olmasa da ben habire yazıp duruyordum, durmak ne kelime, koşarak yazıyordum. Deniz Gezmiş’in de okuduğu Haydarpaşa lisesindeyim. Derste bile şiir yazıyorum. Fırça yiyorum tabii. Aklım fikrim hep şiirdeydi. Biyoloji dersinde hoca ‘iki çenekli yaprak’ diyor mesela ben şiir yazıyorum. Coğrafya dersinde göller anlatılıyor ben ‘ontario gölü şaşkın’ diyerek şiirler yazıyorum. Fakat usta şairlerle henüz buluşmamış, önemli kitaplarını okumamış birisi olarak yazıyordum. Şiirden başka hiçbir şeyle ilgilenmiyorum o zamanlar. Derken daha ilginç bir şey oldu. Ümit Yaşar Oğuzcan’ın Hürriyet gazetesinde bir köşe hazırladığını fark ettim. “Genç şairler” köşesiydi bu. O dönemlerde elimden tutan kimse yok ve ben kendi kendime durmadan şiirler yazıyordum kendi elimi tutarak. Belki de şiir olmayan şiirler yazıyordum. Bu sefer Ümit Yaşar’a şiirlerimi göndermeye başladım ve bir gün evet, ilk kez ciddi anlamda işte bu şiir olabilir dediğim bir şiirim yayınlandı ve Ümit Yaşar Oğuzcan’la tanışmıyordum. Ben o yıllarda hiçbir şair tanımamıştım ki? O yayınlanan şiirimi hatırlıyorum. Adı “sımsıkı” adlı bir şiirimdi ve ne yazık ki o şiir bende yok. Aradan yıllar geçti, Ümit Yaşar Oğuzcan’la aynı gemide İtalya’ya yolculuk ettik. Yaşım büyüdü, Duygu Asena daha büyüdü, artık ona abla diyemezdim. Kısacası benim şiir hayatım böyle başladı. Saflıkla yürüyen bir ergenlik, sonunda beni güzel yerlere getiriyordu. O zamanlar yazdığım şiirimsi şiirler ve küçük yazılarım defterlerimde durur ama hiçbirisini hiçbir kitabımda yayınlamadım. 1975 yıllarından falan söz ediyorum. Daha sonra neler mi oldu, yeri gelince anlatmaya çalışırım. Ama özetlemek gerekirse başıma ne geldiyse aşk yüzünden geldi. Unutmadan söylemeliyim ve bu sorunun cevabını sona saklamış olayım. O yıllarda Haydarpaşa lisesinde bir gün sınıftayım. Kapı açıldı, “Engin burada mı” dediler, bir an korktum, Okul müdürü ve edebiyat öğretmeni ve bir kişi daha. “Eyvah” dedim ama unutamayacağım bir güzellikle karşılaştım. Şiir ödülü almışım liselerarası yarışmada ve bana Orhan Veli kitapları armağan edip kutladılar. O gün bugün asla iflah olmadım. Ne ilginçtir ki ben Haydarpaşa Lisesi birinci sınıf öğrencisiyim. 2 yıl boyunca 1. sınıftan ikinci sınıfa bir türlü geçemedim. Okulu değil, ders yapmayı sevmiyordum. Okumayı seviyor, okulları sevmiyordum. Başıma ne geldiyse şiir yüzünden gelmiştir. Çok mu uzun anlattım bilmiyorum? Şiirden başka dostum yoktu benim. Ve şiir beni bugünlere, iyi kötü sevilesi bir yere getirdiyse şiire olan aşkımdandır. Ohh be, ilk sorunun cevabını sanırım halletmişimdir. Aslında söyleşileri severim de soruları soracak olan bensem? Offf ne kadar zor şeymiş insanın kendisini kendisine hatırlatması.
Nasıl şiir yazarsınız? Sizi şiir yazmak için harekete geçiren başlıca duygular genellikle ne oluyor?
Nasıl şiir mi yazıyorum? Kim şiirlerini Allah, doğa, evlat sevgisi, hayat, ölüm, aile, toplum, birey, yeryüzü, dünya, rüya, güya hayat için, kendisi ya da bir başkası için yazmıyorsa yalan söylüyordur. Zira bütün saydığım kelimelerimi toplayınız aşka çıkar. Aşk içimizde devinen o ince kırılma, yarılma, o bitmesini istemediğimiz yaşama sevinci. Vicdanımız olduğu için, aynaya değil, -o büyük yanılsama- içimize banarak mürekkep oluyoruz belki de. Belki de söz gelimi hayatın o ince damarların içine içine girerek yazıyorum. Kendi adıma konuşuyorum. İlk zamanlar ilham falan gelsin isterdim. Bu yaşımda öyle değil. Şimdilerde esin perileri dibimden ayrılmıyor. Küçükken, gençken, evliyken, her zaman ve her yerde şiir yazmak için bir ritüelim olmadı. Beni etkileyen şeyler enteresandır. Mesela benim için insan yüzü çok ilgimi çeker. Vapurda, otobüste, her yerde insan yüzüne bakarım. Fellini gibi. Yüzlerdeki ifade beni çekiyor nedense? Beni harekete geçiren ‘şeylerden’ birisi de şiirde okuduğum, hiç duymadığım dizeler, sözler. Bunlar beni kışkırtır mesela. Sevinç halleri umurumda olmaz, bir başkasının benden habersiz yaşadığı hüznü benim sayarım, başkalarının hüznünü de üzerime alırım. Alınan, alıngan biriyim. Fazla küsen, darılan, incinen bir yanım var. Bana ezberletilmiş, ‘bunu kabul et’ denilen ne varsa uzaklaşırım oradan. Gizli, bilmediğim bir anarşist bir yanım mı var bilmiyorum, belki o yanımı dizginleyip, oradan besleniyorumdur kim bilir?
