Editör: Gülçin Sahilli
ÜÇÜNCÜ ŞAHSIN ŞİİRİ
gözlerin gözlerime değince
felâketim olurdu ağlardım
beni sevmiyordun bilirdim
bir sevdiğin vardı duyardım
çöp gibi bir oğlan ipince
hayırsızın biriydi fikrimce
ne vakit karşımda görsem
öldüreceğimden korkardım
felâketim olurdu ağlardım
ne vakit maçka’dan geçsem
limanda hep gemiler olurdu
ağaçlar kuş gibi gülerdi
bir rüzgâr aklımı alırdı
sessizce bir cıgara yakardın
parmaklarımın ucunu yakardın
kirpiklerini eğerdin bakardın
üşürdüm içim ürperirdi
felâketim olurdu ağlardım
akşamlar bir roman gibi biterdi
jezabel kan içinde yatardı
limandan bir gemi giderdi
sen kalkıp ona giderdin
benzin mum gibi giderdin
sabaha kadar kalırdın
hayırsızın biriydi fikrimce
güldü mü cenazeye benzerdi
hele seni kollarına aldı mı
felâketim olurdu ağlardım

Aşkta üçüncü şahıs olmak… Çok sevmek, söyleyememek; çok sevmek, başkası olduğunu bilmek; çok sevmek, sevilmemek… Her günü bir öncekinin kopyası gibi yaşamak. Tüm güzellikleri O’na, tüm çirkinlikleri onu senden uzaklaştıranlara yüklemek. İlk kez âşık olan liselinin, o deli inadıyla çıkmak sokaklara. Her parkta, her köşe başında, sahilde onu aramak. Ve bulmak kimi zaman. O bulmak ki, yaraya tuz basmak, acının ateşine odun atmak…Jezabel gibi lanetlenmek belki de…
DÖRDÜNCÜ ŞAHSIN ÖYKÜSÜ
Kadıköy tapınağımdır benim. Karşıya geçmek gelmez aklıma kolay kolay. Ama bugün sahaftan aldığım kitabımı çantama koyar koymaz Maçka’ya attım kendimi. Eski bir acıyla artık yüzleşebilirim. Çünkü ayrılığın vahşi tadına alıştım artık.
Dört masa dolu parkta. Yan masamda gencecik bir oğlan, bizden biraz uzakta incecik bir kız, ben ve parkın en ucundaki masada oturan orta yaşlarda bir adam. Gözünü kızdan ayırmıyor oğlan, kızın sırtı dönük ona. Tanıyorlar mı birbirlerini? Kim bilir? Çayım geliyor, kitabıma gömülüyorum. Şiir… Nasıl da koparıyor beni bulunduğum yerden.
Yan masamdaki gencin huzursuz kıpırdanışlarıyla yeniden dönüyorum parka. Gencin gözleri yine o incecik kızda. Kızın yanına genç bir adam geliyor, sarılıyorlar. Gelen adam uzun boylu, irice, esmer… Kaşının üstündeki çizik sert gösteriyor onu. Oturuyorlar. Yanımdaki genç çayını hızlı hızlı karıştırıyor. Gözlerinin karası yüzüne vurmuş. Yaş akıtmadan ağlıyor gibi. Bir an gözlerimiz karşılaşıyor. Orada, senin oturduğun yerde ben de oturdum demek istiyorum ona. Ama hemen çeviriyor başını.
Gün batımı enfes bir resim çiziyor gökyüzüne. Bir gemi düdüğü alkış tutar gibi yayılıyor. Bakmadan görüyorum yan masamdaki gencin hüznünü. Hüzün ışık hızıyla bulaşıyor çünkü. Ne kadar gizlemek istersen o kadar açığa çıkıyor.
İnce kızla yanındaki oğlan el ele kalkıyor masadan. Kızın ela gözleri nasıl da yakışıyor akşamüzerine. Yan masamdaki gence gülümsüyor mu kız geçerken, bana mı öyle geliyor? Genç de gülümsüyor ona ama cam kırıkları gibi. Onlar gidince de bir anda kalkıp gidiyor masadan. Peşinden gitmek için hızla ben de kalkıyorum.
“ Hanımefendi, hanımefendi!”
Israrcı bir ses duyuyorum. Bana sesleniyor. Parktaki son dolu masada oturan kasketli, orta yaşları geçmiş, yüzünde koca bir çınar saklayan adam.
“Kitabınızı unuttunuz!”
Ah acele ederken masada bıraktım demek. Teşekkür ederek alıyorum Bela Çiçeği’ni. Özenle çantama yerleştiriyorum. Başımı kaldırdığımda ne kasketli adam ne genç var görünür de. Durup dururken Jezabel takılıyor aklıma. İsrail kralının karısı mıydı? Başka tanrıya mı inanıyordu? Onun için mi lanetlenmişti?
Akşamın ilk saatlerinin koluna girip limana yürüyorum.