Daha önce yapmış olduğu çalışmalarla modern Türk şiirinde kendi eleştirisini oluşturmayı başarmış; Mezarlar Eskimedi, Bir Mektupta İki Yalnızlık, Uhrevi Zorba, Düşle Gelen, Su Yarası, Büyülü Bir Yay Çalışması, Yok, Karganın Mürekkebi, Fora, Mis, Mağlup gibi şiir kitaplarıyla tanıdığımız şair-eleştirmenlerimizden Koray Feyiz’in bir inceleme kitabı, “Şiirden Sesler Korosu”; Kaos Çocuk Parkı Yayınları tarafından yayımlandı. Kendisiyle yeni çıkan bu son kitabı ve genelden özele Türkiye’deki şiir, eleştiri üzerine hoş bir sohbet gerçekleştirdik.
Hakan Unutmaz: Kitabın oluşum sürecinden biraz bahseder misiniz?
Koray Feyiz: Doğal olmayan tek şey kabul ederim, o da şiirdir. Şairi imkânsız olanın, erişilemeyenin peşine düşüren; Pothos’a ulaşmak adına Homeros ve Anteros’u reddetmesine neden olan karmaşanın, hayatın titreşimlerini kaydetme kaygısının, başka bir yerde olanla kurulmaya çalışılan peripatetik diyalogun, sevmeyi sürdürebilmek uğruna hep denizde seyretme halinin, ruhun daha iyi bir yere duyduğu özlemden doğan topografik melankolinin egemen olduğu dizelerle yazılmış, Paul Celan’ın deyişiyle “belki bir kıyıya, bir kalbin sahillerine ulaşır umuduyla denize atılmış bir şişenin içindeki mektup”.
H.U: Şiirin amacı doğruyu söylemek midir? Peki, bu doğru içinde sizin de kitapta değindiğiniz üzere şiiri nasıl daha iyi anlamlandırabiliriz? İmgesel resimlerin kişiden kişiye değiştiğini varsayarsak doğruyu söyleyen bir şiiri yanlış anlayarak sevebilir miyiz?
K.F: Sevebiliriz de sevmeyebiliriz de. Burada önemli olan ‘şiirin amacı’nın doğruyu söyleyip söylemediği değildir. Sizin de sorunuzda apaçık belirttiğiniz gibi “şiiri daha iyi nasıl anlamlandırabiliriz?” Mesele bu. Şiir, insanın kendi şaşkınlığını keşfettiği dildir. Şiir, insanlığın eşsiz bir araştırması ve aynasıdır. Mizahi ve ciddi, ideal ve gerçek olanı, duyguyu, anlamı ve yaşamı kapsar.
Şiir, bizim varlığımız içinde bir varlık yaratır. Bizi, bilindik dünyanın bir kaos olduğuna inandırarak bu dünyanın sakinleri yapar. Porsiyonlar ve perkütanlar olduğumuz ortak evreni yeniden üretir ve varlığımızın harikasını bizden gizleyen aşinalık filmini içsel görüntümüzden arındırır. İktidar insana kibirlenmeye yöneldiğinde, şiir ona sınırlamalarını hatırlatır. İktidar, insanın ilgilendiği alanı daralttığında, şiir onun varlığının zenginliğini ve çeşitliliğini hatırlatır. Güç bozulduğunda, şiir temizler.
Şiir, yargımızın mihenk taşı olarak hizmet etmesi gereken temel insan hakikatini ortaya koyar. Çünkü kelimelerin bedenselliğinin ve onları bağlayan yapıların, sadece daha az şiirsel etkilerin belirlenmesinde değil aynı zamanda şiirin harekete geçirdiği daha büyük zihinsel ve hayali süreçlerin yönlendirilmesinde de rol oynadığını biliyoruz.
Daha önce de vurgulandığım gibi bu tür kaygılar, daha zengin politikaların inceliklerinin ve karmaşıklıklarının taşıyıcıları olarak hayati bir öneme sahip olan daha büyük zihinsel ve hayali süreçlerin aktivasyonunu engelleyen politikaların karakteristik olarak ötesine geçmek için önemlidir.
Söylemiştim, şiir; mantıktan farklıdır, aklın aktif güçlerinin kontrolüne tabi değildir ve doğumunun ve tekrarlamasının bilinçle veya irade ile hiçbir bağlantısı yoktur. Zihinsel etkiler kendilerine sevk edilmekten hoşlanmadığı zaman, bunların tüm zihinsel nedenselliğin gerekli koşulları olduğunu belirlemek çok önemlidir. Şiirsel gücün sık tekrarlanması, aklımda, kendi doğası ile ve diğer zihinlerin üzerindeki etkileri ile bağıntılı bir düzen ve uyum alışkanlığı yaratabilir.