Şair ve ressamlık dışında yapmak istediğiniz bir meslek var mıydı?
İlkokul öğretmeni olmak isterdim. Yıllar önce dünyanın en zor meslekleri hangileridir diye bir istatistik yapılmıştı Amerika’da. İlk sırayı ilkokul öğretmenliği, ikinci sırada doktorlar, üçüncü sırada tiyatro oyunculuğu yer almıştı. Gençliğimde bunu arzu ederdim ama yazar olmayı da hep istemişimdir. 18 yaşlarımda bir teste tabi tutulduğumda ‘sizden bir halt çıkmaz ama siz büyük bir ihtimalle yazar olacaksınız’ belgesini bile vermişlerdi bana. Öğretmen olamadım. Annem babam memur insanlardı, gelecek öngörüsü pek taşımadıklarından ya da şöyle söylemeliyim: Beni aslında biraz da ‘özgür’ bıraktılardı. Benim hayatımda yapmadığım iş kalmadı. Sıkmadılar beni. Yönlendirme falan hiç olmadı. Hatta bir ara beni Nazım Hikmet şiirleriyle 20’li yaşlarımda tanıştıran babam bir süre sonra edebiyatla, şiirle ilgilenmeme bile bozuk atıyordu. Aslında bugün o günlere baktığımda biraz babama da hak veriyordum. Şöyle ki; O yıllarda sol bir çizgide yol alıyordum. Yani Üsküdar Halk Evi’ne, Töbder’e takılıyordum. Bütün arkadaşlarım devrimciydi ve o dönemde ‘yasak’ olan dergileri takip ediyor ve doludizgin bir okuma halindeydim. Yani, resmen tam olarak içine girmesem de, mitinglere katılıyorum ama aktif olmasam da bilerek isteyerek sol cenahın içindeydim. Üsküdar Akşam Lisesinde okuyor ve Gümrük Komisyonculuğu işinde çalışırken bir gece okuldan eve dönerken tanımadığım kişiler bana “dur biz polisiz” diye durdurmak istediler ama üzerlerinde polis kıyafetleri olmadığı için ben durur muyum? Kaçmaya başladım. O da ne? Arkamdan silah sesleri ve korkunç bir kovalamaca oldu. Üstümdeki krem rengi ceketimi fırlatıp atmış, ben habire koşuyordum, nereye koşuyorum bilmiyordum ama silah seslerini duydum. Bakın söz sözü nasıl da açıyor ve diyalektik olarak her şey nasıl da birbirine bağlı olarak birbirinin sözünü keserek araya giriyor. Devam ediyorum, derken Kadıköy rıhtımında kendimi bir otele zor attım. Nefes nefeseyim. Üstüme başıma baktım. Yaşıyorum. Hayattayım yani. Ama o yaşadığım anı, korkuyu nasıl anlatsam bilemiyorum? İki kulağımda duyuyor o zamanlar. Üsküdar Akşam Lisesinde okuyorum. Gece okulu. Bir gece inanılmaz silah sesleri duyduk sınıfta. Sınıf dediğim ücreti artması için polis öğrenci arkadaşlarımdan tutun, her yaştan öğrencileriz çoğunlukla gündüzleri çalışan. Bazı polis arkadaşlarımı hatırlıyorum. Nazım Hikmet okuyan devrimci adamlardı. Sınıfımda çok sevilen biriydim. Fazla okuyan ve sosyal bir tip olduğumdan olsa gerek, öğretmenlerimin de dikkatini çekmişti bu durum. O lisede gayet hoş bir hanım öğretmenimle duygusal ilişkim olduğunu söylemekten çekinmeme gerek yoktur. O okulda yaşadığım en güzel anılarımdan birisi bu güzellikse, diğeri de bir akşam, sosyoloji ya da psikoloji olabilir, hoca “Engin keyfim yok, bu akşam bu dersi sen anlatır mısın” demesidir? Belki beni deniyor, belki beni dinlemek istiyordu tam bilemesem de ben o akşam, ilkel komünal üretim ilişkilerinden başladım, kapitalizme kadar getirdim ama ‘dur dedim Engin, nereye kadar?’ O dönemlerde Denizcilik Bankası Liman İşletmeleri’nde çalışıyorum. İş yerimiz 5’te paydos olurdu. Okul daha geç başlardı. Gece 8 falan gibi. Ben iş çıkışı Üsküdar’a inmek mümkün mü? Ülkücüler var orada, soluğu Salacak’ta alırdım. İşte orada tanımıştım canım kardeşim, aile dostum Aziz Uzun’u. Yine unutmadan söylemeliyim, Akşam lisesinde yanıma bir adam oturdu ve biz 1 yıl boyunca yan yana aynı sırayı paylaşmıştık. Çok eğlenceli, hepimizi güldüren, hafiften kısa boylu, şen şakrak ama ciddi, sevimli bir o kadar da eğlenceli bir sınıf arkadaşımdı. Yıllar sonra tek kişilik oyununa gittiğim, evinde tablolarım asılı duran, şimdi hayranlıkla izlediğim Uğur Yücel’di. Ama hemen Salacak taraflarına inmeliyim. Bir ara İtalya günlerim olduydu, hani bahsetmiştim ya; o polisler sivil polislermiş meğer. O döneme dikkatle eğilelim şimdi, bana karakolda “biz sana dur dedik niye durmadın, şayet isteseydik seni o an vururduk” demeleri önemlidir. Şimdi daha ilginç olan bir yere gelelim. Sorunun en şakrak ama kulağıma yapıştırılan tokat cevabı bu olsa gerektir diye düşünmeden edemedim. Bir gün