Ayşe Özgür Aydoğan sordu / Özgür Sinema
Sinema, kendisinden önce var olan; edebiyat, resim, müzik, heykel, gibi sanat dallarının hepsiyle iletişim içindedir. Ancak sinemanın diğer sanat dalları içerisindeki en güçlü bağı edebiyat iledir. Bugüne kadar pek çok klasik roman ve öykü sinema filmi haline getirilmiştir ki ben en çok onları severim.
Elbette sinema diğer sanat dallarından biraz farklıdır. Sinemadaki en önemli fark harekettir. Ayrıca sinemada her şey şimdiki zamanda, filmin izlendiği sırada olur ve nesnelerle insanlar somut görünümleriyle perdede belirir. Bu nitelikleriyle sinema, tüm dikkatini perde üzerinde yoğunlaştırmış olan izleyiciyi kendi içine alan bir gerçekliğe sahiptir.
Sinemanın şiirle de sanıldığından daha yakın bir ilişkisi vardır aslında. Bazı filmlerde şiir kullanımına şahit oluruz ki; nedense yabancı filmlerde daha çok karşıma çıkıyor. Bununla birlikte “şiirsel sinema” dediğimiz bir kavram var. Ingmar Bergman’ın Yaban Çilekleri’nde ihtiyar adamın kelimeler kullanmadan konuşan bakışları gibi, Yılmaz Güney’in Umutsuzlar filmindeki bütün konuşmasız sahneleri gibi pek çok örnek verebilirim. Bazı sahneler vardır ki insana bir şiiri anımsatır, ya da o şiirin sizde bıraktığı duyguyu o an size yaşatır.
Edebiyat ve sinema arasındaki bu yakın bağdan yola çıkarak şair ve yazarlarımıza bir soru sordum.
Sinema size ne ifade ediyor? Şiirinizde /yazılarınızda nasıl bir karşılığı var ?
Şeref Bilsel
Sinema, yer gösterir; nereden bakacağımızı ilk planda verir, fakat görüntüler durup demlendikçe yeni bakma biçimleri olgunlaşır algılayan tarafta. Sinema akar, boşluklar üzerinden; bu bakımdan romana benzer. Şiir ise teknik olarak bittiği an, en azından şair cephesinden bakınca ‘donmuştur’. Böyle bakınca şiir ile fotoğraf arasında bir yakınlık öne çıkar. Söyleyeceğini söylemiş ve susmuştur her ikisi de. Ben mümkün mertebe film izleyen biriyim, buna rağmen üzerine basılıp geçilmiş, tenhada açmış bir çiçek kadar etkilememiştir yazdıklarımı sinema. Oturup şu filmden birkaç dize çıkartabilir miyim diye izlediğim film olmamıştır, fakat bunu hakkıyla yapan kimi arkadaşlarımız da var. Çığlık atmadan, bağırmadan, jest ve mimiklerin arkasına düşüp doğallığı zehirlemeden ortaya çıkan oyunculukla saf şiir arasında elbet bağlantı kurulabilir. Nasıl ki iyi bir şiirde, o şiirin yazıldığı dilin serüvenini, boy attığı toprağın bir biçimde atmosferini yani ‘gelenek’ dediğimiz o büyük suyu görebiliyoruz, sinemada bu olmuyor, gelişen teknik koşullar, yığılarak gelmiş, sinema geleneğinin izlerini taşıyan nostaljiyi yok etmiş durumda. Nostaljinin yok edilişi bir zafer mi, tartışılır.
Özellikle son dönemde izlediğim filmlerde- ki bunların çoğu ödüllü yapıtlar- hep bir aceleye getirilmişlik görüyorum, bu aceleciliğin finalini bir yabancılaştırma efekti gibi ‘şiddet’le bağlıyorlar. Sinema sadece güzel fotoğraflar üzerinden akan bir sanat değil, öyle olsaydı fotoğraf sanatı yeterdi zaten. Devinim, hareketlerin birbiriyle teması, bütünlüğü ve belki de en önemlisi ‘söylemedikleri’ önemli. Şiir de öyle değil mi, söyledikleri kadar söylemedikleriyle de kendini tamam etmez mi?
Murat Tuncel
Benim için sinema görsel bir öykü şölenidir. Bir sinema filminde ne kadar iyi kurgulanmış ve sağlam betimlemelerle desteklenmiş öykü konu edilirse filmde o kadar kalıcı ve eğitici olur. Bütün bunların yanında eğlendirici niteliğini de unutmamak gerek.
Ben öykü ve romanlarımda özellikle betimlemeler yaparken sinemayı da düşünürüm. Sinematografi denen o görselliğin okuyucularımın zihinlerinde de gerçekleşmesini çok isteyerek yazarım betimlemelerimi. Çünkü benim için bir insan yüzü, ya da çiçekli bir tarla betimlemesinin okuyucudaki kalıcılığıyla yapıtımın edebi kalıcılığı eş değerlidir.
