Söyleşen: Bülent Tüsen
Yazı hayatın nasıl başladı?
Okuma yazma bilen kimsenin olmadığı bir evde doğup büyüdüm. Olmayan bir şeye duyulan özlemden midir bilmiyorum, kitaplar o zamandan beri büyülü bir nesne gibi gelmiştir bana. Ortaokul yıllarında çok yoğun bir okuma dönemi geçirdim. Bu yoğunluk hâlâ devam ediyor ama o yıllardaki okumalarım bilinçsiz, el yordamıyla yapılan okumalardı. Önümde bir örneğin olmadığı, kimsenin yol göstermediği bir okuma süreciydi o. Ne bulursam onu okuyordum. Bu okuma süreci, kendiliğinden yazmayı da getirdi beraberinde. Ortaokulda Türkçe öğretmenimiz dönem ödevi olarak birer öykü yazıp getirmemizi istemişti. Ne zamandır cesaret edemediğim yazma işi için aradığım fırsattı bu. Öykü yerine roman yazmaya başladım. Resim de yapıyordum aynı zamanda. Ve bir çizgi roman hazırladım. Yazıp çizdiklerimi ne yapacağımı bilmiyordum. Çizgi romanı bir öğretmenime verdim, bir araştırayım dedi ve kaybetti. Sonra edebiyat dergileriyle tanıştım. Roman değil de kısa şeyler yazarsam yayımlatabileceğimi gördüm, böylece dergilere öykü göndermeye başladım. Lisedeyken desenlerim çıktı dergilerde; üniversiteye başladığım yıl da ilk öyküm. Yirmili yaşlarımın ortasındayken öykülerim birikmişti ve kitap çıkarma konusunda kendimi köşeye sıkışmış, geç kalmış hissediyordum. İlk kitabım “Sonrası Ayrılık” ben hazırladıktan dört yıl sonra, 1991’de çıktı. Ardından diğerleri…
Öyküyle tanışmanı bizlere anlatır mısın, nasıl oldu?

İlk okuduğum kitaplar, -tamamen tesadüf- Heidi ve Oğuz Özdeş’in Liseli Bir Kız Sevdim‘i idi. Ardından diğer popüler romanlar. Adlarını bugün kimsenin bilmediği yazarlar. Ama klasikleri ve Türk edebiyatının büyüklerini, örneğin Yaşar Kemal, Fakir Baykurt, Kemal Tahir, Orhan Kemal gibi yazarları da okudum. Öykü denilince sadece Ömer Seyfettin’in yazdıklarını biliyordum. Sonra Türkçe kitabındaki, Sait Faik’in “Karanfiller ve Domates Suyu” ve “Son Kuşlar” öyküleri. Dergilerde de öyküleri görüp ben de öykü yazarsam yayımlatma şansım olabilir diye düşününce öykü yazmaya yöneldim.
Yazdığın öykülerde taşrayı işlemenin çocukluğunla ilgisi var mı?
Yazarların çoğu en iyi bildikleri yerden başlar yazmaya. İlk eserlerin çoğunun otobiyografik olmasının nedeni budur. Yazdığım ilk öykülerde Ankara yani büyük şehir, geniş ve kalabalık bulvarlar, sinemalar, üniversite gençliği, aşk, yalnızlık gibi konular ağırlıklı olarak yer alır. Sonra kasabalar, kuytu köşelere saklanmış köyler, küçük şehirler girdi öykülerime. İnsanları, kıyıda köşede kalmış ve hikâyelerinin anlatılmasını bekleyen bozkır insanlarını anlatmak istiyordum. Bana, taşrayı anlatıyorsun sen dediler. Taşrayı anlattığımı öyle bildim. Bozkır, görünmeyen, hissedilmeyen, kendini hemen ele vermeyen bir derinlik taşır. Sararıp solmuş hayalleri, yaşanamamış, hayal kırıklığıyla darmadağın olmuş aşkları, filizlenememiş duyguları, çorak topraklara, kendi açtığı boşlukta kaybolmuş kasabalara sığmayan umutları taşır. Büyümenin sancılarını çeken yeniyetmeleri, kendilerinden önce hayallerini büyüten çocukları avutur bozkır. O çocukların oyuna geç kalmış, okuldan kaçmış ya da işten yeni dönmüş olanlarıyla, ağabeyleri ve babaları, amcaları, dedeleri, nineleri gelip sığındılar kitaplarıma. Onların söyleyecek türküleri, okuyacak şiirleri ve anlatacak dertleri, gizli kalmış aşkları vardı. Hep vardır zaten. Taşra insanının anlatacağı çok şey vardır. Onlar son yıllarda suskun kaldılar, görmezden gelindiler, anlattıkları dinlenmedi pek. Bir dönem, köy edebiyatının gündemde olduğu zamanlarda edebiyatın ilgi alanına giren bozkır ve bozkır insanı, son dönemlerde, edebiyatımızın büyük kent insanına eğilmesiyle gözden uzak düştü. Oysa taşra herkesin çocukluğudur. Bizi bir türlü bırakmayan, üstümüze başımıza sinmiş, hatta bir parçamız olmuş çocukluğumuz… “Dönüşsüz Yolculuklar Kitabı”ndan sonra bir süre, bitmemişlik duygusu yaşadım. O insanları oralarda bırakıp kaçmışım gibi bir duyguydu bu. Bir terk etmişlik, terk edilmişlik ve yalnızlık duygusu. Onlar çağırdı beni, oralar