Fakat ilham aralıklarında ve dayanıklı olmadan sıklıkla olabildikleri için bir şair bir insana dönüşür ve başkalarının alışkanlık altında yaşadığı etkilerin ani geri akışına terk edilir. Fakat diğer insanlarınkinden daha narin bir şekilde organize edildiği için hem kendisinin hem de başkalarının ağrısı ve zevki için makul olan, onlara göre bilinmeyen bir seviyede, bir tanesinden kaçınacak ve diğerini bu farkla orantılı bir ateşle takip edecektir ve bu evrensel takip ve uçuşun bu nesnelerinin birbirlerinin giysilerinde kendilerini gizledikleri şartlara uymayı ihmal ettiği zaman, kendisinin iftira cezasına itiraz eder.
Ancak bu hatada mutlaka şeytan ve benzeri hiçbir şey yoktur ve bu nedenle zulüm, kıskançlık, intikam, küfür ve saf tutkular şairlerin hayatındaki popüler imtiyazların herhangi bir bölümünü hiçbir zaman oluşturmamıştır. Hakikatin sebebine göre, bu sözleri aklımda öne sürdükleri sıraya göre, polemik bir cevabın resmiyetini gözlemlemek yerine öznenin kendisinin göz önüne almasının en elverişli olduğunu düşündüm; ancak içerdikleri görünüm adil olursa, tartışmacıların şiire karşı en azından “şiiri daha iyi nasıl anlamlandırabiliriz?” şeklindeki sorunuzun bir karşılığı olarak esaslı bir redaksiyonun gerekliliği de ortaya çıkmış olacaktır.
Belli belirteçlerle tartışan bazı akıllı şair-eleştirmenlerin safra taşıdıklarını kolayca tahmin edebilirim; kendim gibi, itiraf ediyorum, onlar gibi, günün ses tonu; Edip Cansever’in “Çağrılmayan Yakup”u tarafından şaşkına dönmek istemiyor. Cemal Süreya ve İlhan Berk kuşkusuz her zamanki gibi dayanılmaz insanlar. Ancak, günün ses tonu; karışıklığa değil ayırt etmeye yönelik bir felsefi şair-eleştirmene aittir. Bilmem, anlatabiliyor muyum?
Son dönem 2000’li yıllar Türk şiiri üzerine konuşmak istiyorum biraz da…
Bernard Shaw der ki, “dışarıdaki duvarları yıkmak kolay, önemli olan içeridekini yıkabilmektir.” İşte şiir, içimizdeki bu duvarları yıkabilmektir. Şiir denince, insanlar korkuya kapılıyor. En genel anlamda şiir, “köklü düşünme çabasıdır” ve evrensel düzeyde düşünme yönelimi. Şiir yazmak, insanı gelişigüzel bir biçimde değil yöntemli bir biçimde düşünmek demek. Şiir insanlara korkunç görünüyor. Bilmediğimiz her şey bize korkunç görünür. Çok kişi olağanüstü bilgilerin alanı diye düşünür. Kimileri için de şiir, zihni sakatlanmış insanların uğraşıdır. İşi şakaya vurarak söyleyelim, deliler akıllıları deli sanır.
Buradan şunu anlıyorum: Şiir tıpkı matematik ve felsefe gibi bir insan araştırması… İnsanların şiirden korkması en başta düşünmeye alışık olmamakla, hatta düşünmekten korkmakla ilgili. Düşünmeden yaşamak, kendini bir akışın içine bırakmış olmaktır, bu biraz da sürüye katılmaya benzer. İnsanların şiir korkağı olmalarının bir nedeni de bazı şairlerin mi diyelim şiir üretenlerin mi diyelim, anlaşılmaz metinleri. Onlar ya doğru dürüst anlatmayı bilmiyor ya da Nietzsche’nin dediği gibi “Derin görünmek için sularını bulandırıyor.” Amaç bütünü görmek, bütünde parçaları görmek, parçaların birbirleriyle bağıntılarını görmektir.
Batı, bir araya geldiği mekânlara ‘kafe’ derken, biz İstanbul’da yaklaşık dört yüz yıl önce toplandığımız mekânlara ‘kıraathane’ adını verdik. Bu kıraathanelerde şiir okuyan insanlar sohbet ederlerdi. Okudukları şiirler belirlenirdi. En çok şiir okuyan insan, okuduğu şiiri sohbet ortamında aktarırken işin içine beden dilini de katardı. Herkes onları dinlerdi. Öyle ki, daha iyi görünsünler diye. Kıraathanelerde bir sahne yapılırdı onlar için. “Oraya çık hepimiz görelim seni”, derlerdi. “Daha iyi dinleyebilelim”. Bizde güçlü bir şiir geleneği yok elbette. 1920’li yıllardan 2000’li yıllara uzanan süreç, çağdaş şiirin oluşum çizgisinde farklı eğilimleri, farklı yönelimleri ortaya çıkardı.
