Nevin Koçoğlu harika şiirler yazıyor. “Sözü derin bir uykuya, şiirde uyuyan kırlangıca söyledim” diyor. Doğrudur. Hiç acemi ve yapay durmayan koyu bir hüzünle örüyor şiirlerini. İroni yok ama imge var. Tarih ve mitoloji akıyor dizelerinden. Tanrının Vişne Bahçesi adlı ilk kitabıyla fırtına gibi girdi şiir dünyasına. Kendisine ait bahçeden yazıyor. O bahçede Anadolu uygarlığı var. Dünyanın bütün sorunlarına kulak kabartan bir şairle karşı karşıyayız. Okuru düşünmeye, sorgulamaya davet ederken şiirinin sesini ve dizelerinin kurgusunu dingin bir ahenkle oluşturuyor. Çağının bitmeyen sancısının çilesini çekiyor. Bilgi sezgiyle birleşince, acının ve boşluğun derin kazıcısı olmamak mümkün müdür? Karanlığı ve zulmü topa tutuyor. Öfkesini ve isyanını lirik bir tutum içinde dile getirirken mitlerle, kırgınlığın sitemiyle uçurum şiirleri yazıyor adeta. Dili ve kalbi sürçmeden hiç dinmeyen evrensel bir yarayı işaret ederek yazıyor. Alacakaranlık bir dünyaya bir dilim güneş getirebilmek için bütün çabası, bu yüzden dil kâtibi olmuş. Tuz ve Gece’nin asla solmayan sabah güneşi çiçeği…
“Ben, o ve herkes sustu,
Kırmızı toprak iki kez kuru erguvan kustu
Bilin ki, sessiz bir kuyunun dibiyim ben…”
Mavi bir rüzgârın buğulu evinden sesleniyor şair. Kendine sürgün yaşıyor. Ayna kırıklarının üzerinde ayakları çıplak, çağdaş bir dervişane haliyle, itiraz sesiyle dünya gürültüsünü kenara çekerek, mistik ve diyalektik söyleyişle, sömürgeci bir sisteme çığlık atarak, nice yorgun gecelerden kahırla geçerek şiirin kalbine doğru ilerliyor Nevin Koçoğlu. Mitlere, kitabelere, kutsal metinlere olan örtük göndermelerine sıkça rastlayabiliyoruz. Şiirlerini didiklediğinizde, alt katmanlarda muhalif bir duruşu gözlemlememiz mümkündür. Her türlü yozlaşmanın ve toplumsal çürümenin üzerine bir şair duyarlılığıyla gitmesi alkışlanacak durumdur. İnsanın acılarına kayıtsız kalmıyor, kalınır mı hiç? Birey oluşunu koruyor ama salt coşkunun ateşiyle yazmıyor. Şiirin asaleti sızıyor her dizesinden. Su zambağı ve ermiş bir nehir soluk alıp veriyor dizelerinde. Dizeleri bir şelale gibi akıyor. Siyah ipliğe atılan kırk düğümü çözmek gibi derdi bir yana, gölgelerin fısıltısını da duyarak yazıyor. Kor ateşler denizinden çoktan geçmiş, eski ahitlere dokunmuş, masumiyetin saflığına, saflığın çocukluğuna yolculuk yaparken başkaldırı denilen kalemini hep dik tutmaya özen gösteriyor, iyi ki de böyle yapıyor. Ezber bozan anlam meleğinin en yakın arkadaşıdır artık!
Ah ateş, ah o derin yangın
Yıllar yılı emzirdiğimiz hüzün
Taşlarımız filiz verdi
Gördünüz mü?