Salacakta “merhaba” adlı kahvede Aziz Uzun kardeşimle sohbet ediyoruz. Derken bana durup dururken bir soru sordu, işte sizin sorduğunuz soruya benzer bir soruydu bu: “Engin ya, hayatta aslında sen ne olmak isterdin?” Muzip ve fazla zeki, nüktedan bir dostumdur. O an şu cümleler çıktı ağzımdan. Ve ben bunu kalabalık bir seyirci önünde, oyununda Uğur Yücel’le de paylaştım. Bütün seyirci güldü. Bakın olay aynen şöyle oldu: Sevgili Aziz “ben aslında karikatürist olmak isterdim bir de matador” dedim. Şöyle bir yüzüme baktı, baktı ve ne dedi biliyor musunuz? “Sen ancak bir matadorun karikatürü olabilirsin” dedi gülümseyerek. Bozuldum tabii biraz. Adam hınzır ve hazırcevap ne yapayım? Hemen diğer cevabını yapıştırdı, sırtımı sıvazlayarak: “Üzülme bak, aynı anda ikisi birden oldun…” Kısa lafın uzun halleri bunlar. Resimler yapmama gelince, genlerde var demek ki? Mine Arasan dayımın kızıdır. Ünlü ve önemli bir ressamdır. Bazı renklerini bana emanet bırakmış. Biraz renklerin yüzünü güldürebiliyorsam ondandır. Bu yüzdendir. Resim sanatına aşığım. Ressam değilim ama kelimelerin de rengi vardır. Bana hayat hep girişti. Her yanım ‘mor art’ olsa da, siyah üzerinde beyaz bir güvercin olmak isterim. Özgürlüğü seviyorum. “Ölü Ozanlar Derneği” filmindeki öğretmen, tiyatroda Genco Erkal, resimde Picasso olmak isterdim. Ama ne anlatırsam anlatayım, her şey bir tarafa Engin Turgut olmaktan müthiş bir onur duymaktayım. Şükürler olsun ki içimdeki vicdan efendiliği beni hayatın katlarına efendi çıkarıyor. Sahi, soru neydi? Neyzen Tevfik’le tanışsaydım. Onunla baş başa rakı içmek isterdim. Gönüllere şiir üfleyen ney olmak, Neyzen olmak isterdim. Yunus kıvamında. Kısacası ve net söylüyorum. Ben aslında şair olmak isterdim. “Ama siz şairsiniz” dediğinizi duyar gibiyim. Değilim aslında! O başka bir makamdır.
Etkilendiğiniz yabancı şair ya da yazar var mı?
Olmaz mı? Çoktur! Mesela isim vermek istesem burası dağ olur. Çok var. Geçmişten bugüne kadar kalbime akan o kadar çok imza var ki? Gelenek var mesela? Siz onları yiyip, yalayıp yutacaksınız. Görgü var mesela? Her şairden ve yazardan balınızı alacaksınız. Gelecek var mesela? Sezgi ve bilgi arasında, hevesin bittiği yerden yeniden başladığımız ‘dua’ var mesela, onlarca sevdiğim yazar ve şairler yanında etkilendiğim o büyük avluda kıymetli bildiklerim var ve toplumsal yaralarımız hâlâ diri ve canlı duruyor. Kimsenin diline ve kardeşliğine ses etmeden, kendi kuytumda, deltamda, inceliği bir tavır bilerek hep kendimde yürümek istedim. Hatalarımla, zaaflarımla kendi şiirimi söylemek istedim ve bunu yaptım da! Herkese mesafeli davrandığımı biliyorum. Kendimden daha çok etkilendim. Bu bir tuhaflık, kendini beğenmişlik sayılmasın asla! Ben şairden, yazardan, denemeciden daha çok orada ettiği kelimeden esinlenirim mesela. Fıstık gibi mi? Yoksa mistik yanı var mı? Her yönüne bakarım. Bir ormancının baktığı ağaçla, sıradan bir insanın baktığı ağaç aynı mıdır? Şiirden gerçekten anladığım söylenemez. Anlamayı da beklemiyorum. Belgeseller, ya da bir filmde geçen bir cümle beni ayağa kaldırır. Her şeyden esinlenebiliyorum. O yüzden esinlenmekten, etkilenmekten asla korkmam ki? Nasılsa kendime ait bir dilim var benim. İyi ya da kötü, mesela toprak desek? Bin tane şair yazar var bunu kendi avlusunda dile getirebilen? Ben söz gelimi sadece yazarlardan, şairlerden etkilenmem? Bu konuda bir örnek verebilirim. Kimse bilmez aslında? Enver Ercan’ın ilk tanıdığı şair benimdir mesela. Yani bizim dostluğumuz fazla eskilere dayanır. Bir gün Enver bana küçük yeğeninden söz etti. Demiş ki: “Dayı be, şu dünyada kıyamet kopsa da hepimiz evimize gitsek?” “Ne diyorsun Enver” dedim bu bir şiir! “Nasıl yani” dedi? Anlattım. Eve gittim. Yahu ben bu sözü nasıl şiire dönüştürebilirim diye anam ağladı ve sonunda bana ait anlamıyla yazdım. “Dünya evde misin sana uğramak istiyorum…” Şunu anlatmak istiyorum. Her şeyden etkilenebiliriz. Mesela, bana şiir yazdırmayacak şiir kitaplarını okumam. Daha isim vermedim değil mi? Evet, en çok kendimden etkileniyorum dersem bu da tuhaf olur. Söylüyorum, çok yazar vardır ve sizin şiirlerinize girer, sızar! Bu sorudan, buradan da yırttım!