Ama bu süreçte yeni bir şiirin oluşumundan söz etmek mümkün değil. Batı’dan teknik olarak, tema olarak, düşünce olarak, çok şey alınmış. Tam anlamıyla bir ‘aktarma’ var ortada. Ne dersiniz?
Şunu söylemek isterim: Şiir, ayrıntıların toplamıdır. Bir Japon şiiri der ki, bir tapınağın çanında uyuyakalmış bir kelebek… O çanın büyük sesi… Çanda o kelebeğin uyumasını görebilecek bir inceliğe sahip olmak… Şiir budur işte. Büyük şair olabilmek için tapınağın çanında uyuyakalmış kelebeği görmelisin.
Ancak, suya giden de testiyi kıran da aynı ölçüde değerli! Hatta suya gitmeye meraklı olanlara iyi gözle bakmazlar. Büyükleri sevmeye, küçükleri çok sevmemeye dayanır bu düzen. Kendi “çete”nizi kuracaksınız. Hiçbir şey olmadan “büyük şair” olacaksınız. İşte bütün bunlar şiir alanındaki yetersizliklere kaynaklık ediyor. Bu ülkede insanlar şiirin özel bir alan olduğunu, bazı çevreleri ilgilendirebileceğini düşünür.
Oysa şiir, hepimiz için çok önemli. Şiirin eksikliğinde dünyanın ne duruma geldiğini görüyoruz. Öyle tabii… Politikada genellemeler yapılabilir. Aşkın ise herkese göre farklı bir tanımlaması olduğu için genellemeden kaçmak, her birlikteliğe farklı bakmak gerekir.
Oysa şiir; cıva gibidir. Sürekli hareket halindedir. Çok risklidir. Ama ne değildir ki? Şair kendini okura sunuyor, anlatmaya çalışıyor. Bedenini, ruhunu, aklını, düşüncesini, dünyaya bakışını, paylaşmak istediği yaşam biçimini sunuyor. Okur da aynı konulardaki bakışını getiriyor. Şair ve okurun birbirine çok benzeyen yanları ile hiç benzemeyen yanlarından bir senfoni yaratma denemesidir şiir.
O’nu yaratabilmek ve geliştirebilmek için önce ‘çağdaş sivil şair’ olmak gerekiyor. Bunun da temel şartı şiirin, şairin yaşam biçimini belirlemesine, şekillendirmesine direnmekten geçiyor. Bırakın şiir, şairlerin kurduğu var olma biçiminin bir parçası olsun. Şu an değil belki ama o vakit, şiirin geliştiğini görebileceğiz artık.
H.U: “Modern şiir, insan kalbinin gündelik zaferleri ve sıkıntılarıyla ilgilenmez; çağdaş şiirin ruh hâli; sessizdir, gizemlidir ve kendi kendine poz verir.” demişsiniz. Bu cümleden hareketle modern şiirin, şiir tarihi içinde daha çok bireyciliğe yönelmiş olduğunu kabul etmek mümkün mü? Ayrıca modern şiir olarak adlandırabileceğimiz oluşta modernlik eşiği nedir? Her şiirin ayrı bir anayasası olması gerektiğini savunuyorsunuz. Peki, bu anayasanın değişmez maddelerini belirleyecek olan şair midir, eleştirmen midir, okur mudur? Ya da şiirin kendi iç anayasasında değişmez maddeler olmalı mıdır?
K.F: Modern şiir, bilimin soyut ve kuramsal hedefinde bulunur. Bu dil daha çok Freud’cu bir dildir. Psikanalizmin ve böylece bilinçdışının dili… Yani bilindik gerçeküstücülerin, dadanın ve böylece Traza’nın, Breton’un, Dali’nin ifade dilidir. Şiir, en geniş anlamında, bir uçta bulunan tarihten ve mühendislikten, öteki uçta bulunan felsefe ve salt matematiğe uzanan bir sürekliliktir. Kuramsaldır. Modernizmle birlikte gelişen bilim dilinin özelde uzay çağı araştırmaları dilinin kökeninde de kuramsallık vardır. Teknoloji de bilimden farklı değil. Teknoloji sanayi devriminden bu yana üretimi gerektirir. Üretme eyleminin de bir dili oluşur ister istemez; makinelerin, çalışma düzeninin, işçilerin ve sonunda üretilenin kimliğini açıklayacak olan yeni bir ad… Akılda kalması için özenle seçilmiş reklamın dili de böylelikle tüketimin dili hali gelmiştir.
