Zeliha Aypek |
Ben sizinle sarmaş dolaş olmuşum, dalgalar,
Pamuk yüklü gemilerin ardında gezemem;
Doyurmaz artık beni bayraklar, bandıralar;
Mahkum gemilerin sularında yüzemem.
Geçtiğimiz Eylül ayında, 19. yüzyıl Fransız ve Dünya Edebiyatına damga vurmuş iki şairin, Paris ́teki, Fransız Devrimi öncesi bir kilise olan, sonrasında da Fransız entelektüellerinin gömüldüğü bir anıt mezar olan Pantheon ́a birlikte gömülmesi için bir grup aydın, tartışmalı bir imza kampanyası başlatmıştı. Bu tartışma neticesinde entelektüeller ikiye bölünmüştü: Birinci grup, Pantheon ́a ünlü bir eşcinsel çiftin getirilmesinin, anıt mezarın ihtiyacı olan sosyal ve politik çeşitliliği karşılayacağını savunuyordu ve sevgilileri, ünlü eşcinsel yazar ve şair Oscar Wilde ile kıyaslıyordu. Oscar Wild eşcinsel olduğu için hapsedilmiş, yoksullaştırılmış ve zamansız ölmüştü. 2012’de Kadın Hakları Bakanı Najat Vallaud-Belkacem, Arthur Rimbaud gibi ünlü sanatçıların eşcinselliğinin ders kitaplarında yer alması gerektigini savunuyordu.
Ayrıca Verlaine ve Rimbaud, Fransız şiirinin en büyüklerindendi bu gruba göre. Verlaine, 1944 Normandiya Çıkarması’nın “Kemanlar hıçkırır durur/Güz geldi diye/Bitkin bir yara açar yüreğimde” dizeleriyle ilan edilmesi bakımından, Rimbaud ise Mayıs 68 olaylarında üniversite öğrencilerince model alınması bakımından siyasi anlamda da önemlidirler.
Yine Pantheon ́a gömülmesi taraftarı olanların başka bir argümanı da, Rimbaud ́nun doğduğu kasaba olan Charleville-Mezieres’den nefret ettiği ve oraya gömülmekten hoşlanmayacağı yönünde bir iddiaya dayanıyordu.
Şairlerin Pantheon ́a gömülmesine karşı çıkanların ilk argümanı şuydu: Gerçekten ilişkileri kötü sonlanan bu iki eski âşık birlikte gömülmek ister miydi? 10 Temmuz 1873 ́te Rimbaud, Paul Verlaine’e ondan ayrılmak istediğini söylediğinde, onu kolundan tabanca ile vurmuştu. Yalnızca dört yıl birlikte yaşadılar ve aynı evde yaşamaya başladıklarında Rimbaud 17, Verlaine ise 27 yaşındaydı.
İkinci karşı argüman ise, Rimbaud ve Verlaine gibi iki asi şairin, Cumhuriyetin değerlerini temsil eden bir yapı için uygun olmadığıydı. Bunu savunan aydınlar, bu iki şairin sonsuza kadar siyasetçilerin ve askerlerin olduğu bir yerde dinlenmekten zevk almayacaklarını iddia ediyorlardı. Rimbaud, hayatının sonlarına doğru Afrika ́da silah satıyordu. Verlaine ise absent içip içip sarhoş oluyordu ve karısını dövüyordu. 1873 ́te Rimbaud’yu Brüksel’de vurduktan sonra hapse girdi.
Rimbaud ́nun erkek kardeşinin torununun kızı, şairin aile mezarlığında kalması gerektiğini savundu. Aynı şekilde, Les Amis de Rimbaud Derneği( Rimbaud’nun Arkadaşları Derneği) de bu öneriye şiddetle karşı çıktı. Rimbaud’nun yaşadığı çiftlik evini satın alan ve 16 yaşından beri fanatik hayranı olduğu şairin doğum gününü kutlayan, gitarının mızrabını şairin mezarına gömen Amerikalı şarkıcı Patti Smith de bu transfere karşı çıkanlardan biridir.
SAÇMA! GÜLÜNÇ! BERBAT!
Eğer kendisinin ve dostu Verlaine’in Pantheon’a gömüleceğini duysaydı Rimbaud, eminim ki bu sözlerle nokta koyardı tartışmalara. Tıpkı zamanında kendini edebiyata döndürmek için çeşitli çekingen girişimlerde bulunan arkadaşlarına, bu sözcüklerle karşı çıktığı gibi.
