Romanın bir kurmaca metin olarak sadece uzun anlatı bağlamında ele alınmaması gerektiği ortada. Özellikle yazarın okurla metin aracılığıyla kurduğu bağ göz önünde tutulduğunda yazarın düşünsel evreni, derinliği, kurmacadaki anlatıcı ve kahramanın izinde ilerlediği yolculuk bir o kadar önemli ve değerli olabiliyor kuşkusuz. Bu noktada Göksu N. Çakır’ın metinleri öyküyle başlanmış bir yolculuğun roman kanalıyla hakkını vererek ilerleyen değerli metinler kuşkusuz. Kahramanın “kadın” olmanın zorluklarıyla baş ettiği, arkasına mitolojiyi, kültürel derinliği ve otobiyografik sayılabilecek bağlam ışığında tarihi aldığı iki romanı “Hayal Odası” ve “Dağın Ardı Akşehir” bir yandan okura “Umay Ana” mitosunu sezdirecek kadar mistik bir arka planla yürürken, “Hayal Odası”nda Kerime Nadir romanlarına bir yolculuğa çıkıyor sanki. Kadın yazarın aşkı irdelemesi kadar onun “aşk” halini yaşatan bu romanı da edebiyatımızda kadın yazarların varlığından kıvanç duymamızın gerektiğini de ortaya koyuyor. Bu bağlamda Göksu N. Çakır’la söz konusu romanlarını ve yazma öyküsü konuştuk.
Erinç Büyükaşık: Dağın Ardı Aşkşehir’le başlayalım önce isterseniz. Kitabın başındaki alıntı sanki konuşulmaya da değer. “Belki sadece iyilerin yaşadığı bir yer vardır.” diyor ilk sayfalarda. Romanın öyküsünü bu açıdan değerlendirmek mümkün mü öncelikle? Bu soruya ek olarak bu romanı bir yolculuk, keşif öyküsü olarak görmek mümkün mü?
Göksu N. ÇAKIR: Evet, mümkün. “Belki sadece iyilerin yaşadığı bir yer vardır.” sözünden yola çıkarak bu romanı yazdım. Günümüz dünyasında o kadar haksızlık, yoluna gitmeyen şey var ki bu romanı yazmadan edemezdim. Savaşları, kadın cinayetleri, açlıktan ölen insanları, tecavüz edilip öldürülen çocukları, çocuk gelinleri, din ve etnik kavgaları gözönüne alırsak düşlediğim ütopya ancak farklı bir dünyada olabilirdi. Dolayısıyla, yaşamak istediğim ama belki de hiçbir zaman var olma imkânı olmayan bir dünyayı düşleyerek yazdım.
Dağın Ardı Aşkşehir, Umay Ana’nın evden ayrılma, yola çıkma ve eve dönüş sürecini izliyor. Bu süreçte, Umay Ana kendi iç dünyasından dış dünyaya açılıp korkularıyla yüzleşir ve gerçek kişiliğine kavuşur; dostluğun, sevginin, başarının ve huzurun hâlâ var olduğunu görür. Aşkşehir’de görüp işittiği güzellikleri evine döndükten sonra köyünde uygulamayı görev bilir.
E.B: Romandaki “Umay Ana”yı mitolojik bir kişilik üzerinden görmek ve mitin içinden yerinden bir kurmaca çabasından olduğunuzu söylemek ileri gitmek mi olur sizce?
G.N.Ç: Umay Ana, aile evlilik ve çocukların koruyucusu, anlamındır. Orhun yazıtlarında gümüş renkli ve uzun saçlı, başında üç boynuzu ile betimlenirken Umay Ana, çocuğu olmayanların dua ettiği, güzelliğin sembolü olarak da bilinir. Türk mitolojisinde de Umay Ana sıkça kullanılmaktadır ama Dağın Ardı Aşkşehir’deki Umay Ana, yeni ütopik dünyanın yeni Umay Ana’sıdır diyebilirim; tamamıyla farklı bir karakterdir, tıpkı aynı isme sahip farklı insanlar gibi.