Modern şiir ve şiir kitaplarının durumu da budur. Akılda kalması beklenen çarpıcı ve vurucu kitap ve şiir adları… Albenisi olan kitap kapakları… Bu durumun tespitiyle bizde durum eleştirisi başlar. Yani bu durumun tespitiyle örtüşen modern sanat dili ve kurgusunun, post-modern dönemde nasıl bir değişime uğradığı masalsı bir karşılık bulur.
Stephen Hawking’in dili bizim için önemli bir laboratuvardır. O, “Los Angeles’ta kanat çırpan bir kelebeğin Tokyo’da yağmura neden olabileceğini” söyler. Onun kitaplarındaki ve belgesellerindeki anlatımın tekniği, modern bilim dilinden tamamen bir kopuşu gösterir ve bize adeta efsanelerin diliyle seslenir.
Günümüz eleştiri dilinin, modern eleştiri geleneğinden en çok beslenen üniversitelerin, akademisyenlerin yaslandıkları dille örtüşen birçok tarafları var. Elit ve belli bir zümrenin anlayabileceği yapıtlar bu kurumlarca meşrulaştırılmış ve nihayetinde mecburi bir gerekçelendirmeyle yine aynı kurumlar, yazarlar ve eleştirmenler tarafından açıklanmaya gidilmiştir.
Bir edebi yapıt üstüne araştırmacı modernler bazen onlarca kitabı, sadece bir kitabı incelemek için yazmışlardır. Bu süreçte edebi ilerlemeler modern eleştiri trendlerine koşut olarak gelişmiştir. Sizce de bu böyle değil mi?
Benim için asıl mesele; üretilen sanat yapıtıyla ve yazarının biyografisiyle gereksiz kurulan ilişki, yazarın geçmiş yaşantısı, yaşantısının kişileri, hayvanları ve nesneleri ile olan bağına kesin gözüyle bakılmasıdır. Bu modern bağlar gösterenlerin, kelimelerin gösterdiklerine gönderme ve çağrışım yapıldığına ve gösterilenlerin, yanılsamaların gerçeği ifade ettiğine ilişkin inancına, körü körüne saplanıp kalır.
Postmodern eleştirmen Lacan’a göre şöyledir: “Kişilik ya da bireysel özellik yoktur. Kişi sürekli değişim içindedir. Özellik olarak nitelenebilecek bir sınıflamaya gidilemez…” Ben de sizden çok farklı düşünmüyorum. Ancak, kısaca şunu da eklemek isterim, gelenekten bağımsızlaşmış -elbette geleneğe nüfuz ettikten çok sonraları- kendini koruyabilme yetisine sahip, genç şiir yazıcıların eklemlenecekleri şiir, 1980’ler ve 1990’lar şiiri olmamıştır. Çünkü şiirsel dilin geleneksel sınırlar içindeki anlaşmalı niteliği, 2000’li yıllar şiiriyle yerini merkezsiz bir öznelliğe bırakmıştır. 2000’li yıllar şiiri için, şunu söyleyebilirim: hiçbir geleneğin içinden konuşmaz, hiçbir belleğin iyeliği altına girmeye yanaşmaz. Bireysel çıkışların şiiridir 2000’li yıllarda yazılan ve yazılmakta olan şiir…
H.U:Türkiye’de şiir eleştirisinin ilerleyişini nasıl değerlendiriyorsunuz? Örneğin, Türk şiirinde postmodernist eleştiri ne durumda, durum oluşturulurken ne tür ölçütler kullanılıyor? Ayrıca sizin de bir şair-eleştirmen olduğunuzu düşünerek, şair eleştirmenlerin eleştirdikleri hususları kendi şiirlerine yansıtabildiklerini söyleyebilir miyiz? Türkiye’de eleştirmen yeterliliğini, “İyi bir eleştirmen gerçek ansiklopedik bilgiye sahip olan birisidir.” ve “Eleştirmenler, şu ya da bu anlamda çoğu kez devrimcidirler.” cümlelerinize de istinaden nereye koyabiliriz?