Sıra dışı bir şair olduğu kadar, okul yıllarında da sıra dışı bir öğrencidir; parlak, erken olgunlaşmış, kabına sığmayan, acımasız, uzun boylu, işçi elli ve kaslı, geniş alnıyla her an öfkelenmeye hazır. Retorikte çok başarılıdır ve birçok ödül almıştır. 13 yaşındayken, İmparatorluk prensine saygılarını sunduğu bir mektubu gizlice yollamıştır. İlk şiirleri Latincedir; Ver erat, Jamque novus ve Jugurtha ile 1869’da Akademi ödüllerine lâyık görülmüştür. Ortaokul öğretmeni Mösyö Perette’nin onunla ilgili şu sözleri dikkat çekicidir ve “lanetli şair”i ilk o görmüştür sanki: “Dileyeceğiniz kadar zeki biri, fakat gözleri ve gülümsemesi hoşuma gitmiyor. Kötü bitirecek: Herhalde bu kafada basit, sıradan hiçbir tohum yeşermeyecek, ya iyiliğin ya da kötülüğün dehası olacak!”. Onu en iyi anlayan ve şefkat duyan öğretmeni, aynı zamanda da bir şair olan George Izambard olacaktır ve Rimbaud ́ya özel kütüphanesini açacaktır. Bu durum, oğlunun okuduğu kitaplardan ahlâkının bozulacağından endişe duyan otoriter annesinin pek hoşuna gitmeyecektir. Fransa ve Prusya arasında savaş çıkınca Izambard Douai’ye giderken kütüphanesini Rimbaud’ya teslim eder. Yaşadığı ve nefret ettiği Charleville’i, “küçük taşra illeri arasında son derece aptal” bir yer olarak betimler mektubunda.
Sarhoş Gemi şiirinin,”Ölü sularından iniyordum nehirlerin” ilk dizesinde bahsi geçen ve bir ucunda değirmen olan, kıyısında bir evde oturduğu Meuse Nehri, onun düş gücünü beslemiştir; nehir kıyısında ve Semay Vadisi’nde, bol bol aylaklık edip gezen bu rüzgar tabanlı adam, Aydınlanışlar’da bir yankısını gördüğümüz içsel özgürlük sarhoşluğunu ve doğa ile kendinden geçmenin sarhoşluğunu sentezler.
1870’de ilk siirlerini(Ophelie, Demirci, Güneş ve Ten)yazmasıyla, ilk evden kaçışının aynı zaman diliminde gerçekleşmesi(Paris ́e) tesadüf olmasa gerek.
Rimbaud için şiir, aslında zihinsel bir yürüyüştür. Fiziksel olarak kaçamadığı zaman şiir yazarak içsel gerginliklerinden kurtulur. J.J. Rousseau’nun “Ben yalnızca yürürken düşünebilirim. Durduğumda düşüncelerim de durur; benim kafam bacaklarımla hareket eder”, sözünün insan halidir Rimbaud. Özgürlüğünün teminatıdır “gitmek”, şiirinin ruhunun özüdür:
Direnmezse acılarım,
Bir gün altınım olursa Kuzeye giderim, ya da
Bağ Kentlerini boylarım? … – Tatsız düşlerden usandım.
“17 yaşındayken ciddi olamayız”, der, 15 yaşında okuldan ayrılır ve şair olur; doğduğu ve nefret ettiği taşranın dar burjuvazisine rağmen. Nefret ettiği küçük burjuva ve ailesel evreninin vahşi hicivleri ile her zaman kaçmaya, gitmeye hazır olduğu başka bir yer arzusu arasında salınır durur. Başkaldırı ve ergenliğin keşfi arasında kalmış dâhi bir paryadır.
1870 ́de Sedan Savaşı patlak verip, top sesleri her yandan duyulurken, 29 Ağustos’ta ilk kaçışını deneyen Rimbaud, bundan sonra en ünlü şiirlerinden birini yazar: Vadideki Uyuyan. Açık bir alanda ölmüş bir askeri betimler: askerin ağzı açıktır, boynu kan içinde, kokular burun deliklerini ürpertmiyordur; göğsünde eli, güneş altında uyuyordur, sakince.Sağ böğründe iki kırmızı delik. Bu manzara ve savaş, ona siyasi bir duruş kazandırır, onun bundan sonraki eserlerindeki şiddeti besler, vatanseverligi aptalca bulmasına yol açar.
