( Şiir Serpiştirilmiş Kitap’Dizi’Film Önerileri)
İçinden geçtiğimiz süreç, bizi ilginç tecrübelerden de geçiriyor. Meselenin salt koronayla ilgili olduğunu zannetsek de, bunun ırkçılıktan ekonomiye, iklim değişikliğinden iletişimsizliğe birçok ayağının da bulunması, bizleri yakın yahut uzak mesafeden de etkilemeye başladı. Öncesinde birikim yapan birçok durum, böylesi ani bir sıkışmayla fışkırmayı sürdürüyor. Aşırı sosyallik aşırı izolasyonu da getirdi. Artık, kimse güvende değil. Plazaya arabasıyla giden iş adamı da, bahçesine çiçek eken emekli öğretmen de, halkın arasına karışan devlet başkanı da, telefonda sevgilisiyle konuşan genç kadın da…
Bizler Türkiye’de başımızı eğip, koyun gibi kendimizi işle güçle oyalarken, çevremizdeki küçük güç odaklarına taparken ve günden güne fiziksel-manevi biçimde de çöküntüye uğrarken; Amerika’da başta gençlerin ve zencilerin olduğu bir güruh sokakları akın akın doldurdu bile. Yürüyüşler sürüyor. O arada, ‘‘SpaceX’’ adlı şirketle anlaşan NASA uzaya ilk insanlı uzay aracını da yolladı tabii. Zaman beklemiyor, biz beklediğini, donduğunu sansak da; akıyor, akıyor, daha hızlı akıyor.
Ülkemizde sanattan sokağa, üniversitelerden aile ortamına değin sıkışmış, köhne bir zihniyet problemi zuhur ettiğindendir; doğru dürüst bir tane entelektüel, bir tane sanatçı, bir tane aktivist de çıkaramadığımızı düşünüyorum. Olanların da artık yetmediğini… Prospektüs gibi düşünün; ruhumuz da büyük bir aşıya gereksinim duyuyor. İçsel bir kriz geçiriyoruz. Sakinleştirmek için kendimizi de; turizm, kafe, bar, gezi, muhabbet, eski fotoğraflar vd. günleri iteliyoruz. Tehlikeleri bastırma gayretindeyiz; oysa, tehlike asla bastırılamaz, geliyor. Çevredeki algı operasyonlarına göre, önümüze sunulanlar avunuyoruz. Lakin, onlar da yetmiyor. Tam uyarılamıyoruz, çokça uyuşuyoruz. Bu bir yerde fena patlayacaktır!
Şu ilginç ve gergin süreçte, ben de kendimi kitaplara, filmlere, dizilere verdim. Fakat, bunun da yetmediğini gördüğüm için, üretimi de önemsedim. Hangi koşulda bulunursanız bulunun, üretim daima önemlidir. O yüzden, korona meselesi ilk başladığı andan beri durmadan yazdım, tasarladım, içe döndüm, dışa vurdum. Yaşadıklarıma, gelişmelere kendimce anlam verdim. Fiili düzlemde de, ‘‘online’’ sanat eğitimlerine devam ederek; ev hanımlarından üniversite öğrencilerine, esnaftan emekli öğretmenlere değin birçok kesimden, cinsiyetten ve kimlikten insanla bir araya geldim. Onlarla -öncelikle, onların dünyalarından yola çıkarak- bire bir ve grup anlamında interaktif platformlar yarattım; basılı anlamda da (öykü, kısa film senaryosu, güfte, mektup vd.) bir şeyler ürettim. Bu mühim bir harekettir. Keza, ‘‘Art Academy İzmir’’ ve ‘‘Boyoz Akademi’’ adlı sanat merkezlerinin çatısı altında, İzmir üstünden ‘‘online’’ dersler yapmayı sürdürüyorum. Bunu, İzmir dışındaki yerlere de uygulayabiliyorum.
Haziranın ikinci haftası itibarıyla, akademiler de yavaş yavaş açılacak; fiziksel mesafeleri koruyarak üretmeye, tartışmaya, paylaşmaya devam edeceğiz. Keza, yalnız değiliz, her koşulda birlikteyiz. Bu küçük yapılanmaları aidiyet ve güç edinme kapsamında da artı devrimci buluyorum. Zamanında, ev kadınlarından bir ordu kurmak istiyorum; onlarla altın günleri misali, kitap okuma, sinema filmi izleme-tartışma, sanat günleri de yapmak istiyorum demiştim. Bunu 65 yaş üstüne ve 20 yaş altına da çekiyorum. Herkesin kendini ifade edeceği akışkan platformlara gereksinimi vardır.