K.F: 1980’li yıllarda Türk şiirinin yaşantısı, dizeleri ve ölümüyle ünlü şairi Nilgün Marmara’nın çıkışıyla başlayan ve daha sonra postmodern olarak tanımlanan şairler tarafından çoğulcu eleştiri ortamında tarihe, doğal ve folklorik özelliklere, toplumsal değerlere ve kimliğe karşı genel bir ilgi başlamış, ancak pek çok şair bu ilgiyi bir modayı takip edercesine sürdürerek olayın felsefi boyutlarını göz ardı etmiştir. Şiirlerinizi, modern şiir sonrasında benimsenen şiir anlayışlarını; dünyadaki ekonomik, teknolojik, sosyo-kültürel gelişmeler çerçevesinde ele alırsak günümüz Türk şiirinde, şiirdeki modalar yerine kalıcı değerler aramanın geçerliliğini vurguladığımı düşünüyorum, hem de sıklıkla… Yeni kelime ve tekniklerin gelişimi ve yeni gereksinimlerin oluşması ile uygulanan yenilikler, daha sonra biçemsel etkisini göstermeye başlamıştır.
On dokuzuncu yüzyıl sonlarında bir yandan Türk şiirinde eski üslupların taklidinin yerine yeni bir üslup anlayışını içeren ancak daha çok imge ölçeğinde kalan şiir hareketleri, diğer yandan ABD’de Boston kentinde ortaya çıkan ve Robert Lowell, Sylvia Plath, Anne Sexton, John Berryman, Elizabeth Bishop, Adrienne Rich, Theodore Roethke’ın önderliğinde gelişen itiraf şiirleri, gizdöküm ve postmodern tekniklerden oluşan rasyonalist şiirsel yaklaşım post modern şiir anlayışının temellerini atmıştır. Süslemeden arınmış sadelik, işlevin formda ifadesi, teknolojiye inanç, kafiyeleri şiirin üstüne oturtmak yerine şiirdeki deneyimin bir parçası hâline getirmek, tarihsel referanslardan arınmış evrensel çözümler olarak özetlenebilen bu ilkeler, farklı görüşlerin kendi aralarında hesaplaşmaları sonucunda somutlaştırılmıştır.
Robert Lowell, 1950’li yılların ortalarında yayımlanan şiirlerinin çok fazla tantanalı, retorik ve geleneklerin içinde hapsolmuş olduğunu düşündü; bunları yüksek sesle okurken daha o zaman bile, konuşma diline yönelik söz seçimleri için düzeltmeler yaptı. “Kendi şiirlerim bana can sıkıcı zırhları tarafından bataklığın içine çekilerek ölen tarih öncesi canavarları hatırlattı. Artık hissetmediğim şeyleri söylüyordum” şeklindeki ifadesi, artık avant-garde şiirin amacı oldu.
Şiirde gelişen bu yaklaşımla kapitalin teknolojik ilerleme aracılığıyla uluslararası bir egemenlik yaratma arzusu arasında paralellik kurmak mümkündür. Gerçekten de modern şiir söyleminde şiir, diğer endüstriyel yapıtlar gibi fonksiyonel bir obje olarak değerlendirilmektedir. Öyle ama henüz modern şiirin anlaşılamadığı bir kültürel zeminde, postmodern şiir algısından söz açmak, büyük bir riski de beraberinde taşımıyor mu? Kesinlikle evet, ancak günümüzde şairden çok şiirin gencelmiş olup olmadığına bakmamız çok daha önemli görünüyor. Edebiyat dergilerinde yoğunlaşan yaşı genç olup da şiir dili 1980’li yıllar şiirinden bir adım öteye geçemeyen genç şiir yazıcılarının yapıtlarını okuyoruz. Yine, yaş olarak orta yaş ve orta yaşın üstündeki kimi şairlerin ise kırılmalar yaşadıklarını ve yeni bir şiirle okur karşısına çıktıklarını da gözlemliyoruz.
2000’li yıllar da yazılan şiire yön verebilecek yetkinlikteki yapıtların belli başlı direnç noktaları olmalı. Sosyolojik derinlik barındıran, çağın koşullarının farkında olan bir şiirden söz ediyorum. Ayrıca, günümüzde genç şairlerin şiirin poetikası üstüne düşünmeleri de oldukça umut verici ve bunun beklenen gelişmeyi doğuracağını düşünüyorum.
Bu, zor bir süreç; bilinmezlikleri ve belirsizlikleri kaygı üretiyor. Ama en zoru da burada genç şairin kendini ortaya koymasının kaçınılmazlığı… Evet de şunu belirtmeden geçemeyeceğim. Özellikle günümüz şiirinde neden yaratıcı eylemin cesaret gerektirdiği üzerinde durulmakta.