En özel bulduğunuz kitabınız hangisidir?
Hepsi benim için özeldir. Hiçbirini diğerinden ayıramam. Ama bir kitabımı çok fazla özel bulurum. “Tayf” mesela. Bu kitabımın bende yeri, yurdu, anlamı, derinliği bir başkadır.
Engin Turgut’ un En Sevdiği:
Renk:
Renkler benim için kelimeler gibidir. Her rengi severim. Gülleri seviyorsam kır çiçeklerinin günahı ne? Resim renklerle yapılır, şiir kelimelerle yazılır. Renksizlik tuhaf. Renk körü olmak hüzün vericidir. Her rengin bir sesi olduğuna inanırım. Hatta renklerden renkler çıkaranlara hayranım. Ressamlara hayranım. Sadece bir renge bağlanmak diğer renkleri üzebilir, incitir. Her rengin şiirini yazmak isterdim. Dünya bir renk bahçesi ama sadece bakıyoruz, görmüyoruz. Renkli düşlerim var. Her rengin bir derdi, anlatmak istedikleri var. Renkler konuşkandır, her rengin kendine özgü bir ışığı, gölgesi var. Her rengin bir kokusu var. Bu soruyu ressamlara sormak lazımdır. Şair olmasaydım ressam olmak isterdim. Çok renkli bir soruyla karşı karşıya kaldım. Işık oyunları renklerin rengini değiştirebilir, renkleri ışığa sormak gerekiyor. Istırap ne renktir bilmiyorum? Ayrılık ne renktir mesela bilmiyorum? Ben bilmediğim için şiir yazıyorum. Bir Fransız filozof: “Manzara bir ruh halidir” demiş. Ruh ne renktir bilmiyorum? Ama arkadaşlığın, dostluğun, kardeşliğin, inceliğin, iyiliğin rengi bütün renklerin üzerindedir ve işte ben bu rengin şiirini yazmak isterdim. ‘Rengin’ dedim de bakın içinden ‘engin’ geçiyor. Uçsuz bucaksız, sonsuz olanın rengi dünyanın göğüne sığmıyor. Bütün renklerin acemisi olsam da herkes kendi rengini alsın gelsin isterim, resim yapacağım. “Renkler Sözlüğü” kullanmıyorum. Görmek istediğim renkleri gözlerim bana gösterir nasılsa? İnsanlar sevmeyi, vefa duygusunu, içinde yaşayan vicdan denilen tanrıyı unuttukları an işte o an rengin kıyameti kopacaktır, kopabilir, kopmasın!
Yemek:
Sorularınıza verdiğim cevaplar hoşunuza gittiyse elbette hünkârbeğendi. Duygulu, hassas, kırılgan bir şair olduğumu söylerler, öyleyse içliköfte. Kulağımdan çok çektim, bu yüzden kuzukulağı. Aperatif bir yanım vardır, dolayısıyla iştah açıcı olan şeyleri severim. Filem hiç dolmamıştır, derhal bonfile diyebilirim. Küçükken ağzıma acı biber sürdülerdi, biber severim, turşuda daha çok severim. Hele yazın üzerine domates sosu dökülmüşse damağım bayram eder, hoşuma gider. Marine edilmiş olan kimi balıklardan keyif alırım. Alık bir yanım olduğu söylenir. Kuşları sevdiğim için ‘kumru’ olana çok sıcak bakamadım. Sandal gezintisi ne hoştur, ‘sandal sefası’ esenlik getirir mideme. Hayat beni delik deşik ediyor ve kötücül sistem beni yarıp yaralıyor, inadına ve tadına doyamam bu yemeğin, karnıyarık! Köpeklere düşkünüm, ‘köpoğlu’ yiyemem. Çocuk yanımdan kurtulamadım, muhallebi çocuğu olsam da olmasam da sütlü tatlılara bağımlılığım vardır. Bütün halkları kardeşim bildiğimden dolayı, Laz, Kürt ve Tatar böreğine yüz çevirmem. Özbek pilavına, Arnavut ciğerine hayır diyemem. Yemek bir kültür değil de nedir? Kür mantarı severim. Nar hiç ağlamasın, ayva hep gülsün isterim içeceğim birkaç duble rakımın yanında. Yazları, karpuzun çekirdeksiz, zeytinyağlı dolmanın fıstıklı ve üzümlü kısmını her zaman sevdiklerime ayırırım. Elmasız olur mu hiç? Elma dilimlenecek ve yanına azıcık kahve serpilecek. Elmanın üzerine biraz limon sıkılırsa tastamam Engin Turgut sofrasıdır bu! Soframa herkes buyursun gelsin isterim. Bu konuda bir iddiam vardır. İyi şairlerin, daha doğrusu sanatçıların iyi birer de aşçı olduklarını söylemeden geçemeyeceğim.
