İlknur Atalkın
“ Fotoğrafların yeterince iyi değilse, konuya yeterince yakın değilsindir.”
Robert Capa
Fotoğrafçılık ile az da olsa ilgilenmiş olan herkesin çok iyi bildiği Capa’nın bu ünlü sözünü, teknik olarak konuya yakınlığın, seçilen lensin ya da durduğumuz mesafenin çok daha ötesinde bir anlam ifade ettiğini, kendisini aynı zamanda bir yazar olarak da kitabı “Hafif Flu” vesilesiyle yakından tanıyınca daha iyi anlamış oldum.
Robert Capa’nın ilk olarak 1947’de “ Slightly Out Of Focus” adıyla yayımlanan kitabının ilk Türkçe basımı Haziran 2020’de Arda Altuntaş’ın çevirisiyle Espas Sanat Kuram Yayınları tarafından yayımlandı.

Robert Capa ( 1913-1954 )
1913 ‘de Yahudi bir ailenin çocuğu Budapeşte’de dünyaya gelen ve asıl adı Endre Erno Friedmann olan Capa Berlin’de Siyasal Bilgiler okudu. Nazi rejiminin tehditlerinin artmasıyla birlikte 1933’te Paris’e yerleşti. Burada gazeteci ve fotoğrafçı Gerda Taro ile tanıştı. Birlikte ünlü Amerikalı fotoğrafçı Robert Capa ismini icat ettiler ve fotoğraflarını bu isim altında satmaya başladılar. 1936’da İspanya İç Savaşına katıldılar. Burada çektiği ‘Düşen Asker’ fotoğrafı uluslararası bir üne kavuştu ve savaşın güçlü bir sembolü haline dönüştü. Arkadaşı Gerda Taro İspanya’da öldürüldükten sonra 1938’de Çin’e seyahat etti ve Japonya işgaline karşı yapılan direnişi fotoğrafladı. Bir yıl sonra New York’a göç etti. II. Dünya Savaşı’nın en büyük çıkarmalarından biri olan ve D-Day olarak adlandırılan Normandiya çıkarmasını fotoğrafladı. 1947’de John Steinbeck’le birlikte Sovyetler Birliği’ne giderek Demir Perde’nin diğer tarafını fotoğrafladı. Capa aynı yıl Henri Cartier-Bresson, David Seymour, George Rodger and William Vandivert ile birlikte Magnum Ajansını kurdu. 1948’de Arap-İsrail Savaşını fotoğrafladı. 25 Mayıs 1954’te I.Çinhindi Savaşı sırasındai Vietnam’da ThaiBinh’de Fransız Birlikleri’yle ilerlerken mayına basarak hayatını kaybetti. ( Arka Kapaktan)
Robert Capa ismini birlikte icat ettikleri Gerda Taro, İspanyolların “Küçük Sarışın” diye isim taktıkları ufak tefek ama son derece cesur bir kadındı, Capa ile birlikte İspanya iç savaşını fotoğrafladıkları sırada öldürüldüğünde henüz 26 yaşında idi. Bazı kaynaklara göre Gerda, Capa’nın hayatının aşkıydı. İyi ki girmişsin Capa’nın hayatına sevgili Gerda ! demeden edemiyor insan.
Dünyanın en iyi savaş fotoğrafçısı olarak ilan edilen, 1954’te ölümü de yine savaş fotoğrafları çekerken mayına basmakla gelen Robert Capa’yı ve Capa’nın dünyasını daha iyi tanımak isteyenler için kitabın çevirmeni Arda Altuntaş’ın Ifsak Blog’ta yayımlanan şu yazısını (http://www.ifsakblog.org/capanin-dunyasina-kisa-bir-bakis) öneririm. Ben “Hafif Flu” ile devam edeyim.

