Kendimizi bir anda içinde bulduğumuz salgın hastalık süreci, yaşamın temel dinamikleri hakkındaki tüm ayrıntıları yeniden ele almak zorunda olduğumuzu ortaya koyuyor. Çünkü bu süreç bizi yepyeni bir durumla tanıştırdı. Ortaya çıkan durum hakkında sürekli yanılıyoruz ve bu durum değişecekmiş gibi görünmüyor.
Her gün önümüze getirilen içeriklerin niteliğiyle ilgili önemli kuşkular bulunması ve bu kuşkuların da yine bizlere içerik olarak sunulması bizi iki temel kavramla karşı karşıya bırakıyor. Bilmek ve inanmak arasında bir yerde kendimize yer ararken bilgi, sanrı, tahmin, öngörü ve inanç merkezli yorumlarla durumun yarattığı boşluk doldurulmaya çalışılıyor.
Ortaya çıkan bu korku atmosferinin ucu en çok ölüm korkusuna bağlanıyor. Bu korkunun karşısına farklı görüşlerle çıkan bazı teorisyenler dünyanın güç dengesi üzerinden tasarlanmış yönetimsel varsayımlara bu süreci de ekleyerek atmosferi değiştirmeye çalışıyor. Sosyal hayatı olabildiğince kısıtlamayı öneren sürecin kanaat öncüleri salgın hastalıklardan ilelebet korunmak gibi bir amacın altını çizmiyor. Tam tersine herkesin bu hastalığa yakalanmasının kaçınılmaz olduğunu ve yapılabilecek tek şeyin mümkün olabildiğince süreci ötelemek olduğu düşüncesi yazımızın sayfalara aktarıldığı tarihte en yaygın görüş olarak kabul gördüğünü söyleyebiliriz. Buna karşın dünyanın farklı önlemler alan hiçbir ülkesinin farklı sonuçlar alamadığını görmek de bizi bu gerçekle yüzleştiriyor. Ancak tüm bunlara karşı çıkan ve farklı tezler ileri sürenler de yok değil. En çarpıcı tez ise tüm bu yaşananların aldatmaca olduğunu ileri sürmekte… Yani ortada bir salgın hastalık süreci olmadığını belirtip insanları korkutarak farklı sonuçlar elde edilmeye çalışan bir rant grubundan söz ederken elbette dünyanın inanma eğilimi duyduğu bir komployu teorize ediyor. Şu ana dek virüsün bilerek üretildiği, insanların bir bölümünün çeşitli gerekçelerle ölmesinin istendiği, insanlara çip takmak için bu sürecin hazırlandığı gibi görüşler de vardı ama salgın hastalığın aslında hiç olmadığı düşüncesi hepsinin ötesinde ayrıntılar içeriyor.
Kuşkusuz bilgiden tamamen yoksun teorilerle konuya getirilmeye çalışılan yaklaşımlar insanların ilgisini çekiyor. Ancak insanların inançlarla zehirlenmesi faydası ve zararları açısından sorgulanmayı en çok bu süreçte hak ediyor. Bilgiyle desteklenmeyen inanış durumları bizi en çok aslında neye ihtiyacımız olduğu gerçeğinden uzaklaştırıyor. İçerik olarak bilginin kısıtlı, inanışın fazla olduğu durumlarda bilgiyle inancın yer değiştirdiği hatta inancın bilgi zannedildiği durumlarla karşı karşıya kalmaktan kendimizi koruyamıyoruz.
Kimi düşünürlerin inanmak ile bilmek arasında kurdukları zorlama bağlar kanıtlanamamış yargıların öznel içerikler barındırdığı gerçeğini değiştirecek oylumda ve derinlikte değil. İlk bilişsel hal, dolayısıyla öngörü olarak kabul edilen inanç meselesi, nesnel kanıtlar elde edilene dek yaşam içinde bir dayatma olarak sunulmaya başladığında bu defa toplumsal açıdan tehlikeli bir silaha dönüşüyor. Kişinin niyetiyle eylemleri, ihtirasları ve mücadelesi arasındaki savaşımın yarattığı etki, çöküş sürecini desteklemeyi amaçlamasa da sadece bu işe yarıyor.
Neler olup bittiğiyle ilgili elimizde çok az somut bilgi var. Her gün birtakım sayılar açıklanıyor. Maske takmamız, iki metreden fazla birbirimize yaklaşmamamız ve temiz olmamız öneriliyor. Belirti olarak altı çizilen rahatsızlıklar ilk defa duyduğumuz şeyler değil. Ama insanlar ölüyor. Temiz olmak ve sağlığımıza çok dikkat etmek de kötü öneriler sayılmaz. Geri kalan detayların bize çok fazla faydası olduğunu söylemek mümkün değil. “Salgın hastalık diye bir şey yok. Ben inanmıyorum” demenin bize sağlayabileceği hiçbir katkı olmadığına göre kaygıdan uzaklaşıp yapabileceklerimize odaklanmamız ruhsal durumumuzu da düzenleyebilir. Çünkü hastalığın ortaya çıkardığı durumlarla ilgili hiçbir kesin yargı ortaya konamıyor. Çok sağlıklı insanların riskinin daha az olduğu söylense de gazeteler herhangi bir sıkıntısı olmadığı halde vefat eden kişilere dair haberlerle dolu. Risk grubu olarak kabul edildikleri için altmış beş yaş üstü kişilere dair koruyucu önlemler arttırılsa da yine doksanlı yaşlarında hastalığı atlatabilmiş insanlara dair haberler de okuyoruz. Hiçbir ülke de ölüm oranlarının son altı ayda geçmiş yılların altı aylık dilimlerindeki en yüksek oranına ulaştığı yönünde haberler yapmadı. Dolayısıyla ölüm oranları konusunda da ayrıntılı bilgilere sahip değiliz.
Aslında hiçbir şey bilmediğimiz bir konuda bizden istenenler o kadar kötü şeyler olmadığına göre kimsenin tadını yitirmiş hayatı teorileriyle daha da bulandırmaya hakkı yok. Ölen kişi için ölüm oranı da hastalık oranı da çok fazla bir şey ifade etmeyecektir. Ölmeden de ölüme odaklanmak akıl sağlığı açısından sıkıntılı durumlar vaat ediyor. Her şeyin düzelmesini beklemek iyi de buna dair hangi hayalleri yaşatıyor insan. Salgın hastalık bitince temizlikten mi kurtulma derdindeyiz yoksa bağışıklık sistemimize gösterdiğimiz özenden mi sıkıldık? Kabul, alışmadık bünyede dikkat ve özen sakil duruyor ama tarihsel bilgiler bize hiçbir salgın hastalığın öyle bir iki yılda bitmediğini, ilaç bulunmadan aşı bulunamadığını ve salgın hastalıkların bitişinin öyle birden bire olmadığını gösteriyor.
Dolayısıyla dünya bugünün gerçekleri doğrultusunda yeniden düzenlenmek zorunda… Yaşam koşulları, çalışma koşulları, beslenme koşulları, eğitim ve iletişim şekilleri yeniden tasarlanmalı. Bu yıl ilkokula başlayacak bir çocuk okul hayatının sonuna dek eğitimini bizlerin alışık olduğu anlamda alamayabilir. Yaşam alanlarının fiziki koşulları yeniden tanımlanmalı… Anlamsız içeriklerden ve bir yararı olmayan tartışmalardan sıyrılıp buna odaklanmak zorundayız.