Koku:
Umut kokusu, eskiden sobalarımız vardı, onun üzerinde pişen kestane kokusu, hindistancevizi kokusu, tarçın, vanilya, portakal, bebek kokusu, aşk kokusu, ‘Gardenia’ çiçeğiyle çok fazla birlikteliğim olmasa da öpücüklerden yaptığımız aşk gerdanlığı güzel kokar. Çikolata kokusuna dayanamam mesela? Fırından yeni çıkmış taze bir ekmeğin kokusu değil midir bizi hayata bağlayan? Vazgeçemediğim bir koku daha vardır: Kitap, dergi kokusu. Yağmur sonrası bahçe kokusuna bayılırım. Sıcacık taptaze bir kahvenin dumanından çıkan kokuyla yazılan bir şiirin kokusu, bu kokuya asla ‘hayır’ diyemem! Koku, korku ve kurgu arasında gidip geliyoruz. Her yerde, her zaman bulunmasa da ben bu konuda şanslıyımdır. Evet, en güzel kokulardan birisi de dostluk kokusudur. Dünyanın bütün güzel kokuları birleşiniz, bahar kokusunun koluna girip şarkılar söyleyerek kirlenmiş ruhları ve dünyayı bir güzel yıkayacağız…
Yer/Şehir:
Dünyaya baktığımda ne çok ülke var ve bu harika bir şey. Hiçbir ülke birbirine benzemesin. Kızılderililer gibi düşünüyorum. Kültür zenginliği olmalı. Onlar “Farklı milletler, farklı fikirler, farklı inançlar, hayatımızı sıkıntıdan kurtarıp daha çekici hale getirmez mi?” diye bakarlar hayata, yeryüzüne. Barbar değil, uygar ülkelerden yanayım. Özgürce, insanlar birbirlerinin fikirlerine saygı duysunlar isterim. Kirlenmemiş, ahlâkı, insanlığı, kardeşliği ön plana çıkaran politikacılar olursa o ülkede herkes birbirine saygılı, sevgili olur. Tüm ülkeler barış içinde yaşasınlar ve laik bir düzenin egemen olduğu her ülkede huzur şarkıları söylenir. İşte böyle bir yer benim kalbimdir, şehrimdir, yaşama sevincimdir. Kimsenin kimseyi sömürmediği sosyalist bir dünyanın bireyi olmak isterdim. Dünyadaki her şehrin sesine, soluğuna, ruhuna karışmak isterdim.
Günün saati:
Özdemir Asaf’ın Lavinia adlı şiiri günün en güzel zamanı olmalı. Ben öğle sonralarını severim. Bu yüzden en sevdiğim şiirlerden birisi de Edip Cansever’in “Gelmiş Bulundum” şiiridir. O şiiri okuduğum zaman günün en güzel saatidir benim için. “Şiirler yazdım, kitaplar okudum,/Elime bir bardak aldım, onu yeniden oydum/Derinlerde kaldım böyle bir zaman/Kim bulmuş ki yerini, kim ne anlamış sanki mutluluktan/Ey yağmur sonraları, loş bahçeler, akşamsefaları/Söyleşin benimle biraz bir kere gelmiş bulundum.”
Ülke:
Ülkemi çok seviyorum, yöneticiler hariç! Atatürk’ü çok seviyorum. Ama bazen İtalya’yı, orada Martini içmeyi özlüyorum. İspanya’da gezmek istediğim müzeler var. Paris’te bir hafta kalmak ve görmek istediğim yerler var. Avustralya mesela, sırf Aborjin’lerin yaşadıkları yerleri koklamak isterdim. Küba, Hollanda, Kanada, Tibet merak ettiğim ülkelerdir.
Mevsim:
Kesinlikle ilkbahar ve sonbahar diyebilirim. Fazla sıcak ve fazla soğukla aram hiç iyi değildir. “Sonbahar sanattır, diğerleri mevsim” dememiş miydi canım Cemal Süreya?
Tatlı:
Rahmetli eşim Tülay (Tütü) yapardı ve inanılmaz sevdiğim bir tatlıdır. Revani. Ayrıca içinden süt geçen bütün tatlılarla uzlaşırım. Şu tatlı konusunda gerçekten bir süt çocuğu sayılırım. Sütlü bir tatlının şahane huyları vardır, bak şimdi damağım kamaştı. Cem hırkası giyinmiş, mertebeleri bilen bir dervişin elindeki şekere bansam kalbimi, bu da bana tatlı gelir, böyle bir kalbin tatlısına talibimdir. Kalbiyle, kirlenmemiş gönlüyle yaşayan herkes bana tatlı sözler getirir. Ne kadar tatlı sorular bunlar, tatlandım, şerbetlendim şiir kardeşlerim.