Rimbaud, çalışmayı sevmez.” Tüm uğraşılardan iğreniyorum, tüm cahil köylü işçilerden de”, der. Sanata gelince, o da bütün öteki işler gibi bir iştir; kalem tutan el ile saban tutan el eşdeğerdir.
Zweig, gerçek büyüklerin, yaratıcı insanların, gençlik döneminde veya yaşamlarının orta yerindeyken, yazgının, herhangi bir noktada, onları yakalayıp, çekilmiş oldukları köşelerden, güvenli atmosferlerinden zorla koparıp, bir top gibi bilinmeze sürüklediğinden bahseder. Buna en iyi örneklerden birisi şüphesiz Verlaine ve Rimbaud karşılaşmasıdır. Şiirlerini yolladığı, ünlü Parnasçı şair Verlaine, şiirinden çok etkilendiği Rimbaud’yu Paris ́e davet ettiği mektubunda şöyle yazar:
“Geliniz sevgili yüce dost, sizi çağırıyoruz, sizi bekliyoruz.”
İki şairin dostluğu aşan, cinsel öğeler taşıyan ilişkileri boyunca edebî olarak birbirlerine çok şey kattıkları açıktır. Paris Edebiyat çevrelerine Verlaine sayesinde girebilmiştir Rimbaud. Asık suratı, kabalığı ve hırçınlığı yüzünden bu çevrede pek de kabul görmez. Onu sadece Verlaine olduğu gibi kabullenebilecektir. Charles Cros tarafından kurulan Zutik Şairler Topluluğu üyeleri, Etranger Oteli’nde sık sık bir araya gelirler, şiir okurlar, tartışırlar. Bu edebiyat toplantılarına Rimbaud da katılır, Verlaine ile birlikte. Otelde asistanlık yapma karşılığı bir yatak verilir. Otelin barmeni , notaları değişik renklerle ve ünlü harflerle adlandırarak Rimbaud ́ya temel piyano dersleri verir. Sesliler sonesinde bunun etkilerini görmek mümkündür:
A kara, E ak, İ al, U yeşil, O mavi: sesliler, Diyeceğim bir gün gizli doğumlarınızı da: Karanlık koylara, kara sineklere benzer A, O amansız pis kokular üstünde fır dönerler.
Her sesli harfi bir renk, bir duyum, bir imge olarak görür ve gösterir. Sonenin son dizesinin mor renkle ve Yunan alfabesinin son harfi olan omega ile bitmesi, tanrıya mı, bir kadına mı ya da kutsal saydığı başka bir şeye mi işaret ettiği bilinmeyen “Ses Yeux”(Gözlerinin) ifadesinin, cümle ortasında büyük harfle yazılmış olması gibi sözcük oyunları, dönemin ünlü şairi ve aynı zamanda İzambard aracılığıyla tanıdığı dostu Paul Demeny’e şiir anlayışını açıkladığı “ruha ruh olacak, her şeyi, renkleri, kokuları, düşünceyi bulup çıkaran, düşünceyi özetleyecek bir dil”i bulduğunu müjdeleyen bir dilsel bayram havası taşır.
Rimbaud içindeki cehennem ateşini hem yaratır hem de ondan kaçış yolu olarak şiire sığınır. Bilici olup kestirmeden her şeyin özüne nüfuz edebilmek, dünyanın tüm gizemlerini çözebilmek, sonsuz özgürlüğüne kavuşmanın düşünsel yanidir. Bu noktadaki tutkusu Baudelaire ́in tutkusu ile örtüşür ve onun şiirinin biçeminden ve tekniğinden etkilenir. Şair, görünmeyeni görebilmek için kendinden çıkmalı ve kendisine dışardan bir göz gibi bakabilmeli, ruhunu incelemeli, yeniden keşfetmelidir; tıpkı aşkın yeniden keşfedilmesi gerektiği gibi. “Açacağım örtüsünü tüm gizemlerin: Dinsel ya da doğal gizemlerin, ölümün, doğuşun, geleceğin, geçmişin, kozmogoninin, hiçliğin.” Duyuların düzenini bilinçli olarak bozmak, sanrılarla görmek, şairin görme biçimi olmalıdır. Duyularını bozmak için esrar alır zaman zaman:
“Küçük esriklik uyanışı, kutsal ! Bize ödül verdiğin maske karşılığında ancak. Onaylıyoruz seni, yöntem ! Dün, biz yaştan her birine ün ve şan verdin, unutmuyoruz. Inancımız var ağuya. Ömrümüzü tümüyle verebiliriz her gün.
