1980 yılının insanları yaşamaktan bezdiren günleri, darbenin gerçekleşmesiyle birlikte o zamanı yaşayan insanlar için eşi benzeri olmayan acıların en şiddetli noktaya ulaşması anlamına geliyordu. İnsanların akla hayale gelmeyen işkencelerden geçmiş olmalarıyla ilgili anlatılanlar elbette herkesin yaşamında bir karşılık bulmuyordu. Pek çok insan yaşananları sonraki süreçte öğrenebildi.
Evinde hiç kitap bulundurmayan bir kesim mutluydu. Çünkü darbeyi alkışlayanların sesi daha çok çıkıyordu. Darbe, adı devrimci olanları hedeflediği için, günün tek televizyon kanalı olan devlet televizyonu ve gazeteler darbeyi desteklediği için darbeciler halkın gözünde kahraman gibiydi. “Bizi kurtardı” diyenler vardı darbeci komutan için. Oysa darbeciyi kurtarıcı gibi görenler olaylarla yavaş yavaş yüzleşecekti.
Halkın kendileri için mücadele eden devrimcilere öfkesi bilinçli insanların gerçekleri anlatırken sabırlı olmaları sayesinde kalıcı bir öfke olmaktan çıkıyordu. Ülkenin genel siyasi görüntüsünün aksine Samandağ sol görüşlü insanların yoğun olduğu bir yerdi. Ama insanların dinleriyle politik görüşleri arasında sıkıştıkları, ülkelerine duydukları sevgiyle darbecilerin emelleri yüzünden sınandıkları gerçeği tarihsel derinliğiyle sürekli aynı yerde duruyordu.
Orası Samandağ’dı. Annelerin oğulları için “devrimci olur” korkusu besledikleri bir yerdi. Annelerin durumla baş edemeyip “Ben de devrimciyim oğlum. Ama içimden. Sen de öyle yap” diyerek çeşitli çareler ürettikleri o topraklar ne devrimci yaratmaktan vazgeçti ne de aydın insanlar o toprakları terk etti. Ama 12 Eylül darbesi Samandağ’daki herkese potansiyel tehlike yaftasını uzun süre hissettirmekten vazgeçmemişti.
Devrimciler sadece okumuş insanlardan çıkmıyordu. Samandağ’da devrime inanan her kesimden insan bulmak mümkündü. Ne Marks’ı bilirlerdi ne de Lenin’i. Ama daha güzel günlere, daha insanca bir yaşama, daha adaletli günlere, açlıkla sınanan günlerin bitimine, eşit eğitim koşullarına ve daha insanca bir yaşama inanan çok insan vardı. Devrimden anladıkları buydu. Onları aç bırakan düzenin değişmesiydi tek istekleri. Darbeyi de böyle bir şey sanmışları en başta. Açlıkla sınanıyorlardı. Bununla mücadele edebilmek için yurtdışında geçiyordu ömürleri. Ailelerinden ayrı bir ömür geçirip öyle terk ediyorlardı dünyayı. Halkın her zamanki gibi kafası karmakarışıktı.
12 Eylül darbesi halkta büyük paniğe yol açmıştı. Çünkü evlere baskınlar yapılıyor ve evde bulunan eşyalara göre insanlar tutuklanıyordu. Ama kimse tam olarak ne arandığını bilmiyordu. Kitaplar yakılıyordu. Fotoğraflar imha ediliyordu. Bizim evimizde de panik başlamıştı. Ailemizdeki kimsenin polisle ya da askerle bir diyaloğu olmamıştı o güne dek. Ailenin en isyankârı sürücü belgesiz araba kullanmaktan ceza almıştı o güne dek. En büyük suç buydu bizim evde. O günlerde çok yaygındı ehliyetsizlik. Herkesin ehliyet alması mümkün olmuyordu.
Babamın kahvehaneden devrimci arkadaşları olurdu bazen. Anlattıklarını geldiğinde evde tekrarlardı. Paniğin sebebi bu muydu acaba? Evde bir tüfek vardı. Neredeyse her evde vardı. Onu bahçeye gömmüşlerdi. Kurşunlarını da çöpe atmışlardı. Oysa zaten yasal olarak satılan bir tüfekti. Korku iklimi insanlara garip şeyler yaptırıyordu. Askerin neye takılacağı belli değildi.
Darbenin ilk haftasıydı ve amcam eve panikle gelmişti. Birkaç gün içinde eve baskın olacağı söyleniyordu ve amcam çok korkuyordu. Çünkü evde Ferdi Tayfur posteri vardı. Amcamın yüzündeki korkuyu fark eden evde Che Guevara’yı sakladığımızı ve birazdan evi Amerikan askerlerinin basacağını düşünebilirdi. Hepimiz teyakkuza geçmiştik.
Ferdi Tayfur’un konuyla ilgisi ne diye düşünmek kaçınılmaz. Ama Ferdi Tayfur’un Yılmaz Güney’le fotoğrafları vardı ve bu yüzden evde fotoğrafının olması çok riskli görünüyordu. Oysa neredeyse tüm sanatçıların demeçleri çıkmıştı basında ve hepsi darbeye destek veren ifadeler kullanmıştı. Başka türlüsü nasıl mümkün olabilirdi ki. Susabilirlerdi belki. Susanlar vardı. Ama aksi bir sesin çıkma şansının olmadığı o günlerde Ferdi Tayfur fotoğrafı bulundurmanın korkusu bile bize kendimizi devrimci gibi hissettirmişti.
Amcam fotoğrafın yok edilmesi önerilerini şiddetle reddederken evdekilerin yoğun baskısı altında çözüm önerileri sıralanıyordu. Sonunda Ferdi Tayfur fotoğrafının üstünü küçük aile fotoğraflarıyla doldurmaya karar vermişlerdi. Yaklaşık bir metre yüksekliğinde ve yetmiş santimetre genişliğindeki camı ve çerçevesi olan fotoğrafın üstüne aile fotoğrafları yapıştırılmıştı. Ama o panikle kimsenin aklına yapışan fotoğrafların tekrar sökülemeyeceği gelmemişti. Bir süre sonra Ferdi Tayfur fotoğrafı bulundurmanın suç olmadığı anlaşılınca ne yazık ki artık o fotoğrafın kullanılamayacak hale geldiği de anlaşılmıştı. Amcam çok öfkeliydi.
12 Eylül darbesinin yarattığı yıkımın yanında amcamın üzüntüsünün sözü dahi edilemez elbette. Biz ise bilinç seviyemizi olması gereken seviyeye yaklaştırabilmek için darbeye rağmen büyük mücadeleler vermeye devam ettik. O gün evimizde hiç kitap olmadığı için ne kadar isabetli kararlar aldığımızı düşünürken bugün hiç olmazsa kitaplarla aramızdaki husumeti ortadan kaldırdık. Aradan geçen yirmi yılda toplumun kitaplarla arasındaki husumet azalmış mıdır?