Ortaya yeni bir şey çıkartmak neden bu kadar sancılı? Sancılı, evet. Bu aslında, şairin kendi iç dünyasıyla yeni ve yoğun bir şekilde karşılaşması, yüzleşmesi. Yaratıcı süreçte, şair yoğunlaşmış bir bilinçlilik ile kendi potansiyelini ortaya çıkarabiliyor. İyi, çok da iyi şiirler üreten genç arkadaşlarımızın varlığını duyumsuyorum. Evet, bazıları edebiyat ve şiir dergilerinde görünme şansını yakalamış olabilirler. Bazıları kendi dergileri ve fanzinlerini çıkarıyorlar ve takip edilmeyi hak ediyorlar.
Ancak şiirlerini kitaplaştırma sürecinde birçok engelle karşılaştıkları da açıkça ortada. Kitap, genç şaire bir külfet olarak dönmektedir. Yine de azimle yazmaya devam ediyoruz, ediyorlar. Bu da şiirin büyüklüğündendir. Şiirin asiliğindendir ki edebiyatımızda ortaya atılan çoğu şiir manifestosunu ateşleyen duygu da budur: Genç şairi rahatsız eden unsurların birikmesi… Bunu da farklı bir bakış olarak eklemek isterim.
Ancak ne kadar çok şiir varsa o kadar çok hareket ve cıva gibi elimizin altından kayan, kimi zaman parçalanan, küçülen, bir başka mekânda tekrar birleşip büyüyen bir şiirimiz var, demektir. Adalarımız var, demektir.
Gilles Deleuze’nin bize adalar hakkında söylediklerini şiirsel bir kıvamda düşündüğümüzde: “İnsanı adalara taşıyan atılım, adaların kendisini üreten ikili hareketi devam ettirir. Sevinçle ya da kaygıyla adalar düşlemek, ayrıldığımızı, zaten ayrı olduğumuzu, kıtalardan uzakta yalnız ve kayıp olduğumuzu düşlemektir-veya sıfırdan başladığımızı, yeniden yarattığımızı, yeniden başladığımızı düşlemek… Türemiş adalar vardır, ama ada aynı zamanda kendisine doğru yola çıktığımız şeydir, kökensel adalar vardır ama ada aynı zamanda kökenin ta kendisidir. Ayrıca bir adanın ıssız olmaktan çıkması için üzerinde insanların yaşaması gerekmez.”
Doğrudur ama adalarımız kalabalıklaşsa da bu yazmakta olduğumuz şiirin ıssızlığını örtemiyor. Okurlar da Ramon Jimenez’in deyimiyle “uçsuz bucaksız bir azınlıktır.” Kendi derinliklerimizi kaybedip kendi adamızın mitolojisiyle, bilinç ve bilinçdışı etkileriyle yüzleşemedikten sonra yaşamı yorumlayıp şiir yapıtına dönüştürmemiz de olanaksız görünüyor. Üretilen yapıt üzerinden şairin poetik duruşu okunabilir ve yorumlanabilir. Şiir bu anlamda kendi gücünü ve duruşunu doğurabilmelidir, yoksa manifestoları ve poetik söylemleri desteklemeyen şiirin varlığı ironiktir.
H.U: 2000 sonrası şiir medyasının şiiri izleyen/yansıtan masum ortamın ötesinde şiiri yönlendiren/belirleyen bir güç olmaya soyunmasının şiir gelişimine, iyi şiirin gün yüzüne çıkmasına etkisi nedir? Kitabın ‘Türk Şiirinde Kanon Algısı ve Eleştiri’ bölümünde de biraz bahsetmiş olduğunuz gibi şiirin egemen erkinin şiir kapitalizmi yaratmasının yanı sıra bir şiir diktası da oluşturmaya çalıştığından söz edebilir miyiz?
K.F: Sizin de bildiğiniz gibi çağımızın önerdiği bu yeni şiirin kıvamı oldukça yoğun, çok katmanlı ve bolca da çağrışımlıdır. Bu şiir modern şairin, şiire ulaşmak için keşfettiği kestirme yolu olabildiğince uzatan yamaçlar, tepeler, mağaralar, girintiler ve çıkıntılar olan şiirdir. Hastalıklı ve artık yavaşlamış olan şiir dilinin lezyonları karşısında tam bir teşhisçidir o.
Çünkü şiirin çıkış noktasında ilkel anlamda yazılan şiir; postmoderndir. Kelimelerle değil de seslerle, görüntülerle ve henüz sezgilerle düşünen insanın, bir doğa olayı ile karşılaşmışçasına dış çevreyle söyleşmesinin ürünü de diyebiliriz. Uygarlık tarihi boyunca yine kendini doğaya egemen olma isteğinden alıkoyamayan da aynı öznedir. Bunu şiir üzerinden de yapar.