Bende, sistemin işine yarayacak, üstelik onu yeniden kurgulayacak, dönüştürecek proje, etkileşim, çalışma çok… Lakin, bu kapsamda bir farkındalık, insan kalitesi, harekete geçecek aktif kurum/kuruluş yok. Belediyelerden derneklere, sivil toplum örgütlerinden sanat ortamlarına değin, her yeri berbat derecede hantallık ve adamcılık basmış. Herkesin zihninin obezleştiğini, kalbinin kuruduğunu, vücudunun katılaştığını düşünüyorum. Etrafı ortalama beyinler, kalpsizler, bedensel şekilsellikler/formel benzerlikler kaplamış; bu almış başını gidiyor. Akademisyenleri de birbirlerine benziyor, mankenleri de, gazetecileri de, sanatçıları da, belediye başkanları da, cumhurbaşkanları da… Maalesef, kimsenin özgülüğü, özgünlüğü, hareket kabiliyeti de yok!
En azından, ben kendi kıvamımı tutturmak bağlamında, yaptıklarımdan, ürettiklerimden ve kafamın çalışma biçiminden kıvanç duyuyorum. Bunun bedeli de ağır… Kabul ediyorum. Ama, bu işin asla ortası olmadı ki! Ya normal, standart ve sıradansın; ya çok ötede, çok ilerde ve çok farklısın.
Çalıştığım akademiler bana inanılmaz tecrübeler sağlamıştır. Orada akışkan bir düzlem var. 17’sinden 57’sine değin tüm insanların kendilerini özgürce ifade edip, çevreyi sorgulayabildikleri; yazıp, oynayıp, film üretebildikleri rengarenk bir havza yarattım. Yaratmayı da sürdürüyorum. Nihayet, bunun ciddi bir direniş olduğu kanısındayım. Bu birikimin çiçeklenmesinden mutluyum. Sanatın pratikte de insanlara dokunarak, onları içine çekmesinden… Az-çok dönüştürmesinden… İhtiyaç duyanların üstünde böyle gerçek izler bırakmasından…
Bunun dışında, geçmişte; virüsten uzaydaki gelişmelere, ülkedeki ilişkilerden dünyadaki sosyal fazlara değin, bu öngörüyü de taşıyacak önemli bir tiyatro oyunu yazmıştım. O da tarihe bıraktığım ciddi bir belge, sanatsal bir hamledir. Korona süreçleri başladığından beri, geçen günler dahilinde de birçok yazı ve şiir de yazdım. Belki de, misyonumun ön safhası burada kendini -yarı-bağımsız şekilde- var ediyordur. Gün gelip, insanlar bir şeyleri gerçekten algıladıklarında, tarihi yeni baştan inşa etmek istediklerinde orada hançeresinden yıldız fırlayan bir astronottan farksız, ışıldayacağım. Kim bilir, umulur ki, sokağa akın ettiklerinde insanlar, bunlar gitgide görülecektir. Velhasıl, benim de birlikte çalıştığım bazı öğrenci arkadaşlar orada, sokaklarda, sahnelerde, platolarda, dergilerde, internette, bir arada olacaklardır yahut yazdıklarım bir şekilde yankılarını bulacaktır diye düşünüyorum. En büyük ümidim bu yönde… Ümitten de öte, sanat tarihi de asla yanılmamıştır! Çünkü, hayatınızın bedelini en hakiki noktasına değin ödediğiniz bir şeyi; inanarak, zamanında ve alt yapısıyla yapıyorsanız, mutlaka gücü oranınca da etki edecektir, ediyor da… Mevcut sanatsal özgürlük bana özgün bir alan da yaratıyor; o minvalde, kimseyle de bunun tartışmasına girecek değilim. Siz de üretin, dokunun, etkileyin, görün, deneyimleyin, değiştirin, bozun, şaşırtın, doğru yerlere sirayet edin. Böyle bir beceriniz varsa; bunun sahih ışıltısı zaten BIG BANG’den aşağı kalamaz!
