“İnsanı, insana, insanla anlatma sanatı” denir tiyatro için. Tanımları oldum olası aklımda tutamam ama bu tanım zihnime yerleşmiş bir şekilde. İçinde güçlü bir duyarlılık ve empati barındıran bu cümleyi zaman içinde şiire daha çok yakıştırır oldum. İnsanı hangi renk anlatırsa şiir o renktir. İnsanın kokusu neyse şiir öyle kokar. Şiirden çıkan ses insanın çığlığıdır ya da fısıltısı. Ben böyle düşünürken “Şiir de neymiş hayat varken? ” ya da “ Şiir okuyan kaldı mı?” şeklinde cümlelere maruz kaldığım zamanlar da oluyor. Şiirin gerçekle kurduğu ilişkinin farkında olmamak nasıl bir aymazlıktır? Şiiri akıl dışı bir yaklaşım olarak görmek, onun dünyanın adaletsiz düzenine direnme biçimi olmasını yadsımak da ne ola? İnsanlık tarihi boyunca geniş kitleleri peşinden sürükleyen liderler de yararlanmadı mı şiirin gücünden? Ya da her türlü zulme karşı şiiriyle tavır alan büyük ozanlar, halkın gönlünde taht kurmadı mı? Bu soruların farklı şekillerini siz de çoğaltabilirsiniz zihninizde. Şiir incelikli kalpler ister. Bu incelikli bakışın değdiği her şey sağalır, umutla dolar, onurlu bir yaşamdan yana olur. Hayatın duvarını; içindeki öfkesi, çırpınışı, canı ve kanıyla örer. Sıkıldığımız, sıkıştığımız zamanlarda bütün algılarımızı aynı anda açabilen bir güce sahiptir şiir. Yalnızken, yalnızlığı anlatan bir şiirin yalnızlığına dahil olmak ya da aşıkken aşkı anlatan bir şiirin duyarlılığına tanık olmak ne kadar muazzam bir şey. Yüzleşmekten kaçtığımız ne varsa bunu bize; çiçekle, otla, balıkla, kuşla, şeylerle anlatır şiir. Doğasından koparılan insan hangi değerleri üreteceğini ve olumsuzluğun hüküm sürdüğü bu çağda nasıl bir direniş sergileyeceğini şiirle yeniden hatırlar. İnsanı omuzlarından tutup sarsar ve yaşamı tanımlar. Şiiri okuyan, şairin çıktığı yolculuğa dahil olur ve fark etmeden kendi benliğinde yeni koridorlar ve onu yaşama farklı yönlerden eklemleyen yeni köprüler keşfeder. Ne yapacağını bilemediği anlarda bir ışık olur. Son zamanlarda Türkçede gördüğüm yozlaşma karşısında öğrencilerimde nasıl farkındalık yaratabilirim diye düşündüğüm anlarda yardımıma yetişen yine şiir olmuştu. Türk edebiyatının değerli şairlerinden seçtiğim dizelerin öğrencilerim üzerindeki etkisi görülmeye değerdi. Yaşadığım yıpratıcı bir süreçte de “Jestlerin Ölümü”nün üzerimdeki iyileştirici etkisini nasıl inkar edebilirim? Şiir müdaheledir. Şairinin, seçtiği sözcüklerle oluşturduğu bu yapı, yaşamdan ayrı düşünülemez. Bilginin, bilincin ve sezginin birlikteliğiyle gelişen bu yaratının, şiiri gereksiz ve boş görenlerin hayatına müdahele etmesi önemlidir. Eğitimden, siyasete; siyasetten adalete her şeyin daha iyi olması bu insanların, şiirin inceliğinden nasibini almasına da bağlı diye düşünüyorum.
Peki şiir bu kadar önemli bir konumdaysa neden şiir kitapları çok satmıyor? Bu konuda aklıma gelen ilk şey Cemal Süreya’nın şiir ve tiraj konusundaki görüşleri oluyor. Süreya, şiir kitaplarının satışının romana göre düşük olduğunu, bunun da şiirin en az talep gören sanat olduğu anlamına gelmeyeceğini belirtir. Ona göre roman farklı gerekçelerle satın alınan bir türdür. Şiir kitabı satın alanın ise sadece okumak için aldığını vurgular ve ekler: “ İnsan bir romanı bir kez okur, iki kez,beş kez okur. Ama sevdiği, aklında tuttuğu dizeleri bin kez,on bin kez.” Onun bu görüşü bana da çok yakın geliyor. En çok okunan, tirajı en yüksek sanat olan şiir, kimi zaman şarkılarla da çıkar karşımıza. Murathan Mungan, Yahya Kemal, Sabahattin Ali, Ülkü Tamer ve özel şairim Attila İlhan ,şiirleri bestelenen şairler içinde aklıma ilk gelenler. İnsanın kulağını doyururken ruhunu da doyurması buradan gelir bu şarkıların. Bu kez,bütün bunlara rağmen “Şiire ne gerek var?” diyenler yüzünden yonttum kalemimin ucunu. Sıradaki şiiri de kendilerine armağan ederek bitiriyorum yazımı. “biliyorum, matarada su / torbada ekmek/ ve kemerde kurşun değil şiir/ ama yine de/ matarasında su/ torbasında ekmek/ ve kemerinde kurşun kalmamışları ayakta tutabilir.”( H. Hüseyin Korkmazgil)