Nevin Koçoğlu’nun “Tuz ve Gece” adlı şiir kitabını okuyorum. Enfes bir kitaptır bu. Siyah beyaz fotoğraflar kitaba ne güzel bir derinlik katmış. Fotoğraflar Jafar Rahimi Sure’den. İki dilde yazılmış. Farsça ve Türkçe’nin gönül sütüyle. Farsçası da Haşim Hüsrevşahi’den. Açıkçası tuğla gibi bir kitap olmuş. Kâğıt kalitesi, baskısı, sayfa düzeninin müthiş estetik oluşu bir yana, Nevin Koçoğlu’ndan bir başkası o fotoğrafların şiirlerini yazamazdı zaten! İmrendim doğrusu diyebilirim. Resmen gurur duydum. Bu kitapta emeği geçen her sanatçıyla gurur duydum. İnsan büyük bir emek karşısında nasıl gurur duymaz ki? Fotoğraf çekmek kolay değildir, bu herkesin yapacağı bir iş değil; elbette sanattır, hayat görgüsü ve bilgi birikimi ister. Doğa, manzara fotoğrafları değil bunlar. Acının buz kesmiş hali. Bu fotoğraflara derinden baktığınızda ruhunuz kar toplar, ruhunuz donar. Neyi nasıl ve hangi açıdan çektiğiniz önemlidir. Işığın nereden ve nasıl geldiğini ancak ve ancak sanatçı bilir. Bu bağlamda Ara Güler ustayla aramızda tatlı bir anlaşmazlık vardır. O fotoğraf olayını sanat olarak nitelendirmiyor, bense tam tersine hayatı tek karede sunabilmek şiirin fotoğraf halidir diye düşünmüşümdür hep! Söz gelimi bir fotoğrafa bakıyorsunuz, o bir fotoğraf değildir artık, tıpkı şair Nevin Koçoğlu’nun dizesi gibidir: “Bahar evinde kış uykusuyum üstü ölümle örtülü…” Ve devam eder: “Şimdi usulca öp yaprağı, toprağı ve soğuk kalbimi, tanrı duymasın…” Bu kitabını sevgili şair Adnan Azar’a adaması da ne zarif bir inceliktir, anlayana ve bilene. Ve bence, bana göre hakikat denilen bir hırkayı giyen üşümez belki ama doğrusu Bağda–di Cüneyt’in şu sözünde saklı olabilir: “Önemli olan hırka giymek değil; bağrı yanık olmaktır.” Belki de yenilgilerle, savrulmalarla, tarihin silsilesinden ölümle geçmek pahasına onurlu şairler yüzü suyu hürmetine dönüyor dünya! Adonis denilen şairi niye anmayalım ki? Burada ve sanki dünya şiirinin içinde gezinen bir kuğunun ölmeden önce söylediği son şarkısı gibi, bencileyin yeniden terennüm etmeli:
“İşte tılsımlarla çarpışıyor
Gözlerim
Ayaklarım
Suda yüzen bir ateşe çarpıyor
Ateşte yüzen bir suyun içinde…”
İçi boşaltılmış kavramlar bırakıldı bize. Hiç beklemediğimiz yüzbinlerce keder, dünyanın yaşı kadar onca acı bahşedilmedi, alenen verildi, yoksulluk ikram edildi, ‘ölmüyorsan açlıkla idare et’ denildi. ‘Bu düzen, bu sistem böyle gidecek, sen bunun şiirini, resmini yap, bunun dizisini çek, acı olanı göster ama zulüm edeni söyleme denildi.’ “Vicdan” kavramı bu sadist, ölümcül sistemde sadece unutulmuş, eprimiş, sıvası dökülmüş bir kavram olarak kalmalıydı. Zihne, akla, ruha zarar ve ziyan bir sistem vicdan denilen kavramı her gün kurşuna dizerdi. Vicdan ölmeyen bir şeydi, zira o insanın kendisiydi. Vicdanla mezar taşını yan yana koydular. Zalim olanlar aynanın içinden hiç geçmediler, aynaya bakıp yüzlerini bile seyretmediler. Ruhları kanlı, gözlerini şeytanlık perdesiyle örtmüşlerdi. İşte tam da bu yüzden, emperyalist, zalim bir sistem, ‘dini’ değerleri de kullanarak zulüm üretirdi. Kayıp kuşlar gölüne garipler düşer, oracıkta ölürdü. Ve şair hemen burada devriye gezen, dünya sevgi nöbetçisi olmalıydı. Güneş uykusuz, huzursuzdu. O’nu oradan koparıp kucağında bir bebek gibi sallayıp, sonra tekrar göğe takan sadece şairlerdi. Ne diyordu şair Nevin Koçoğlu:
“Bir şamanın ruhunu giyinmekten bahsedelim
Ve ateşin suda açtığı çiçekten!”