Çiçek:
Kır çiçekleri…
Hayvan:
Hayvan denilen ‘insanı’ severdim eskiden, yine seviyorum ama seçerek, ayıklayarak. Yılan, Timsah ve akreplerden tırsarım. Onun dışında her hayvanda bir güzellik bulmaya, anlamaya çalışırım. Muhabbet kuşumuz vardı. 99 İstanbul depreminde o da köpeğimiz ‘Zeytin’de bize depremi söylediydi, belli ettiydi ama anlamadık ki? Daha sonra adı ‘Cankuş’ olan muhabbet kuşumuz ölünce karım ve oğlum çok ağladı. Oğlum onu bahçeye gömdü ve mezar taşı bile yaptı. Cankuş biraz megalomandı. Neler neler, ne kelimeler öğrettikse de sadece hep adını söylerdi. Köpek besledik biz evimizde tam 12 yıl falan. Veteriner bile şaştıydı bu işe? Sevgiyle büyüdüydü çünkü! Şimdi fazla akıllı, fazla temiz, fazla sevilesi bir kedimiz var. Biraz haylaz yanı olsa da aşk kadar güzeldir. Kaybolup kaybolup geri gelen anlayışlı bir kedidir Karamel. Adı Karamel. En tepelere sakladığımız büyük kavanozdaki balıkları bile ‘ham’ yaptı. Dinlemesini de resmen biliyor. Çok sırrıma şahit olmuştur. Bazen acaba diyorum, rahmetli eşim, ‘Karamel’ olarak evde bana ve oğluma mı bakıyor diye şüphelenmiyor da değilim ama karım kıskanç biri değildi. Biz eve, Karamel’e kedi arkadaşı olsun diye getirsek te hepsini püskürterek geri gönderdi. Şairleri seviyor evimizin kedisi. O şiir ırkından bir kedi olmalı. Yok yok, karımla asla ilgisi yok. Hem evi, hem de sokaklara karışmayı seviyor. Ona şiir bile yazdım. “Şiir karın doyurmaz bana mama ve kum getir” diyor. Sahi ‘güzel Muhammedin’ kedisinin adının ‘Müezza’ olduğunu bilir miydiniz? Bir de hangi hayvanı seviyorum, bakın şimdi aklıma geldi. Tavşan! Neden tavşan bilmiyorum? Fazla beyaz olduğundan, belki çok hassas olduğundan, hayat onu korkuttuğundan, kirlenmek istemediğimden belki de. Ben de sokaklar kadar ev sıcaklığını, havuç yemeği, sevgiyi, sevecenliği çok severim ondan mıdır? Bir de çok korkarım avcılardan!
Karakter özelliği:
Bu bana ait bir soru mu tam anlayamadım ama bu soruyu bana sorduysanız tek bir cevabım olabilir ancak! Sevdiğim o kadar çok iyi yanlarım, efendi taraflarım var ki ve o kadar çok saf ve temiz bir kalbim olduğuna inanıyorum ki o yüzden ben bu ikiyüzlü, durmadan yalan söyleyen, dedikodu üreten, kıskançlığı ve kibir tozlarını üzerinden atamamış insanlar arasında ‘karaktersiz’ sayılırım.
‘Hocam size bir şey soracağım’ Bölümü
İmgeler arasında koşarken simgeleri buluyor musunuz?
‘Bölümü’ derken, neyi kastettiniz anlayamadım. ‘B’ harfini atınca ‘ölümü’ çıkıyor. İki gözüm ve ölüm önüme aksın ki en zorlandığım sorunuz bu oldu? Sorguya mı çekiliyorum ne? İmgenin teki kim diye gösterseler herhalde o ben değilimdir. En basit tabiriyle söylemeliyim. Olmayan, olmayacak şeyi söylemek, yan yana gelmemiş, henüz birbirinin elini tutmamış dizeler yazmak istiyorum ama bunun dozunu kaçıranlardan biriyim. Orta kararı tutturamadım hayatım boyunca. Ya hep ya hiç oldum! İmgelere koşarken elbette simgelere, sembollere ayağınız takılır. Her şey dozunda olmalı. Yemeğin baharatı yerinde olmalı. Ben birini sevdiğimde, ya da şiir yazarken bu ayarı yapamıyorum bir türlü. Fakat şunu söylemeden geçemeyeceğim. Benim bir derdim vardır. Şiir yazarken, şiirde bir dize olsun, ama tek bir dize söylemeliyim, yazmalıyım ki kendim bile buna şaşırmalıyım. Bu soruyu İlhan Berk’e sormak lazımdı. İmgenin tekidir o! Ben imgenin ne olduğunu bilseydim şiir yazmazdım? Bir şiirde bir tane olsun imge arıyorum. Bu konuyu yanlış anlıyorlar, saçmalamak imge değildir. Hayal ama nasıl bir hayal? Şiirin atardamarı kelimelerse, toplardamarı imgedir. Yanlış duvarlara toslayanlar var. Hayal gücünüzü şiirin diline sunmadan ve bu yeteneğinizi kelimelere yeni hayatlar katmadan yazdığınız bir şiir kuru kalıyor, kalır. Lezzetsiz kalıyor. Tadı olmuyor. O şiir ne yeniliyor, ne içiliyor. O şiirden efkâr yapamıyorsunuz? Sadece efkâr değil, karşınızdakine sahici geçmiyor, hissettirmiyor. Duygunun, düşüncenin, sezginin, felsefenin, dünya görüşünüzün bir hayal olarak değil; adeta ve neredeyse gerçeklik halinin şairdeki dildeki kullanım yeteneğidir. Böylesine didaktik cevaplardan yıllarca kaçınan biri olarak konuşmaya çalışıyorum. Bakmakla görmek arasındaki o ince çizgi, nüans gibi düşünün. Hayal ama onun bir üst katlarına taşındığınızda başka bir dünya ile karşılaşıyorsunuz. İşte burası yerin altı, göğün daha üst katları gibi derin, ulaşılmamış, dokunulmamış, el