Sanatı bir kez daha yüceltiyorum. Bir ara bunun bocalamasına düşmüştüm. Sanat önemli midir o kadar? Değil. Yok yok. Önemli… Kesinlikle… Çok çok… Ay’a ilk ulaşan o kutsal hayal gücüdür sanat! Kelebeğin kanadını hisseden… Atom bombasının şiddetini… Manyetik enerjinin minik kraliyetlerini, saf arzuyu, iliklerine değin bir kişiye sarılabilmeyi… Yaradaki böceklenmeyi… Önce o! Her şeyi…
Şu halde, sahneyi ona bırakmanın zamanı…

Öncelikli olarak, korona/koronavirüs/COVID19 vb. süreçleri başladığında, ‘‘Gerçek Edebiyat’’ sitesinde de yer alan ‘‘Li Wenliang’’ adlı şiirimi buraya da eklemek istiyor; süreç dahilinde, ülke-dünya-evren algınızın biraz gelişmesi adına -kısmi anlamda- kitap, dizi serisi/dizi bölümü, film önerisinde de bulunmak istiyorum. Bunları da gözlemlediklerim, sezdiklerim, düşüncelerim dahilinde, neden seçtiğimi sizlere açıklamayı uygun görüyorum.
ŞİİR SERPİSİ
LI WENLIANG
Birinci Etki: Uyarılma
bu bir rapordur, kayıtlara geçilsin
sinir uçlarımdan aslanağzı çiçekleri yükseliyor
kurumuş çay bardakları
hep fikri bulunan yeryüzü
trajedisini doğanın abartıyla yaşıyor
dün geçmiş saatleriydi
Dionysos adında birine âşıktım
hiçbir zaman anlayamadım kimi sevdiğini
o benim Kassandra’ya benzediğimi asla bilmedi
bacaklarında karabaşotu şarkıları mırıldanan
gıcırtılar yüzüyordu betonun sütüne sızan
döngü, can pazarı, kibir, yıkım
+doktor, polisler sizi dışarı çağırıyor
-ne için?
+hakkınızda halkı galeyana getirmek suçlaması var
çok tanıdık hücresel etkiler
pandemik seralarda uzanmış yatıyor
tencereler bomboş günlerimize sözcüklü teneke
çekirdeğinden sıyrılan domates
kurgulanmış şekilde tatsız
buradan kaçabilseydik, daha nerelere giderdik
pasaportunu geceye gömmüş koskoca yalnızlık
İkinci Etki: Yayılma
bugün karantinanın sarsıcı günü
virüs zihinlere kovalarca veri boşaltıyor
bedenimin dereceli bir termosifon olduğunu
düşünmeye başladım
komünizm propagandası yapabilmenin şüphesi
acıdan kurulan merdiven boşluğunu süzüyor
ışık yükseldiğinde ağrısı sırtımda
annem eve almamakla tehdit ediyor beni
baktım, gözlerinde baloncuklar beliren
ayaklı askılara dönüşüyor hepsi
çöplükte irkilen ilk ucube mesih
köşeyi döndüğünde çek kolumdan
korkunç aklına açlık duyuyorum
Neslihan Yalman
KİTAP, DİZİ, FİLM ÖNERİLERİ:
KİTAP ÖNERİSİ
Geleceğin Fiziği, Michio Kaku, Çevirenler: Yasemin Saraç Oymak / Hüseyin Oymak, ODTÜ Yayınları, Ankara, 2016, 5. Basım

Bu kitap, doğa bilimleri ekseninde, dünyadaki birçok uzmanla yapılmış görüşmeler sonucunda, gelecek yüzyılı özellikle teknolojik-bilimsel gelişmeler üstünden tahmin etmek üstüne tasarlanmış. Her satırı düşünülerek, hayal edilerek, etraftaki gelişmeler de takip edilerek okunmalı diye düşünüyorum. Kitapta, bilim -özellikle, fizik hangi noktaya giderse gitsin- sanatın daima bir ihtiyaç olacağına dair de vurgu yapılmış; ilişkilerin ‘‘mağara adamı atamıza’’ göre şekillendiğinin altı çizilmiş. Buna göre, iletişimin temellerinin gelecekte değil, geçmişte aranmasının gerektiği belirtilmiş. İnsanlar büyük bir karmaşaya ve iletişimsizlik tuzağına düşerlerken, onların hayatı anlamalarını sağlayacak iki temel noktaya dikkat çekilmiş: Bilim-Sanat (parantezle belirtirsek; halka sirayetle- yaratıcı düşünce)…
