Göksu N. ÇAKIR: Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunusunuz. Yazarlık ve şairliğinizin yanında doktorluk da yapıyorsunuz. Roman kahramanlarınızı hastalarınızdan seçtiğiniz oldu mu hiç?
Altay ÖKTEM: Olmadı. Ama hastalarım da, ben de, bir şekilde tanıştığım, birlikte bir şeyler yaşadığım insanlar da, hiç tanımadığım, kafamda kurguladığım, hayalini kurduğum kişiler de, hepsi bir şekilde, bir yerinden sızmıştır yazdıklarıma. Sadece romanlarıma değil, hikâyelerime, şiirlerime de sızmışlardır muhtemelen. Çünkü edebiyat, yazarın hayattan damıttıklarının toplamıdır.
G.N.Ç: Edebiyat dünyasına 1992’de ‘Eski Bir Çocuk’ adlı şiir kitabınızla girdiniz. İlk yazdığınız şiiri hatırlıyor musunuz?
A.Ö: Hatırlamıyorum. Muhtemelen çok kötü bir şiirdir ve yırtıp atmışımdır. Zaten yazmanın kesin bir başlangıç noktası da kesin bir sonu da yoktur. Eğer bir kişi yazar veya şairse, kendini hayatının herhangi bir anında yazarken bulmuştur, ölmeden önce yazdığı son cümlenin ne olduğunu da eğer çok büyük bir tesadüf olmazsa, muhtemelen hiç kimse bilmeyecektir. Yazmak, başı sonu belli olmayan bir yolculuk gibi.
G.N.Ç: Thomas Düşerken’de, Thomas adında bir fotoğrafçının peşine takılarak Paris’ten Münih’e, oradan da Stockholm’e, İstanbul’a uzanan sürükleyici bir maceraya şahit oluyoruz. Aslında kollarının yerine aklını kullanarak fotoğraf çeken Thomas’ın objektifinden okuru bambaşka dünyalara götürüyorsunuz. Bu roman nasıl doğdu?
A.Ö: Thomas Dumas, 2000’li yılların ortalarında Penguen dergisinde yazdığım yazılarda zaman zaman sözünü ettiğim bir karakterdi. Hayali bir arkadaş da diyebiliriz. Ben de farkında değildim ama onun hikâyesini on yıldan fazla kafamda gezdirmişim. Hikâye o arada kendi kendine olgunlaşmış. Sonra birden kendimi yazarken buldum. Thomas’ı ben yazmadım da o kendini yazdırdı sanki.
G.N.Ç: Geçtiğimiz yıl, yeni romanınız ‘Yalan Yanlış Hayatlar’ yayınlandı. Yalan Yanlış Hayatlar, çok karakterli bir roman olmasının yanı sıra, erk zihniyetin eleştirisini de odak noktasına alıyor. Bu kadar bol aksiyonlu, bol karakterli bir romanı kusursuzca işlemek ustalık işi. Bu romanı yazarken zorlandığınız noktalar oldu mu?
A.Ö: Öncelikle teşekkür ederim. 80’lerden günümüze kadar uzanan bir dönemi anlatıyor ‘Yalan Yanlış Hayatlar’. Aslında bir mahalle hikâyesi gibi ama o mahalleye neredeyse bütün dünya sığıyor. Hem uzun bir zaman diliminde geçiyor, hem de söylediğiniz gibi çok fazla karakter var. Bu yüzden, kurguda boşluklar ve hatalar olmaması için ciddi biçimde teknik bir çalışma yaptım. Kişiler, mekânlar, olaylar, yıllar, yaşlar, yıllara göre toplumsal ilişki biçimlerindeki değişimler derken bir mühendis gibi çalıştım. Diğer yandan, yaşanan olayların şaşırtıcılığı, karakterlerin her birinin kendine özgü olması da yazım sürecinin çok zevkli, eğlenceli geçmesini sağladı.
G.N.Ç: Yalan Yanlış Hayatlar’ı yazmaya başlarken varmak istediğiniz nokta ile vardığınız nokta aynı mı?
A.Ö: Kesinlikle aynı. Her şeyi yalan yanlış yaşıyoruz ama maalesef bunun farkında değiliz. Farkına vardığımızda iş işten geçmiş oluyor ve bu sefer doğrusunu yapalım derken, kendimizi bambaşka bir yalan yanlış hayat biçiminin içinde buluyoruz. Ağlanacak halimize gülerek, gülünecek halimize ağlayarak ama bir türlü dengeyi bulamayarak yaşayıp gidiyoruz işte. Anlatılan bizim hayatımız aslında; hepimizin hayatı.
G.N.Ç: Yalan Yanlış Hayatlar’da zaman zaman kahraman ile okur arasına girerek konu ya da kişiler üzerinde yorumlar yaptınız. Bunu yapmanızın belli bir nedeni var mı?
A.Ö: Yanlış anlaşılmasın, ben girmedim araya, anlatıcı girdi. Anlatıcı da kurguya dâhil. Belki onu da romanın bir karakteri olarak görebiliriz. Akışın içinde olmayan ama akışa müdahale eden bir dış karakter. Neden olmasın?
G.N.Ç: Bazen roman kişisiyle zıtlaştığınız oluyor mu?
A.Ö: Yalan Yanlış Hayatlar’da olmadı. Hepsi çok farklı karakterler, hatta bir kısmı katil, yolsuz, hırsız falan ama fark ettiyseniz kalplerinde pek kötülük yok. Hayat onları o noktaya sürüklemiş sanki. Kızdığım, kabul edemediğim davranışları olsa da, anlayışla yaklaştım, zıtlaşmadım. Ama ‘O Adam Babamdı’ adlı romanımı yazarken bu söylediğiniz duyguyu çok yaşamıştım. O kibar, beyefendi adamın, Haydar Bey’in işlediği cinayetlerin bir kısmı, özellikle de cinayet yöntemleri gerçekten kabul edilebilir şeyler değildi. Zıtlaşmak bir yana, roman kahramanıyla ciddi sorunlar yaşayıp uzunca süre yazmaya ara verdiğim dönemler oldu. Ama sonunda o kazandı. Eğer o kazanmasaydı Haydar Bey diye bir karakter çıkmazdı ortaya.
G.N.Ç: Son olarak, yazarlığınız boyunca edindiğiniz en büyük tecrübeniz nedir?
A.Ö: Yazmanın kendisi çok büyük bir tecrübe zaten. Kendini anlama, kendini oluşturma ve kendini tamamlama süreçleri, yazma serüveni sayesinde hiç durmadan, bir sarmal şeklinde devam ediyor. Bu süreç bir türlü bitmiyor, ufukta bitme ihtimali de görünmüyor. Ne güzel.
Türk edebiyatına katkılarınızdan ve bu güzel söyleşiden dolayı size çok teşekkür ederim.