Işte canakıyıcıların vakti.”
Komüncüleri yürekten desteklediği, anarşik duygular taşıdığı dönemde Verlaine ile absent ve esrar içip aylak aylak Paris sokaklarını arşınlamışlardır. Ruhsal açıdan güçsüz ve sinik bu burjuva karşıtı bir burjuva olan Verlaine’le ilişkisinde Verlaine, tıpkı şiir gibi deneysel çalışma alanında yer alan bir denektir. Première Soirée(İlk Akşam ) şiirinde, bazen kristal bazen yumuşak ve vahşi kahkahalar atan, çıplak genç bir kadının onu baştan çıkaran jestleriyle haz ve aşk arasındaki ilişkiyi keşfetme vardır. Bu şiir, ayak fetişizmi ve gençlik fantezileri ile doludur:
Çıplak: üstünde tek geceliği var
İnadına, pencerenin camına
Sokuluyor yapraklarıyla dallar,
Nasıl da hemen yanına yanına.
Koca iskemleme geldi oturdu,
Yarı çıplak gülüyordu çapkınca
Sanki döşemede ürkek bir kumru
Küçük ayakları ince mi ince.
…
Verlaine ile ortaklaşa yazdıkları Le Sonnet du trou du cul(anüs sonesi), geleneksel kadın-erkek ilişki biçimini taklit eden erkekler arası çiftleşmenin kutlandığı pornografik bir şiirdir.
Başlangıçta Parnasçı bir ozan olmak isteyen Rimbaud; rahatlık ve güvence içinde, anlık bir coşkunlukla şiir yazmayı hüner sayan, oldukça vasat şiirleriyle övünen dönem şairlerinden ölesiye tiksinir ve ögretmeni Izambard ́a yazdığı mektupta, öğretmeninin şahsında bu gürûhu nasıl gördüğünü anlatır: “Hiçbir şey yapmak istemediği için hiçbir şey yapmadan doyuma ulaşmış insanlar vardır, sonunda siz de onlardan biri olacaksınız. Ayrıca özel şiiriniz de korkunç yavan olacak. Başkalarının umduğu gibi bir gün sizin ilkelerinizde de nesnel şiiri görebileceğimi umarım…”
Kendisini şair olarak görür, bunun onu suçu olmadığı kanaatindedir. İlk şiirlerinde Banville, Musset, Hugo, Baudelaire gibi önceki şairlerden etkilenir. İçinde kaynayan özgürlük ateşi, önce dizelerindeki hece sayısını, sonra uyakları yakar, şiirin tüm alışılmış geleneklerini yıkar, ve tamamen estetik kaygılardan arınmış bir özgünlüğe ve nesnelliğe sahip kendi şiir evrenini yaratır. Şiir eylem yaratmalı ve eylemin öncülü olmalıdır.
Denizi görmeden yazdığı 25 kıtalık “Sarhoş Gemi”si, düş bahçesinde yaşayan Rimbaud’nun gerçekleşen en ölümsüz, en büyük düşüdür. Görünmeyeni gören, arzu ettiği yalvaç (bilici)lığa yükselmiştir. Avrupa’dayken “Özledim eski hisarlarını Avrupa ́nin” diyecek kadar ileridedir düşleri. Gelecekteki yaşamı, uzak denizlere yapılan yolculuklar, bir daha Avrupa’ya dönmeyiş, bütün bunlar gerçekleşmezden yirmi yıl önce hem bu şiirde, hem de öteki şiirlerinde mat renkli camların ardından parlarcasına yer almıştır, Zweig’e göre. Fransız edebiyatında bir dönüm noktasıdır, birçoğuna göre bu şiir. Yine Zweig’a göre Fransız şiirinin üzerinde anarşinin kırmızı bayrağı gibi sallanır. Şiirleri öncelikle kendi özel yaşamında devinime, eyleme yol açar.
Hiç görmediği denizin şiirinde yıkanır, sular onu alıp gider can attığı yere, arınır…
“Hep iyice uyanık olsaydı usum, su üstünde yürürdüm bilgece. Ey arınmışlık! Arınmışlık! Bu uyanıklık anıdır bana arınmışlığı sunan. Tanrıya usla gidilir! Yürekler acısı mutsuzluk!”