DİZİ SERİSİ- DİZİ ÖNERİSİ
Black Mirror- Dizi Serisi
Özellikle;Fifteen Million Merits- ‘‘Black Mirror’’- 1. Sezon, 2. Bölüm

Başta, ‘‘Netflix’’ olmak üzere, birçok kanalın da etkisiyle, dizilere ve filmlere kolayca ulaşır olduk. Görsellik, görsel hafıza giderek gelişiyor, alımlama oraya doğru evriliyor. Üstelik, bu havzalarda bilimkurgu, fantastik dallarında da çok sürükleyici çalışmalar var. Dünyada yükselen ırkçılık, onun karşısında konumlanan anti ırkçı gençlik, anarşizm, siyasi skandallar, eşcinsel hareketleri, kadın hareketleri, ilişkiler, aile içi gelişmeler, seks, aşk vb. konular önümüze seriliyor. Keza, pek çok seçeneğin sunulduğu kanal, önümüzü ve geleceği görmemiz açısından bizlere alternatif alanlar açıyor. Bütün bu seçeneklerin içinden, ben şimdilik en fazla ‘‘Black Mirror’’ dizi serisini önemsiyorum. Bu seri, küçük yaşamlarımızdan yola çıkarak olanları fark etmemiz adına bize büyük doneler sunuyor. Bir şekilde, önümüzü görmek, evrenin insanlığı çaresizliğe ve distopyaya sürüklediğini anlamak anlamında, bu eser bir nimet değeri de taşıyor. Gerçeklerle yüzleşmek devrin insanları bağlamında hakikat barındırıyor.
Dizi serisinin üst-ana teması teknolojiyken, alt bölümlerdeki her yan tema da başka kapılara açılıyor. Bölümler birbirlerinden bağımsız şekilde de izlenebiliyor, her biri ortalama 45 dakika, insanı fazlasıyla çarpıyor. Dizilerdeki kimi gelişmelerin; gerçek hayattaki karşılıklarını görünce hayli etkileniyorsunuz. Örneğin; Washington Üniversitesi’nde yapılan kontak lensleri taktığınızda, onları birer kamera gibi kullanabileceğiniz söylenirken; bu gelişmeyle ilgili bir bölümün serinin bir yerinde karşınıza çıktığını da fark ediyorsunuz. Sokakta, bilimde, siyasette, sanatta, kültürde ne varsa, dizilerde de onlar mikro ölçekte yer alıyor.
Günümüzde, Amerika’daki ve Avrupa’daki ırkçı gelişmelerin patlak verdiğini görürken, ‘‘Black Mirror’’da da ‘‘Black Museum’’ (Siyah Müze) diye bir bölüm yapıldığını anımsıyorsunuz. Orada da bu konu ele alınıyor. Hafızanız mevcut verilerle besleniyor, ufkunuz genişliyor, duygularınız netlikle şekilleniyor.

Ben insanlara bu serinin içinden özellikle ‘‘Fifteen Million Merits’’ (15 Milyon Hak) bölümünü izlemelerini tavsiye ediyorum. Keza, oradaki konu herkesi ilgilendiriyor. Dizide yer alanlar evlerden -ev denilen, teknolojik bir göz oda- çalışmaya, insanların bulundukları alanlara mahkûm edilmelerine, teknolojiye fazlasıyla mecbur kalmaya başlamalarına inanılmaz göndermeler yapılıyor. Öyle ki, oradakiler de buna o kadar alışmışlar ki, her sabah bir yeşil elma, biraz karın doyurma idare ediyorlar. Bisikletleri başında, ekran karşısında pedal çevirerek delirircesine çalışıyorlar. Uyanma, işe gitme, eve gelme vb. çemberinde günlerini sorgusuzca, yarı ölü şekilde tamamlıyorlar. Sistem her şeylerini ele geçirmiş oluyor.