Modern şiirin günümüzde bizim edebiyatımıza yansıyan aksi tam anlamıyla böyledir. Her ne kadar özgünlüğü savunsa da üretilen metinler budanmış hatta dillerden düşmeyen ‘gibi’, ‘kadar’ bağlaçlarının yanı sıra ‘çünkü’, ‘fakat’ vesaire sözcükler, şiirden atılmaya çalışılmıştır ve kuralcılıklar, baskılar, şiirin üstünde egemen olmaya devam etmiştir. İlkel şiirin özündeki dağınıklık biçim algısının kutsallaştırılmasıyla esaret altına alınmıştır adeta.
Oysa dağınıklık bilinciyle çok katmanlı metinlerde her an bir doğa olayını yaşarız. Rasyonel ve kanıtlar üzerinden edindiğimiz bilgi silinir ve yerine kuşku tahta geçer. Her an tetikteyizdir. İç gerçeklik yaratmanın yollarını ararız ki bu çoğu zaman bir üst gerçeklik olarak, kendini sanat yapıtlarında ve özelde ise şiir metninde gösterir.
Sözgelimi geleneğe karşı oluşuyla öne çıkan modern şiir, şairine kalemini budaması için salık verir duruma gelmiştir. Özgürlük için seçim hakkı tanımaz. Şiirimizde halen İkinci Yeni ve benzeri şiirlerin üretilmeye devam edilmesini örnek verebiliriz. Kültürel zemin aynılaşmayı ve böylece modern şiirdeki özgürlük deneyiminin aynı çemberin içinde yaşanmasını ister. Modern şairlerin yakındığı tüketim toplumunu, kapitalist sistemi, popülist yaklaşımlarla üretilen sözde roman, öykü ve şiirleri tüketim hırsıyla metalaştıran modernist anlayışın ta kendisidir.
Şu anda yazılmakta olan şiir algısının yarattığı yeni ve özgün yapıtların artık üretilmediği yargısı, kaygısı, bulanıklık içindedir.
Şunu sormamız gerekir: Şairler yazdıkları şiirin poetikasını ne kadar oluşturabilmişlerdir?
Ben de sizin sorunuza bir soru daha eklemek ve sorunuzu öyle yanıtlamak isterim. Gelenek ile bağını koruyan şairler şiirimize ivme kazandırabilmişler midir?
Bu sorudan hareketle, 1980’li yılların bir şiir anlayışı getirebildiğine inanmıyorum. Ardından, 1990’lı yıllarda ve 2000’li yıllarda yazılan, yazılmakta olan şiirin referanslarının ise genelde İkinci Yeni şiiri olduğunu düşünüyorum, düşünmekteyim.
Öte yandan, mistik ve metafiziğin yoğunlaştığı şiirler de dikkat çekmektedir. Kimi şairlerin ürettikleri şiirle ortaya koydukları manifestoların da birbirleriyle örtüşmediği görülmüştür. Şiir dilinin aslında bir iletişim dili olduğu unutulmuştur. Hülyalar içinden seslenen ve esin perisini bekleyen şair, zihinsel olanı işaret ettikleriyle entelektüel bir edime sürükleyen, algılanması çaba gerektiren bir şiir diline evrilmekten nedense uzak durmuştur, durmaktadır.
Ülkemizde yaşanan geç modernizmin etkileri sanata da yansımıştır. Bugün umutları ve beklentileri karşılık bulamayan modern bireyin çıkmazlarını mağlup bir psikolojiyle ifade eden ve bir parça da romantizme yaslanan şairler, nicelik olarak çok fazladır. Bu sorular kültürel ortamı meşgul etmiş ve edebiyat dergilerinde dosya konuları olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Evet, sorun bu. Kişisel kimliğin kavramsallaştırılması fragmantasyona uğramış ve dağınıktır. Bunun sebebi ise coğrafik, delokalizasyon ve kariyer değişikliğinden ötürü kimliğimizin farklı kavramlarda yer etmesidir. Orijinallikten, orijinallik için üniversal ve karşılıklı sebeplerin araştırılmasından vazgeçmek…
Bu durum aynı zamanda yeninin buluşundan ilham alan modernist-romantik aklın delokalizasyonunu içerir. Orijinal çalışmalar metindeşlik, parodi, self-parodi, zıtlıkları çözümsüz görmeye şiddetli ironi kullanımı ile yer değiştirmiştir. Doğrusal gerçeklikler ve doğrusal bazlı anlatıların, paralel evler ve çok yönlü gerçekçiliği tercih etmesi fikrinin sorgulanması ve sosyo-kültürel gelişmelerin, kitlesel medya aracılığı ile bilginin içselleştirilmesi ve global kanallar aracılığı ile de ortaya çıkan bilginin gerçek ile kurgu arasında buğulanarak dramatize edilmesi gerekmektedir.
