“Bu sokaktan son geçtiğimde babam hayattaydı.” diye geçiriyorum içimden. O gün derse geç kalmış, bir kedi güzele laf atmakla yetinip bisikletle yanından seğirtip geçmiştim.
***
Yazdıkları duruyor.
Büyük bir düzenle.
Parmaklarım sayfalara, el yazısına dokunuyor ama her defasında okumayı başka zamana erteleyip uzaklaşıyorum.
Benim roman, seninkinden önce bitecek gibi görünüyor, haberin olsun, demiş, dediği gibi de olmuştu. Her uğrayışımda masanın başına geçmiş yazıyor olurdu, içimden beni sinirlendirmeye mi çalışıyor, diye düşünmeden edemezdim, öyle kolay mıydı yazmak, üstelik bir de roman. Annem seni mi kıskanıyor ne, diye göz kırptığında, babamın yazdıklarını merak etmediğimi söylüyordum, kaçamak bir kibirle. Evet, kibirle… Hayatını yazıyordu ve ben nasıl olsa yazdığı her şeyi biliyordum. Bir gün, benim roman bitti evlat, sen ne yaptın, dedi. Benimki edebi bir eser olacağı için ağır ilerliyor, diye geçiştirdim. Onaylarcasına başını hafifçe salladı. Babamla yazma konusunda konuştuklarım topu topu bundan ibaret kaldı. O, yazdıklarını gerçekten bitirmişti. Ben belki de hiç başlayamamıştım.
Bahçedeyim, mevsim dönmüş, hava serin, yapraklar ara ara masaya düşüyor. İçlerinden birini elime alıyor, sarısına bakıyorum, ana damardan yayılan yollar kesişmiyor incelerek uzayıp gidiyor. Bir yeşil tazeyken toprağı acıtan kibri kalmamış. Kurumuşluk, elimden yere düşüyor. Masada kalan yapraklara dokunmadan sadece bakıyorum. Kızımın sorduğu soruya takılıyor aklım.
“Dedemin yazdıklarını okumayacak mısın anne?
Bilmiyorum, diye mırıldandığımda, “Bence artık okusan iyi edersin,” cümlesindeki masum siteme gözlerimi aralıyorum. Annem ceviz sandıktan el örgüsü, kenarları saçaklı üçgen siyah bir şal çıkarmış; bunu omuzlarına at, sıcak tutar, diyor. Şal omuzlarımı sıcak tutuyor, ama soğuk yavaş yavaş yükselerek kalbe nüfuz eden bir şey.
Fazla uzun sürmeyeceğini düşünerek, babamın romanını okumaya başlıyorum. Bazı zamanlar içimden, bazı zamanlar sesli, annem de dinliyor. Ses onun sesi, bazen çekip gidiyor… uzağa, çok uzağa. Bisikletle geçtiğim sokak kadar uzağa. Mutlulukları, huzuru yansıyor satırlara. Bir göz odalarda yoklukla sınanan mutlulukları. Sanırsın ki koca adam yaşamdan hiç nasibini almamış… Öyle miydi oysa? Onun da gözleri uzaklara dalardı.
Hayatına giren herkesten saygı ve hoşgörüyle söz ediyor. Rağmen’ler hiç yok. Metninde tarihlerle, zamanla, mekânla, yaptığı ilişkilendirme şaşırtıyor. Sıra bizleri anlattığı bölüme gelince heyecanlanıyorum. Doğduğumuz aylar: Şubat, Mart ve Nisan… Ben kışım… Ablam Mart, kız kardeşim Nisan… İsimlerimizi nasıl koyduklarını anlatıyor. Alfabenin Z harfinden seçtikleri yaşamlarına yer etmiş hikâyeleri olan isimlerimiz, her biri öykü, dökülüveriyor:
Zeynep… Zerrin… Zühal…
Adımı duyunca yanına koşuyorum. Yıllar önce okuduğu romanın Zerrin’i aklında kalmış, (Muazzez Tahsin Berkant: Aşkım ve Gururum)
Kış, annem bana gebe, Anadolu’nun küçük bir kazasında yaşıyorlar benden üç yaş büyük ablamla. Beni erkek olsun diye bekliyor, babam. Annem ilk gebelikteki belirtilerin aynını yaşadığını söylese de hiç aldırmıyor, heyecanla sürüyor beklentisi. Annemin sancıları tuttuğunda, görevde olduğu için gelemiyor, arkadaşları üç saat süren yol sonrası yetiştiriyorlar hastaneye bizi. “Kolaycacık doğdun,” diyor, annem, gülümseyerek bakarken. Baban hastaneye geldiğinde çok kalmadı, gitti, diyor ardından. Cümlesi bittiğinde elinden tutup öpüyorum. Annem aynı sahnenin üçüncü gebelikte de gerçekleştiğini anlatıyor, zamanın çok gerisini yansıtan bakışlarıyla… Bakışları sesiyle uyumlu fısıldıyor, bir kız bebek daha…
Zeynep… Zerrin… Zühal…
Evde tek erkek çocuk babam kalıyor…
Sahip olduğumuz her şey, ortak bir hayat sürmenin ya da sadece kendi bakışımızın oyunuyla, biraz biz olur, çünkü bize aittir, demiş, Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı’nda.
İşte bazı zamanlar üzerinde düşünmeden, -olanı- yaşamak gerektiğine inançla, duygunun sahibini arama yorgunluğuna gelemez ya da kabule geçişle kendimizi kandırır, kandırdığımız zamanları hatırlayınca da ortaya çıkan huzursuzluğu, kibri; akıl yerine, hemen kalbe yükler, sıyrılırız işin içinden.
Pessoa’nın yazdıklarına daha da kulak veriyorum.
Diyor ki:
“Hayır, hiçbir hüzün var olmamış şeylerin hüznü kadar işlemez insanın içine! Gerçek zamanda yaşanmış geçmişimi düşünürken. İnsan, ilginç ya da yararlı ne anlatabilir? Başımıza gelmiş olan şeyler, ya herkesin başına gelmiş ya da yalnızca bizim başımıza gelmiştir; ilk durumda bayatlamıştır, ikinci durumda da bizden başkası anlayamaz onları. Hissettiklerimi yazıyorsam, hissetmenin ateşini azaltmak için başka çare olmadığından. Hissettiklerimle manzaralar çiziyorum ben. Duyularımı tatil ediyorum. Üzüntülerini bastırmak için nakış işleyen, hayat denen şey var olduğu için örgü ören kadınları çok iyi anlıyorum. Yaşlı teyzem, sonu gelmez akşamlarda fal açıp dururdu. Duygularımı anlattığım bu itiraflar da benim fallarım. Gelecekten haber almak için iskambillerden medet umanlar gibi yorumluyor değilim onları. Kulak da vermiyorum yazdıklarıma, çünkü fallarda, kağıtların yalnız başlarına hiçbir değeri yoktur. Rengârenk bir yumak gibi kendimi açıyorum ya da çocukların ipleri açık parmaklarına dolayıp sonra da elden ele geçirdikleri ip oyununu oynuyorum kendimle. Dikkat ettiğim tek şey, başparmağı altına denk gelen düğümü kaçırmamak. Sonra ellerimi ters çeviriyorum ve ortaya yeni bir şekil çıkıyor. Arkasından yeniden başlıyorum. (s.41)
Babalar gününü uzun yıllar kutlamadığım, kutlayamadığım babama özlemle…
Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı, Can Yay, Ocak,2020, Çev. Saadet Özen