Rimbaud ́nun şiirleri Zweig’e göre acımasızdır. Şiire acımasızca sarılır; ona sevecen tavırlarla değil, ama sertlikle, tecavüz ederek boyun eğdirir ve sinirleri zayıf olanlara uygun düşmez; bu şiirlerin kimilerinden yoksulluğun, kirli giysilerin, terli pabuçların, tuvaletlerin kokuları yükselir. Paris Sefahati’nde, “Frengililer, deliler, kuklalar, vantriloklar ne yapabilir ki fahişe Paris ́e?” der. Çalınmış Yürek’te:
“Hep belden aşağı edepsiz laflar
Onu nasıl baştan çıkardı, bakın!” dediği kendisidir… Bu şiirler en gerçekçi gerçeklikten ve dizgin tanımayan imgelemden oluşma, dahiyane bir yumaktır. Rimbaud sanki dünyanın ilk şairiymiş, sanki kendisinden önce gelmiş binlercenin oluşturdukları estetik, iskambil kağıtlarından yapılma bir bina örneği çökmüş gibi şiir yazmaya başlar. Şiiri, bu gözü kara içgüdüsel özgürlük ortamında, kendine özgü bir gelişme çizgisini izler. Bilim, temposu cok ağır olan bir alandır; oysa onun enerjisi ancak bir şimşek çakması gibi boşalabilir, bütün bu enerjisine rağmen tembeldir de..
Aile bağlarını küçümsese de en sevdiği kız kardeşi hastalıktan vefat ettiğinde, yas simgesi olarak saçlarını kazıtır. Ailesel, dini, ahlaki, milli tüm bağları reddeden Rimbaud, 1883’de ailesine yazdığı bir mektupta, evlenmemiş olmaktan ve bir aile kurmamaktan duydugu üzüntüyü, pişmanlığı dile getirir.
“Uzak bir şirkete tabi olarak, aylak aylak dünyayı gezmeye mahkumum. Avrupa yaşam tarzını, hatta dilini ve mevsimlerin tadını giderek unutuyorum. Neye yarıyor ki bu gelmeler-gitmeler, bu yorgunluklar ve bu yabancı ırkların arasında yaşadığım maceralar, hafızamı dolduran diller, isimsiz acılar? Eğer bir gün mümkün olursa, birkaç sene sonra, yakınlarımda dinlenebileceğim hoşuma giden bir yer bulursam, bir ailem, en azından bir oğlum olursa, hayatımın geri kalanını, onu bu çağa en uygun sekilde, eksiksiz bilgi ve eğitimle donatarak geçireceğim. Şimdiden onu ünlü bir mühendis, güçlü ve zengin bir bilim insanı olarak görüyorum. Ama kim bilir günlerim ne kadar sürecek bu dağlarda? Ve hiçbir haber çıkmadan, bu kabilelerin ortasında öylece kaybolabilirim…”(1883 Mayıs, Ailesine yazdığı mektup).
Şimşekler çaktıran ve Fransız Edebiyatında devrim yaratan beş yıllık yazın hayatı boyunca, başlangıçta nefret ettiği Charleville’den kaçıp kaçıp Paris’e gelip, Paris sokaklarında yatan, her türlü aşağılık işi yapan, Verlain’le birlikte İngiltere, Belçika, Almanya gibi Avrupa ülkelerinde serserilik eden, Hollanda kolonileri için askere alınan ve Sumatra’dan kaçan, Mısır’ı, Kıbrıs’ı, Zanzibar’ı, Aden’i tanıyan öfkenin çocuğu, çağın kültüründen kendini soyutlar:
“göçebeler gibi uzaklara gideceğim;
mesut, sanki yanımda bir kadın varmış gibi” dizelerinde olduğu gibi, hiçbir yere ait olmamayı tercih eder.
“Görüyorum ki tedirginliklerim Batıda olduğumuzun ayrımına zamanında varmayışımdan doğuyor. Batının bataklıklarında! Bozulmuş ışığa, hurdası çıkmış biçime, yolundan sapmış devinime bel bağladığımdan değil… Geçelim! Şu anda usum, Doğunun çöküşünden bu yana insan usunun karşılaştığı en yırtıcı gelişmeleri yüklenmek istiyor ille… İstiyor bunu usum!. ́ ́
Doguya ve ilk ve sonsuz bilgelige yeniden dönüyorum”, der.