Postmodernistler, bilginin objektiflik fikrini sorgular, gerçekliğin hisler veya bilgi aracılığı ile bilinemez ve ulaşılamaz olduğunu düşünür. Bilgiye ancak temsiliyetler sonucu ile ve özellikle medya representasyonları ile ulaşıldığını savunur.
Bu nedenle ben, ‘andırış’ terimini yapay çevrelerin bizim dünya algımızı oluşturduğunu açıklamak amacıyla kullandım. Olabilir; ancak ben, bu durumu açıklarken herhangi bir resmin veya heykelin sanatçı tarafından yapılan orijinal ürünün binlerce kopyasının olabileceğini söylüyorum. Orijinal olanın ise en pahalı bir tanesi olduğunu belirtiyorum. Bu durumu CD’ler ile albüm kayıtlarını açıklarken orijinalin olmadığını ve aynı durumda herhangi bir tablonun bir sürü kopyasının aynı fiyatta olduğunu belirtiyorum.
Sanal gerçeklik konsepti ise imgenin başka bir versiyonudur; gerçeklik bilgisayar oyunlarında olduğu gibi orijinallik içermeyen emülasyon sonucu ile üretilmektedir. Gerçeklik hakkında ne bildiğimiz ne yolla bildiğimiz ile şekillenir. Medya, bildiğimiz nesnesel bilgimizin iletişime sokulma ve temsil edilme halidir. Bu kavramda işaretlerin meta olarak fonksiyonları gösterilip evrensel kod olarak operasyonları sağlanır.
Ancak, bana biraz izin verebilir misiniz? Sorunuza ara vermek istiyorum. Bakın, birden aklıma deve kuşları geldi. Tam da sorunuza devam etmek isterken…
Neden mi? Çünkü hayvanlara şiirlerimde olduğu gibi cevaplarımda da çokça yer vermek isterim. Bazı hayvanların yüzyıllardan bu yana sembol ettiği, çağrıştırdığı durumları yaratan bizler onları bir araca dönüştürüyoruz. Kuma gömülmek, kumda gözlerini sonuna kadar açık tutmaya çalışmak, deve kuşunun o uzun başını yatırıp uzaktaki tehlikeyi sezme çabası, neden kafayı kuma gömmek olsun? Bu bir bakıştır. Kum yoktur, gömülmek yoktur. Bu kuşların gözleri, o denli keskin ve güçlüdür ki; Romalı yaşlı tarihçi Plinius tarafından aktarılan efsaneye göre, bakışlarıyla çok sert olan bir yumurtayı bile çatlatabildikleri söylencelerden bilinir.
Öyleyse bu neyin gözüdür? Ve neye karşıdır bu? Boşluk Gözü… Bu boşluğun gözüdür. İmgelerle görememek, görebilmek için önce sonsuz boşluğu görebilmeyi gerektirir.
Saf ve açık, geniş, boş bir alan yaratacaksınız. İnsanın, geçmiş deneyimlerinin, tarihin ve Tanrının kontrolü dışında. Buna modernitede uzun zamandır, üçüncü gözle görebilmek! Yani bir üçüncü göze sahip olmanın kudreti denir.
Şiirdeki imgelemi görselleştirmek için boşluğun gözüne ihtiyacımız olduğu kaçınılmazdır. Tarafsız, saf ve geleceğe yer açan, gelecekten haber veren, bir göz! Olabildiğince ön yargı ve çağrışımlardan, deyimlerin ilk anlamından uzakta kalabilmek, genel anlatımları kırabilecek bir şiir dili yaratmak!
Bir şiir dili yaratmak mı? Çok hoş… Bu durum hakkında Georges Bataille de çeşitli görüşler bildirmişti. “Dogmatik ön varsayımlar deneye yersiz sınırlamalar getirirler. Daha önceden bilen biri, bilinen o ufuktan öteye gidemez” [1]. Ortaya öylesine saçılmış imgeler dünyasında yaşıyoruz ki bütün bu imgeler “farklı zekâ düzeylerinin ifadesidir” [2].
İşte benim biraz önce sözünü ettiğim ‘kum’ budur. Benim de imâ ettiğim üzere, insanın kafasını gömdüğü kendi bilinci ve eşelendiği tek yer de kendi zekâsıdır. İmgeleri kendi yaşamsal deneyimlerimize göre değerlendirir, onlara konum verir ve yorumlarız.
DİP NOTLAR:
[1] Georges Bataille, “İç deney”, YKY, Çev: Mehmet Mukadder Yakupoğlu,1995.
[2] Ron Burnett “İmgeler Nasıl Düşünür”, Metis yayınları, Çev: Güçsal Pusar, 2012.