değmemiş yerler. Anlık oralar. Size görünür ve kaybolur. Yani siz gece rüya ile uyanıklık haldeyken -bak şimdi ‘tavşan’ geldi aklıma nedense- “harika bir şey geldi şu an bana, bunu hemen yazmalıyım, ama uykunun en tatlı yerindeyim ve bunu asla unutmam, yarın sabah yazarım bunu” dediğiniz şey de olabilir. Bu size bir ilham, esin, vahiy olarak da gelebilir elbette, o an onu ele geçirip not almadıysanız, nafiledir. Sabah uyandığınızda o sadece delilere, şairlere ve velilere armağan edilen sözü unutursunuz. İyi şairler, yatağının yanında kalem meleği bulundururlar. İmgenin sınırları sonsuz ve aklı baypas eden bir ışık kamaşmasıdır. Fazlası gözümüzü kalbimizi yorabilir. 30 yıl önce bana söylenen şuydu: “her dizende imgelerini har vurup harman savuruyor ve sebil gibi yayıyor, dağıtıyorsun”. “İmge deposu gibi bir adamsın ama harcıyorsun” eleştirisi haklıdır. Bugün bunu azaltmaya çalışıyorum. Bu da benim zaafım. Bahar ne güzel şeydir. Baharatı yemekte, sohbette, yazıda, şiirde kullanmak aynı şey değil de nedir? Bunu hep kendime sordum, sordum da ne oldu? Siz bana bakmayın, ben iflah olmaz bir imge terbiyecisi olamadım hâlâ. Belki de benimkisi anafordan metafor olarak çıkma hâli. İmge benim için bir kelimenin o yalın, çıplak hali olmasa gerek, kelime dediğim malzemeyi zenginleştirmek, göğe taşımak çabası. Anlatması güç gibi geliyor bana. Yani düzyazıdan kaçmanın öteki dağıdır. Yani dağın öteki tarafını görebilmek isteğidir. Ay’ın öteki tarafıdır Araf’ta kalmadan ama! “Ben anlamam imgeden, toptan tüfekten!”
Düz yazı şiirlerinizi sayfada bloklamayı mı yoksa Facebook sayfanızda kötü sözcükleri mi bloklamayı seversiniz?
Çok üstüme geldiniz. Sizi blok blok seviyorum.
Gelincik ile aranızdaki ilişki nedir?
Çabuk kırılan, çabuk incinen, küsen ve giden ne varsa severim. Benim gibidir yani. Gelincik çiçekleri kırmızı ve siyah renkler barındırır üzerinde, narindir. Bal veren bu ablamı çok seviyorum. Benim kız kardeşlerim ve ablam hiç olmadı. Onları öyle görüyorum. Ömürleri uzun olsun isterim. O kadar zariflerden bir görünüşü vardır ki bakarken bile ruhunuz incinir. Yanan bir kibrit çöpünü tekrar yakamazsınız ya, işte öyle biraz boynu büküktür ve sadece aşka secde ettiği için olsa gerektir. Gelincik çiçeği deryası Tokyo’da olduğu söyleniyor. Oraya gitmeliyim mesela? Kısacası gelincikleri tek renk kırmızı ve kalabalık olsalar da bazen yalnız ve tek başınadırlar. Bir de şu vardır: “Şiir yapılan bir şeydir, geniş ve kırmızı” der Edip Cansever ama sözü sevdiğim bir şair kardeşimin dizesiyle sonlandırmak isterim: Şeref Bilsel’in bir dizesiyle; “Biz yoksulluğu doğuya gelin verdik ve bir daha hiç kesilmedi saçları!” Bu güzelim söyleşi için ikinize de teşekkür ederim…
Öğrencileri Engin Turgut’u anlatıyor…
Elem Erk: Sevgili Engin Turgut Hocam ile ‘İncinmeler Divanı’ şiir kitabımı birlikte hazırlama fırsatım oldu. Hocamın şiir üzerine ne çok bilgi birikimi olduğunu önceden biliyordum. Bu nedenle hazırlamış olduğum şiir dosyasını kendisine gönderdim ve bu konuda birlikte çalışıp çalışamayacağımızı sordum. Beni içten, samimi ve sıcak bir şekilde karşıladı. Önce dosyayı incelemesi gerektiğini söyledi. Ben sabırsızlık içinde ondan gelecek haberi bekledim ve nihayet gelen haber olumluydu. Bunun üzerine uzun soluklu karşılıklı görüşmelerimiz başladı. Bu görüşmeleri yüz yüze gerçekleştirdik. İlk önce her bir şiiri ayrıntılı olarak ele aldık ve tüm imla kurallarını düzenledik. Ardından şiirlerin tutarlılığı üzerine yoğun bir çalışmamız oldu. Engin Turgut Hocam hiç bir ayrıntıyı kaçırmıyor, her bir sözcük üzerinde derinlemesine duruyor, takıldığı yerlerde bana sorular soruyor ve beni zorlayarak düşünmeye sevk ediyordu. Öyle ki bazı günler bir sözcük üzerine günlerce düşündüğümüz bile oldu. Onunla her buluştuğumuzda yepyeni fikirler kafamda uçuşuyor ve şiir hakkında birçok yeni şey öğreniyordum. Özellikle şiire yaratıcı isim bulma özelliği karşısında hayranlık duymamak elde değil. Şiirlerimin üzerinde çalışırken sanki kendi yazmış gibi onları sahiplenmesi beni derinden etkiledi. Bu karşılıklı güven ve samimi ortamın sonucunda “İncinmeler Divanı” kitabım ortaya çıktı. İyi ki Engin Turgut Hoca gibi değerli bir şairle karşılaştım ve kitabımı onunla hazırlama şansı elde ettim. Kendisi hem iyi bir şair hem iyi bir editör hem de çok değerli bir insandır.