Nevin Koçoğlu sağlam şiirler yazıyor, özellikle “Kuğu Kardinalinin Ölümü adlı kitabı”ndan etkilenmemek mümkün değil. Acı bir rüzgârla, tuz şehrinin içinden yazmış. “Dağ rüzgârının ıslığı” akıyor dizelerinden ve resmen “ıstırap meydanına” inmiş bize oradan sesleniyor. Bu kitabında enfes dizeler var hiç kullanılmamış, söylenmemiş, taze ve diri imgelerle örülü. Mitolojinin kaynağına iniyor, “suyu bıçakla kesiyor”, “Adonis bahçelerine” kadar sokulup, “Suriyeli kadınlarla birlikte yas tutuyor.” Bazen öykü tadında ilerliyor şiiri fakat birden şiir diline hemen geri dönebiliyor. Sürgüne sürülmüş hayatlardan süzülerek yazılmış bu ışık yüzlü dizeler. “Tuz şehrinden” seslenmek kolay mıdır? “Çimenlerdeki serçeler kadar yalnızım” diyor. “Kristal bir gece” oluyor bazen, bazen “korkunun kilidi” açılmıyor, “zamanın kemikleri” sızlıyor ve savaşı yaşamış, görmüş, acısını iliklerine kadar yaşamış halklar asla bağışlamazlar yıkılan evlerini, ölenlerini. Savaş uçaklarını elbette demirden bir kuş gibi görürler. Suskun dillerini ve gözyaşlarını, üşüyen sözleri ve yanmış kalpleri asla ve asla unutmazlar.
“Montparnasse’da bekliyor dağların ardına girecek tren, acele edelim Malike!”
Bu güzel şairimiz yakın hüznünü çiçek ve kuşdiline dökmüş, kuğuların son nefesi şarkılar söyler ya, ahşap kalbinden akıyor tüm nehirler. Nehirleri birleştiren uzun bir gözyaşı dökülüyor hiç uyumayan suskun kalbinden. Öyle derinden yazmış ki şiirlerini, benim de aklımdan, gönlümden, ruhumdan geçiyor Mahmut Derviş! Mahmut Derviş der ki: “İyi bir şiir belki bir savaş uçağını yere düşüremeyebilir ama o uçağın kafasını karıştırabilir.” Gönüldeş şiir komşum Nevin Koçoğlu’nu alkışlamak istiyorum. Mesela “Yağmurertesi” adlı şiiri ne güzeldir. Bu şairimiz, yineliyorum; insan sıcaklığını, erdemli olanı, şefkati, vefayı, incelikli olanı belli ki çok özlemiş. Çok hançer sıkıntısı çekmiş. Hep bir yara iziyle dolaşıyor. Kalbi kırık, üzgün bir gelincik sesiyle yazıyor. Son kuğuların şarkılarına sığınmış, ağaçların sessizliğine gömmüş kalbinden gök gürültüsü, huzursuz bir toprağın iç çekişi, kirpinin otlara sürtünüş sesi çıkıyor mesela. Bu şairimiz de bencileyin güz şairi olmalı. Düşünsenize, “cama yaslanan şu tuhaf bitkiden daha tuhafım” demesini? Bence ne yapalım biliyor musunuz, sözü fazla eğik bükmeyelim. Bu dünya gerçek mi değil mi bilmiyoruz, en azından bu gelip geçici dünyadan esrik ve buğulu giderken şöyle yapalım. Kuğuların ölürken söylediği şarkılara kulak kesilelim. Nasılsa benim bir kulağım Van Gogh, diğer kulağım Beethoven derdim eskiden ama şimdilerde o da bitti. Yeni bir kulak ameliyatından sonra hiç duymayabilirim. Hayatta kalabilirim belki ama hiç duymayabilirim. Olsun.
“Sisler vadisinde kaybolanların şarkısını söyleyen” bir şair vardır ve mutlaka bulunur. “Sessizce beklediğim sunak çukuru, söyle dünya geçecek mi? Demiştir. Ne kadar da haklısın şairim:
“Tükendi katlanışın vakti!”