O bölümde, her insanın gitgide daha yalnız kalacağına, aradığı doğru insanı bulamayacağına; sadece, yemek, içmek, mastürbasyon yapmak, uyumak üstüne bir hayatın içine tıkılmak zorunda kılınacağına dikkat çekiliyor. Dizi hakkında birçok analiz de yapmak mümkün… Zira, diğer bölümler gibi bu bölüm de kafaları allak bullak ediyor. Analiz babında da, tek tük girişimler var. Lakin, Türkiye’de genel bir algı, zekâ problemi bulunduğu için, kimse aslında neyi okuduğunu, izlediğini, tükettiğini de derinlikle fark edemiyor. Zihinleri yurt dışına entegre olmuş kişiler de, ülkelerinde olan biten otantikliği, kendi köklerini ve gidişatı yeterince, çok yönlü biçimde algılayamıyorlar. Kimse dünyayı ilgi çekici biçimde tam okuyamıyor. Okumak istese bile, yerini kaybetmemek üstünden varlığına andavalca bir çerçeve örüyor. Yahut, olanları görmüyormuş gibi davranmayı, onları çark ederek aktarmayı tercih ediyor. Bu da, mevcut hakikati şiddetli bir hayranlıkla, doğrulukla ortaya çıkaramıyor.
FİLM ÖNERİSİ
Joker, Yönetmen: Todd Philips, 2019.

İlk izlediğim andan itibaren, beni çarpan filmlerin başında ‘‘Joker’’ geliyor. Eser, Hollywood’taki kahraman sineması algısını -uç noktada- anti kahraman algısına çevirdiği için de çok önemli geliyor. Hatta; bu film, ‘‘Joker’’ bir kahraman mı, bir anti kahraman mı; yoksa, her ikisi de mi diye izleyiciye yöneliyor; konuyu onun sorgulamasına olanak tanıyor. Böylesi popüler, üstelik kötü addedilen bir karakterin; ona yaşam alanı tanımayan, örgütlü ve düzgün görünümlü diğer kötülerden aldığı intikam, bizi de cezbediyor. Çoğumuz medya sektöründen kültür ortamlarına, meclisten türlü iş kollarına değin virüs benzeri yayılan bu benzer insanların hepsinin yok edilmelerini sembolik de olsa, çılgınca arzuluyoruz.
Film, iyi niyetin de hikâye olduğunu, etrafta salt çıkar ilişkilerinin, güç savaşlarının, yapaylığın bulunduğuna işaret ediyor. Onun da -bir noktada- iki temel kesime bölünerek -ezen/ezilen, kurum/anarşi, rol yapan/çileden çıkan- çevremize aksedeceğini gösteriyor. Velhasıl, filmdeki ‘‘Gotham’’ı (ki, orası Amerika’dır) sıçanlar basarken, sokaklara da dalga dalga suç yayılıyor. Sanattan siyasete, gündelik yaşamdan özel ilişkilere, her yeri bir sahteliğin, bir acımasızlığın, bir sevimsizliğin kapladığını da bizzat izliyoruz. Pişkin gülümsemeleriyle ve ‘‘her şeyi sizin için yaptık’’ söylemleriyle etrafı dolduran otuz iki diş kurumsal insanların yapış yapış hallerine de göndermede bulunuluyor. Hiçbir şeyin, barışla, demokrasiyle, sakinlikle, boyun eğmekle gelmeyeceği imlenirken; çevreyi kaplayan bu sistemsel kirli örtünün Joker gibi bir karakter tarafından kaldırılması harika bir şöleni de izlememize sebebiyet veriyor. Ortam adeta karnavalesk bir serüveni ateşliyor. Karakter çoğumuzun yerine sevmediklerinden/sevmediklerimizden kanlı intikamlar alıyor. Başta gençlik olmak üzere, sokaklara taşan milyonlarca insanın Joker’in güçlü etkisiyle, kurumsal binaları yaktıkları seremoni (2019), bize Minneapolis’teki çileden çıkışları (2020) anımsatıyor. Tarihi hem kurguyla hem de reel şekilde paralel okuyoruz. Meydanlar önümüze seriliyor.
Joker gibi gerçeküstü bir ötekinin -polis tarafından işkenceyle sokakta öldürülen- George Floyd gibi zenci/ezilmiş, daha gerçek bir ötekiye dönüştüğünü deneyimliyoruz. Amerika’dan tutun İngiltere’ye, Fransa’dan tutun Almanya’ya değin dört yana yayılan protestoların ateşlenen fitillerinin uçlarını göremiyoruz. Nitekim, yıllardır bize öğretilen o nezih batı kültürünün, algılatılan çiçekli mahalle yaşamlarının, sürüklendiğimiz alacalı tüketimlerin de bomboş olduğunu görüyoruz. Hiçbirimizin işe yaramadığını… ‘‘Joker’’ filmi bize bunu daha yakından gösteriyor. Dolayısıyla, defalarca izlenebilecek, katartik bir sanat eserine dönüşüyor.