Etiyopya’da Harar ve Abissini’de kaldığı zaman dilimlerinde ticaretle uğraşır. Bunun yanısıra fotoğrafçılık da yapar. “Burada bir yıl beş yıla eşdeğer, bu enlemlerde çok çabuk yaşlanıyor insan”der, tıpkı bu yaşantısını önceden görebildiği şu dizelerdeki gibi:
“demirden uzuvlarla geri döneceğim, derim koyu olacak, taşıdığım maskeye bakıp benim güçlü bir ırktan geldiğime karar verecekler..”
Çılgın Kız, Cehennemlik Koca şiiri, kadınlara ilişkin düşüncelerini barındırır:
“Ne diyor cehennemlik koca: Kadınları sevmem ben, aşkın yeniden icadı gerek, belli. Kadınların istedikleri tek şey kendilerini sağlama almak, tek istedikleri güvenli bir ortam kazanmak, yüreği ve güzelliği hesaba kattıkları yok; soğuk bir hoşgörü geriye kalan, günümüzde evliliğin besini. Ya da ben kadınları mutluluğun işaretleriyle görüyorum, iyi arkadaşlar haline getirebilirdim onları, her şeyden önce parlamaya hazır odun yığını gibi duyarlı hayvanlarca parçalanmış arkadaşlar!”.
Rimbaud’ya göre, kadının sonsuz esareti kırılınca, kendisi için ve kendisi vasıtasıyla yaşamaya başlayacağı zaman, o da bir şair olacaktır.
20 yaşında şiiri bırakıp Afrika’ya giden Rimbaud, onlarca teknik eser ve fotoğraf makinesi sipariş eder. Rusça ve Arapça öğrenir, öyle ki Kuran’ı öğretecek seviyeye ulaşır Arapçası. Müslüman olarak öldüğü iddia edilse de, bunun kesin bir ispatı yoktur. 1880’de Aden’de, fotoğrafçılıkla hayatını kazanmaya niyetlenir. Gazetelere ve Coğrafya Derneğine, keşfedilmemiş, adı henüz duyulmamış ülkelerde çektiği fotoğrafları gönderir. Günümüzde onun çekmiş olduğu ispatlanmış yedi fotoğrafı mevcuttur. Mısırlı subaylar, Yemenli tüccarlar, Hintli tüccarlar…1887’de ortağı olduğu fotoğraf stüdyosu işletmecisi Borelli ile yaptığı, silah satışından döndüğü bir seyahat sırasında çektiği üç fotoğraftan biri ilgi çekicidir: Etiyopyalı cılız bir çocuk eğilerek, soylu başka bir genç çocuğun ayaklarını yıkamaktadır. Zayıf ve güçsüz çocuklara büyük bir acıma duymuştur öteden beri. Rimbaud’ya, 1870 yılında Paris’e kaçışlarından birinde, sokaklarda şahit olduğu kırıcı, ezici sefaleti; “Les Effarés( Korkuya Kapılanlar)” şiirinde betimlediği; bir fırıncı önünde kaldırıma diz çökerek, sessizce birbirine kenetlenerek ekmek çıkmasını bekleyen beş küçük çocuğun çaresizliğini, korkularını hatırlatmıştır belki de bu fotoğraf karesi. Birkaç sene içinde tıpkı edebiyatı terk ettiği gibi; teknik imkansızlıklar, düşük kazanç ve yorgunluk sebebiyle fotoğrafçılığı da bırakır. Her şeyi şimşek hızıyla yaşayan Rimbaud, daima öndedir, hep kaçıştadır. Her zaman başka işler yapar. Harar ve Aden arasında yeniden tüccarlık yapar. 1891 yılında bacağındaki tümör nedeniyle hastalanır, kendi yaptığı sedye ile gemiye kadar taşınarak Marsilya’ya gider, bir bacağı kesilir ve kısa zaman içinde vefat eder.
“Tamamen Doğu ile kuşatılmış muhteşem bir evde, sonsuz eserimi tamamladım”, der Aydınlanışlar’da. Rimbaud, şiirini; kıtalar arası bu yolculuklarla, yıllar önce yine sihirli sözcükleriyle yarattığı çağın hep bir adım önünde yol alan şiirini, sezgisel dehasının öngördüğü gibi tamamlamıştır.
Rimbaud, arzu ettiği sonsuzluğu çoktan buldu. Yani, güneşle karışık denizi.
Kaynakça: Stefan Zweig, YarınınTarihi
İlluminations& Cehennemde Bir Mevsim, Arthur Rimbaud
Le Monde