Yazar ve şairlerin okuma serüvenlerinin nasıl başladığı her daim ilgimi çekmiştir. Muzaffer İzgü, Yaşar Kemal, Sait Faik ve daha birçok ismin çocukluklarından itibaren başlayan okuma serüvenleri herkesçe bilinir. Benim okumayla tanışmam da çocukluk yıllarıma denk gelir. Babam o yıllarda Ankara’da bir bankada çalışıyordu. Kız kardeşimle, onun işten eve dönüşünü dört gözle beklerdik. Zilin çalmasıyla soluğu kapının önünde alırdık. Babam, elleriyle arkasına sakladığı paketlerden birini seçmemiz için, “ Sağ mı sol mu?” diye sorardı. Sonra herkes seçtiği taraftaki paketini alır ve paketi heyecanla açardı. İçinden çikolata, bisküvi, şeker değil kitap çıkardı. Karşımıza çıkan her kitapla yeni bir kahramanımız olurdu. Kitap alma ve verme işini böyle eğlenceli bir seremoniye dönüştüren kahramanımızı saymayı da ihmal etmiyorum. Yani ben okuma sevgisini ailede kazanan şanslı insanlardanım diyebilirim. İlerleyen yıllarda elbette Türkçe ve edebiyat öğretmenlerimin de bu serüvende epey rolleri oldu. İlkokul yıllarında okunan kitaplar daha sonraki yıllarda yerini yavaş yavaş çocuk klasiklerine, daha sonra da yerli ve yabancı klasiklere bıraktı. Bu anlamda kütüphaneler imdadıma yetişti. Üniversite yıllarında ise bütçemin elverdiği ölçüde kendi kitaplığımı oluşturmaya başladım. Yaz tatillerinde ise alt kat komşumuz Hasan amcanın kitaplığına dadanıyordum. Hasan amca emekli edebiyat öğretmeniydi. Yanılmıyorsam lise müdürlüğü de yapmıştı. Mahmut Yesari, Bekir Yıldız, Tahsin Yücel, Vüsat O. Bener gibi isimlerle onun kitaplığında tanıştım. Okumanın ama bilinçli seçimlerle yapılan okumanın her şeye anlam yüklemek olduğunu böyle böyle kavradım. Baki Asiltürk’ün” Şiir Yüklü Gemi” adlı kitabının önsözündeki kendi okuma serüveni ile ilgili yer alan şu bölümde, anlatmak istediğim konuda oldukça çarpıcı bir tespit olduğunu düşünüyorum: “ … İlginç olan o yıllarda ‘yaşayan’ yazar ve şairleri neredeyse hiç okumamış olmamdır. Bunun benim için ne kadar büyük bir yararı olduğunu çok sonraları fark ettim. Bilinçli seçimlerle okunmuyorsa güncel edebiyatı yakından takip etmek büyük ölçüde zaman kaybına dönüşüyor. Klasiklerle başlayıp şekillenen bir okuma biçemi ise olgun yaşa doğru ciddi bir seçme gücü ve zevki kazandırıyor.” Tam da burada ünlü kitabevlerinin “çok satanlar” rafındaki okunması için dayatılan kitaplar geldi aklıma. Kim bilir kimlerin okuma serüveninde yerlerini aldılar. Bu konuda suç kimde tartışmasına girmeyi düşünmüyorum. Bilinçsiz seçim yapan okur mu, toplum olarak okuma alışkanlığı kaygısını taşımamak mı yoksa bu durumdan faydalanan sermaye mi orasını bilemiyorum ama ”çok satması gerekenler” rafına ihtiyacımız olduğuna eminim. Bu konuda herkese görev düştüğünü düşünenlerdenim. Bunu yaparken okumanın bir seçkinlik simgesi gibi algılanmasının önüne geçilmelidir. Okumanın; bir ihtiyaç, bir algılama biçimi olduğu tavrının altı çizilmelidir. Vasatlığın önüne de böyle geçilebilir kanısındayım. Artık hiçbir toplumun cehaletle kaybedecek vakti yok. Seviyenin yerlerde süründüğü televizyon dizilerinin yayınlandığı şimdilerde ise buna daha çok ihtiyacımız var. Yaprak Dökümü’nün yayınlandığı yıllarda bir öğrencim koşarak yanıma gelmişti, “ Öğretmenim Yaprak Dökümü’nün kitabını da çıkarmışlar.” diye. O günden sonra daha çok özen göstermiştim öğrencilerimin kitaplarla ilişkisine. Şimdi işimiz eskiye göre daha zor. Bunun nedenleri başka bir yazının konusu olur belki.
Efendim okuma serüveni demiştim ya bugünlerde aramızdan birilerinin okuma serüvenleri de sanırım maske takmama cezasını almalarıyla başlayacak. “Okumak ve ceza” diyorum sonra da susuyorum.