Capa “Hafif Flu” kitabında 1942 ve 1945 yılları arasında İkinci Dünya Savaşının Kuzey Afrika, İtalya, Belçika, Fransa ve Almanya gibi önemli cephelerinde fotoğraflar çekerek, hikayeler üreterek ve atlatma haberler çıkararak geçirdiği dönemi anlatıyor kitapta.
Daha ilk cümleden Capa’nın o dönemdeki hayatının içine giriveriyorsunuz.
“Sabahları, yataktan kalkmak için artık kesinlikle bir neden yoktu.” Sonuna kadar okuyanlar için özel bir sürprizi de var bu cümlenin.
Günlük yazar gibi kaleme aldığı sayfalarda, birlikte seyahat ediyor, en az onun kadar içiniz titriyor deklanşöre basma anında!
“ Mermiler doğruca kafamın üzerinden geçti, havanlar ıslık çaldı, kruvazör uğuldadı ve yarım paletli kamyon yüksek sesli ahenksiz bir gıcırtı ekledi. Derken Alman havanları vınlayıp sadeceyüz metre aşağımdaki tepeye çarparak karşılık verdi. Kafamı yeşilliğin içine gömdüm. Güneş sırtımı ısıtıyordu. Keşke gökyüzünde uçuşup şarkı söyleyen yalnızca kuşlar olsaydı.” ( Sf:107 )

Normandiya çıkarmasındaki fotoğrafları savaşın en meşhur fotoğrafları olarak gösterilse de en derin hislerle çektiği fotoğraflar asıl cephe gerisinde olanlar olduğunu da anlıyoruz kitabı okurken. Napoli’de çektiği fotoğrafları şöyle anlatıyor:
“..Kameralarım boynuma asılı vaziyette, terk edilmiş sokaklar boyunca yürüdüm. Mutsuz ve yine de memnundum ki, daha fazla fotoğraf çekmemek için iyi bir mazeret buldum. Kaldığım Hotel Parco’ya döndüğümde, temiz bir vicdanım ve doğal bir susamışlığım olacaktı.
Otelime çıkan dar sokak, bir okul binasının önünde sessiz insanların oluşturduğu bir kuyrukla kapanmıştı.
……. Okula girdim, hoş ve bayıltan kokusuyla karşılaştım, çiçeklerin ve ölümün.
……………Çocuklar, Almanlarla savaşmak ve öldürülmek için yeterince büyük fakat çocuk tabutuna sığmak için sadece biraz büyüklerdi.
……………………………….Şapkamı çıkarıp kameramı kaldırdım. Lensi, ölmüş bebeklerinin küçük fotoğraflarını tutan perişan haldeki kadınların yüzlerine odakladım, ta ki tabutlar taşınıp gidene kadar. Onlar, benim en hakiki zafer fotoğraflarımdı; o sade okul binası cenazesinde çektiklerim.” ( Sf: 108-109 )
Savaşın, hangi tarihte nerede ne şekilde olursa olsun; savunmasız sivillere, kadınlara ve çocuklara, tecrübesiz gencecik askerlere ve de analarına , tüm insanlığa ettiğini bir fotoğrafçının kaleminden okurken çok etkilendim ben.
“Ölen son adamın fotoğrafını çekmiştim. Son gün, en iyilerden bazıları ölür. Fakat yaşayanlar çarçabuk unutacaklar.” ( Sf: 232 )
Yıkımı bu kadar net anlatan fotoğrafların kitaba adını veren hafif flu olma hikayesini okudum kendisinden.
Fotoğraf ve edebiyatı kendime odak olarak seçtiğim son yıllarda; Hafif Flu’da Ernest Hemingway ve John Steinbeck ile karşılaşmak da bir hediye oldu bana.
Kitabın sonundaki Steinbeck’in yazısından bir alıntı ile bir kez daha teşekkür edeyim ben de; Yaşadığımız dünyaya , kalemin vizörün ve yüreğinle yeterince yakın bakmamı sağladığın için teşekkür ederim Robert Capa!
“ Capa’nın fotoğrafları kafasında oluşurdu, kamera ise sadece tamamlardı. Capa’nın işinde ancak iyi bir ressamın tuvalindeki kadar yanılabilirsiniz. Capa neyi aradığını, bulduğunda da onunla ne yapacağını bilirdi. Bilirdi mesela, savaşı fotoğraflayamazdınız; zira savaş birçok duyguyu barındırır. Ama Capa savaşın yanıbaşında çekim yaparak o duyguları fotoğrafladı. Öyle ki bütün insanlığın korkusunu, bir çocuğun yüzünde gösterebiliyordu. Kamerası duyguyu yakalar, bırakmazdı. “