Canan Çelik – Baharda Şiir Yazmak
Geçen yıl bahar ayında Haydar Ergülen şiir atölyesi öğrencileri olarak, atölye çalışmalarımızdan birini İstanbul’u gezerek yapmaya karar verdik. Daha öncede derslerimize konuk olarak katılan sevgili Engin Turgut hocamızda o gün bize eşlik etti. Hepimiz için unutulmaz bir gün ve deneyim oldu. Ben bu günü ayrıca bir ekip arkadaşımla belgesel filme de dönüştürdüm. Mart ayının ilk haftasında buluşma noktamız önce Kadıköy iskelesi oldu. Vapurla Karaköy’e doğru yaptığımız yolculukta güverte de şiirler okuyarak güne başladık. Engin hocamız bize hepimizin bu gün çok sevdiği birçok şiirini ezbere bildiğimiz şair dostlarını ve onlarla olan anılarını anlattı ve şiirler okudu. Karaköy’e vardığımızda diğer arkadaşlarımızla ve Haydar Ergülen hocamızla buluştuk. Karaköy iskelesinin önünde sırtımızı tarihi yarımadaya vererek, vapurların, martıların, insan selinin için de sırayla hepimiz şiirler okuduk. Sonrasında Karaköy iskelesinden hiç konuşmadan ara ara verdiğimiz molalar dışında tamamen yürüyerek ve gördüğümüz her şeyi not alarak yola devam ettik. Gün sonunda Balat’ta verdiğimiz molada herkes o gün yazdığı şiiri okudu. Tüm gün boyunca Engin hocamız hepimizle ayrı ayrı ilgilendi bizi yüreklendirdi. Kendi deneyimlerini bize aktardı. Mütevazılığı, cana yakınlığı ve sevgi dolu kalbi ile bize şiir yazmanın önce insan ruhunun inceliğinden geçtiğini gösterdi. Var olsun…
Mualla Alpaydın – Engin Turgut ile Çalışmak
Aynı zamanlarda, aynı okulun kapısından girip çıkmışız ama ben
Engin Turgut ‘u kısa bir süre önce tanıdım. Geç tanıştık, olsun, zaten
ben de şiire geç kalmıştım.
Engin hocanın ne şairliği ne de ressamlığı hakkında konuşmak için yetkin değilim, buna gerek de yok zaten. Ama editörlüğünü anlatatabilirim.
Onunla çalışanlar bilir ki Engin Turgut eleştirilerinde tam anlamıyla samimidir. Hatır için olmuş demez, üstünkörü değerlendirmede bulunmaz. Görüşlerini son derece açık bir dille anlatır. Bazen özgüven kanatları takıp uçarsınız, bazen de o mısraı hiç yazmamış olmayı dilerseniz. Çünkü bilirsiniz ki övgüsünde de, yergisinde de gerçek düşüncesini söyler. Yergi dediğime bakmayın, Engin Turgut beğenmediğini söylerken bile incitmez sizi. Ve öyle çok emek verir ki, sanırsınız kendi kitabı için çalışıyor.
O Engin Turgut… Onlarca sergi açıp ressam değilim, onca güzel şiir kitabından sonra şair değil, henüz öğrenciyim diyen, başkalarını incitmezken, kendini açık gönüllülükle eleştiren Engin hocam, güzel kalbinle bin yaşa…
Aslı Akın: Sevgili Engin hocam ile tanışmam 2 sene evveline dayansa da dostluğumuzun çok daha derinlere indiğini düşünüyorum, umarım kendisi için de öyledir. Bir şair, bir ressam ve bir hoca olarak hayranlıkla izlediğim, atölyeme büyük renk ve fayda katan Engin hocamın aynı zamanda sofralardaki muhabbetine de doyum olmaz. Şiiri onun ses tonundan dinlemek ayrı bir keyiftir. Şiiri sevdirir, hissettirir. Sıcacıktır, insandır, doğrudur, dürüsttür, kadına değer verir, bunu hissettirir,
Ama kırılgandır Engin hoca, ona incelikle yaklaşmanız gerekir…
Gerçek bir sanatçıdır, sanatçı naifliğini taşır, derin düşünür, derin hisseder, bazen çiçek gibi açar bazen içine döner,
Sizi dinler, derdinize derman olur,
Nice şiirler yetiştirmiştir, yol göstermiştir, inşallah daha nicelerini yetiştirecektir.
Özetle güzel insandır Engin hoca…