çağırdı. Hâlâ oralardayım, dönmüş sayılmam… Herkesin, uzaklaştığı için güzel kaldığını düşündüğü topraklarda. Orada kalanlarsa bir an önce kaçıp kurtulmanın telaşında. Oysa bilinmiyor ki, artık her yer taşra. Birileri oralardan kurtulmak derdinde ama gelecekleri yer bir başka taşra. Bu kavram, tutunduğumuz, elimizde kalan son birkaç şeyden biri bana kalırsa. Yine de bu kavramın üzerindeki her türlü doğru ve yanlış anlamaları sıyırıp attığımızda elimizde kalacak olan, bildiğimiz insandır. On yedi yaşında, üniversiteyi kazanınca Ankara’ya geldim. Büyük kent benim için çok uzun bir süre kesintisiz bir uğultu ve baş dönmesi olmuştur. Yıllarca alışamadım, hep kıyısında kaldım, hep yabancısı oldum. O da bana yabancı oldu. Nice sonra o uğultu dindi, baş dönmesi geçti; aramızda bir sıcaklık oluşmaya başladı. Taşra benim için üstü örtülü bir sessizliği ifade ediyor; o sessizliğin altında bekleyen yoksul ama sakin, sakin ama çağlamaya hazır insanları, durgun ama içlerindeki enerjiyi gözlerinden taşıran çocukları, çekingen ama ellerinden ırmaklar akıtan kızları, çok uzun bir ömür yaşadıklarını zanneden titrek ihtiyarları, hayata henüz başlamadıklarını düşünen ama her gece düşlerinde masalsı bir hayatı büyüten gençleri, tepelerin arasında, uçurumların kıyısında bekleyen ama hep bekleyen karanlık kasabaları, köyleri, küçük şehirleri ifade ediyor.
Geçen günleri konuşturmak , nasıl bir itkiyle geldi?
Ben sürekli yazının içinde dolaşırım, öyle nefes alırım. Yanımda her zaman bir defter ve kalem vardır; notlar alırım. Bu notlar kimi zaman bir öyküye dönüşür ya da bir öyküde kendine yer bulur, kimi zaman da hiçbir işe yaramaz veya zamanını bekler. Hemen yazacağım zannedip on yıldır yazamadığım öyküler vardır söz gelimi. Bir yanda yarım kalmış öyküler, bir yanda yazılacağı günü bekleyenler. Bir öykü ya da roman fikrinin nasıl doğduğunu bilmiyorum. Neyin bir öyküye dönüşeceğini o şeyin kendisi belirliyor bir anlamda. Edebiyat dediğimiz şeyin sırrı da burada herhalde. Tabii aslolan dil. Sizin kurmak ve içinde yaşamak istediğiniz dil, hayallerinizin perdesini aralayarak oradan bir büyüyü, hayatın uğultusundan bir zaman parçasını, zihnin dolambaçlarından bir sesi alıp, okuduklarınız, yaşadıklarınız, işittikleriniz ve aklınıza bile getirmedikleriniz arasında dolaştırdıktan sonra öyküye dönüştürüyor. Yazarken beni etkileyen şey, harflerin yan yana gelirken bana gösterdikleri yeni hayat ve çıt çıkarmadıkları halde benim içimde yankılanıp duran seslerdir.
Yazdığın öyküleri hangisine dahil edersin? Moderne mi, postmoderne mi?
Bu benim işim değil. Yazdıklarımı değerlendirecek olanlara bırakmak isterim bunu. Yalnız şunu söyleyebilirim: Geleneği de modern ve postmoderni de sürekli araştıran, öğrenmeye çalışan biriyim. Yazdıklarımda gelenekten izler, sesler vardır ama yeni bir dille, yeni bir bakış açısıyla ve postmoderne göz kırpan bir edayla söylenmiş sesler, bırakılmış izlerdir bunlar. Kurmacayı, üstkurmacayı öne çıkaran öykülerimin yanında divan edebiyatına, halk hikâyelerine, meddahlara, cenknamelere el uzatıp selam veren öykülerim de vardır. Kısacası, her zaman yeni ve kendime özgü bir söyleyişin, anlatımın, dilin peşinde ve derdinde oldum.
Öykülerin yanında yazdığın iki de roman var. Roman yazmaya nasıl başladın?
Konular zorladı diyebilirim. Yazmak istediğim konu zihnime roman ya da öykü olarak düşüyor. Öyle gelişip büyüyor. Şimdi de bir roman üzerinde çalışıyorum. Doğarken roman olarak doğdu çünkü. Yazmak istediğim şimdilik iki roman ve pek çok öykü var örneğin. Notlarını öyle alıyor, zihnimde öyle gezdiriyorum.
Neden “Döngel Dünya” Dünyanın gidişatına bir tespit sorumluluğu taşıyor mu?
Yazdıklarımızın hepsi birer tespit aslında. Ya da öyle olmalı. Döngel dünya derken iki ayrı anlam yüklüyoruz cümleye. Cümlelerin arkalarına sakladıkları anlamların peşinde oldum her zaman. Edebiyatın orada olduğuna, dilin orada genişleyip derinleştiğine inandım. Döngel Dünya kitabında bu sorunun cevabını her okur kendince bulacaktır. Bana söz düşmez.