Özgün Ergen
Şiirimde sinema estetiğinden çokça yararlandım. Şiir yazmaya başlamam sinemayla olmadı; ama her zaman görsellerle, fotoğrafla, sinemayla içli dışlı oldum. 2011 yılında Salgın yayımlandığında aynı adlı bir filmin çekilmekte olduğundan habersizdim. Her zaman sezgilerine kulak veren, sezgileriyle gören bir insan oldum. Bana göre salgın hep vardı ve artarak devam etti. Durabilmek için durup kalbimizi dinlemeye ihtiyacımız var. Bu fikir, görsel olarak da canlandı bende. Tıpkı bir filmin küçük bir kesiti gibi ve ben o filmin içinden geçiyorum zaman zaman… Sezgileriyle gören bir insan olmam beni sinemayla birlikte felsefeye de yakın kılıyor. Jung diyor ya hani kolektif bilinçaltı hakkında, Jung’u bütün kalbimle hissediyorum. “İçgüdüler ve arketipler birlikte kollektif bilinçaltını oluşturur. Ben bunlara kollektif diyorum zira kişisel bilinçaltının aksine, bunlar kişinin az çok özel deneyimlerinden kaynaklanmışlardır ama evrenseldirler ve düzenli bir şekilde ortaya çıkarlar.”
Felsefeye ve plastik sanatlara ilgim beni Afgan, İran ve Macar filmlerine daha çok yaklaştırdı. Tür olarak çok çeşitli filmler izlemekle birlikte zaman içinde daha rafine bir film zevkine ulaştım. Konuşmaların çokça geçtiği, görüntülerin art arda aralıksız patladığı, dur durak bilmeyen filmlerden ziyade bir Sohrab Shaid Saless’in, bir Bela Tarr’ın, Atiq Rahimi ve Bahman Gobadi’nin filmlerini daha etkileyici buluyorum. Şiirimde de bu rafineliğe, sessizliğin bilgeliğine, metaforların derinliğine ulaşmaya çalışıyorum. Özellikle Bela Tarr’ı zaman zaman tekrar tekrar izlerim ve hiç sıkılmam. Bir dostum sayesinde tanışmıştım O’nunla. O öyle bir derinliğe işaret ediyor ki onun filmlerinde patates, yoksulluk, pencere, rüzgâr, Nietzsche asla tek bir şeye işaret etmez. Bütün bu nesnelerin pek çok anlamı, pek çok işaret ettiği konu vardır ve sanki bu konular her dönemde karşılığını bulacak gibidirler. Şiirde de bu parçalılığa ve bütünlüğe ulaşmayı önemli buluyorum. Aslolan bunu görmek ve zaman zaman bir karede parçalanmayı göze alarak, ama her zaman filmin bütününde yaşar gibi yazmaya devam etmek…
Erkan Karakiraz
Temelde, “insanlık halleri, sosyal yapı” ya da “yapıt, yaratım, sanat, çağdaş sanat” üzerine düşünen, bunu yaparken de estetiği ve onun sınırlarını yoklayan ya da onu yıpratan bir anlatımı, incelikli bir sinematografiyi ıskalamayan filmler izlemenin peşindeyim. Bu türden filmleri bulmakla, onların arasından incelemeye, yakından bakmaya, seyretmeye, üzerine düşünmeye değer bulduklarımı bir kenara ayırmakla geçirdiğim zaman, yorucu gibi görünse de, çok kıymetli ve keyifli benim için. Yazdıklarıma sirayet etmediklerini söylemek sinemaya harcadığım mesaiye haksızlık olur; en başta da kendime haksızlık etmiş olurum. Sinema sanatının hikâyeyle, ışıkla, kurguyla, sesle, kolektif çalışmayla yapıp başardıklarını çok önemsiyorum. Şiir yazmak da bir nevi zihnimde gezdirdiklerimin, biriken her türden yönetimi belki de. Beğendiğim filmleri defalarca izlemeyi, incelemeyi, beğendiklerimin peşinden gitmeyi sevdiğimi söylemeliyim. Ortaya çıkardıkları yapıtlarla beni etkileyen yönetmenlerden, senaristlerden, görüntü yönetmenlerinden, ses tasarımcılarından dersler çıkarıyorum galiba farkında olarak ya da olmadan. Sürekli aynı hapları alıp uyuşmak değil tabii kastettiğim; daha çok yüzümde dolaşmasını sevdiğim rüzgârı çoğaltmak. Bu yüzden yazdıklarım -diğer disiplinlerin yanı sıra- sinemanın da etkisiyle suyun yüzünde akışkan imajlar, sesler, deneyimler, kurgular peşinde.