E.B: Romandaki “doğa” sanki romanın başlı başına bir kahramanı olarak karşımıza çıkıyor. Bu konudaki değerlendirmenizi merak ediyorum.
G.N.Ç: Doğa, aslında Umay Ana’nın korkularıyla ve iç dünyasıyla yüzleşebilmesi için sunulan bir sunak. Umay Ana bu sunağı geçtikten sonra iç dünyasından dış dünyaya açılır, korkularıyla yüzleşir ve gerçek kişiliğine kavuşur; dostluğun, sevginin, başarının ve huzurun bir yerlerde hâlâ var olduğunu görür.
E.B: Hayal Odası biyografik bir roman ki biyografik romanların gerçeklerden beslenmesi kurmaca boyutu açısından yazarı sınırlandırma riskleri de barındırıyor. Bu konudaki düşünceniz nedir?
G.N.Ç: Size katılıyorum. Biyografik roman yazmak kurgu roman yazmaktan çok daha zor; kurmacada istediğin kadar hayal gücünüzü kullanırken biyografik romanda bilgiler çerçevesinde hareket etmek zorundasınız.
E.B: Romandaki Kerime Nadir’i biraz anlatır mısınız? Aşk romanları yazarı klişesinden oldukça uzak doğalcı bir dünyanın içinden çıkıp geliyor sanki sayfalar boyunca. Bu değerlendirmeme katılır mısınız bilmiyorum elbette.
G.N.Ç: Popüler aşk edebiyatının bir zamanlar çok okunan isimlerinden Kerime Nadir, on altı yaşında şiirle girer edebiyat dünyasına. Ailesinin engellemelerine rağmen yazmaya devam etti. En büyük destekçisi kız kardeşi Vecihe’ydi. Bir yandan edebiyat çevrelerince romanları çoğu zaman görmezlikten gelinmiş hatta küçümsenmiş, bir yandan da okurlarına kitap okuma alışkanlığı kazandırdığı, kadın-erkek ilişkisini eşitlediği kabul edilmiştir.
Kerime Nadir yaşamı boyunca karşısında duran edebiyatçılarla mücadele etti; okudu, yazdı. İki kez nişanlandı; bir kez evlendi ama evliliği bir ay sürdü ve maalesef romanlarındaki mutluluğu yakalayamadan öldü.
Kısaca diyebilirim ki Kerime Nadir’in romanlarını okurken sığ olduğunu düşündüğünüz suya tekinsizce giriş yapmış gibi ayaklarınız bir anda yerden kesilir.
E.B: Hayal Odası’nda tam da Selim İleri’nin ifade ettiği gibi yalnız, kimsesiz bir yazarın tanıklıkları var sanki. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz.
G.N.Ç:Kerime Nadir düşünüldüğü gibi yalnız değildi. Uzun yıllar boyunca beraber yaşadığı iki yeğeni, kız kardeşi ve eniştesi vardı. Yeğenlerini kendi çocuğu gibi severek okul masraflarını üstlendi. 1963’ten sonra ölümüne kadar oturduğu Ataköy’deki evinde de yalnız değildi; tıp fakültesinde okuyan yeğeni Nejat Güney, kız kardeşi, eniştesi ve diğer yeğeni tarafından sık sık ziyaret edilirken çok sevdiği arkadaşı Hilmiye’yle ölümüne kadar dostlukları devam etti.
E.B: Bu coğrafyada kadın olmak ve kadın yazar olmak meselesinden söz edelim isterseniz. Kitaplarınız ışığında yazarlığın kadınca zorluklarından söz etmek mümkün mü?
G.N.Ç: Erkek edebiyatçıların egemen olduğu bir ülkede birçok değerli kadın yazar olmanın zorluğunu her kadın yazarımız gibi ben de yaşadım ve yaşıyorum ama okuma ve yazmaya devam.
E.B: Son sorum yola devam öykünüz üzerine. Roman mı öyküyle mi devam etmek düşünceniz var bundan sonra?
G.N.Ç: Evet, bundan sonraki süreçte ağırlıklı olarak roman çalışmalarım olacak.