Zerrin Saral, Aksisanat Portal için yazlarlara Öykü Zamanlığı‘nda Bir araya geliyor. Öykü Zamanlığı‘nda Zerrin Saral bu defa Süreyya Köle’ye soruyor:
Dünya hızla değişirken, sanatın izdüşümü, sanatçının sanatını ortaya koyma şekli de aynı hızla, değişime/dönüşüme uğruyor. Böylesi bir çağda, veri tabanını koruyan, yaratım sürecinize katkı sağlamış, tüm zamanların öyküsü/öykücüsü dediğiniz öykü ve öykücü(-ler) kimler? Bu tercihi, yazınınızda neye/nereye dayandırıyorsunuz?
Süreyya Köle: Dünya Bizden “Öç” Alırken “Usta Beni Öldürsen e!”
İnanması ne kadar da zor, topu topu çeyrek yüzyıl mı internetle tanışmamız? Yaşamımızın ayrılmaz parçası haline gelişi? Ki çoğu için bu kadar bile değil o süre. Ya akıllı telefonlar? Akıllanıp durdukça bizi hepten akılsız olmanın kucağına iten? Sahi, aranızda kim, kaç kişi en yakınlarının telefon numarasını ezbere biliyor artık? Ama olsun, güncel deyimle “yedi yirmi dört” birbirimize ulaşabiliyoruz ya gerisinin çok da önemi yok. Ne özgürlük ama! Yoksa ne tutsaklık, mı demeliydim?
Eskiden nasıl zaman geçirirdik biz? Dijital salgına maruz kalmadan önce ne yer, içerdik? Sözün gelişi falan değil, doğrudan söylüyorum, kapıda teslim pizzalar, lahmacunlar yokken nasıl beslenirdik? Biriyle bir yerde buluşacaksak nasıl randevulaşırdık mesela? O buluşmaya birimizden biri zamanında gelmediğinde, ilk gelen diğerinden nasıl haber alırdı?
Son yıllarda defalarca kulağıma çalınmışlığı vardır, “Yoldayım, on dakikaya ordayım.” Ciddi bir gecikme söz konusu değilse, sabırsızlık mı bu? Kim bilir zamanın kıymetini anladık belki de, diyeceğim de, nerde…
Bir akşamüstünü hatırlarım. Yokuş aşağı yol alan telaşlı adımlarım, gözüme çalınan görüntüyle hız kesmiş, yetmemiş, dikenli telle, içinde gül dikili teneke yağ kutularıyla çevrili bahçenin kıyıcığına kadar getirmişti beni. Renkli televizyon dedikleri buymuş demek ki? Ev sahibi de gelen geçen görsün der gibi açık bırakmamış mı camı, kapıyı? Tamam, renkli televizyonumuz yoktu ama siyah beyaz gösteren televizyonlarımızın üzerine taktığımız renkli camlarımız vardı bizim de, kimi yeşil, kimi mavi. Züğürt tesellisi mi? Konu buysa, hep züğürt kalsaydık keşke.
Arası yok gibi değil mi sizin için de? Dumanla haberleşmeden görüntülü aramaya direkt geçiş yaptık sanki. Dersiniz, televizyon ve telefonun mücevher kıymetinde olduğu, kolay kolay her evde bulunmadığı bir dönem yaşamın çatlakları arasından sızıp gitti. Ne şekilde gerçekleştiği belirsiz bir bellek kaybından sonra, bugün her şey o kadar da olması gerektiği gibi ki. Teknoloji için yaratılmışız her birimiz. Öncesi kimin umurunda, ayrımsız, aynı sanal platformlarda buluşmuyor muyuz, keyiften önce, değmeyin özgüvenlerimize. Bugünün temel sorunu bu sanırım, çabuk uyum sağlamak, korkunç bir aynılaşma çabası içinde olmak.
Oysa rutubet kokulu bir oda düşer kimi zaman aklıma, aynı anda yüreğime ince bir sızı. Tek odasında soba yanan bir evin en soğuk köşesinde, anne, babasının yatağında kitap okumaya çalışan bir kız çocuğu, yün yorganın altında çoğu zaman okurken uyuyakalan, bilgiden çok, sezgiyle kendini farklılaştırmaya çalışan. Bilmiyorum ileri doğru hızla akan zaman gün gelir geriye doğru da yol alır mı? Hani olur da birileri zaman makinesi icat edecek olur, o zaman hakkımı küf kokan o oda için kullanırım işte, hayatımın tartışmasız en güzel anlarına geri dönmek için.
Sahi ne okurdum ben, o buz gibi odada? Şimdi düşünüyorum da, ne okumazdım ki? Nasıl ki bir işçinin çocuğu olarak taş bulsak taşı yiyorduk, okurken de durum bundan farklı değildi aslında, önüme çıkan her şeyi… Dünya masallarından okuduğum da oluyordu, bir tanıdıktan ödünç alınmış ansiklopediyi okuduğum da; asla anlamadığım halde babamın sendika kitaplarını okuduğum da oluyordu, Gülten Dayıoğlu, Kemalettin Tuğcu kitaplarını okuduğum da; Dede Korkut, Keloğlan okuduğum da oluyordu -evimizdeki az sayıda kitaptan oluşan kitaplığa nerden gelip girdiyse- Tenasül Hayatımız adlı kırmızı ciltli kitabı okuduğum da… Tenasül de ne, mi? Google ne güne duruyor, soruverin hemen. Aman ne zahmet!
Eğer bir yol göstereni yoksa insanın, çok sonra öğreniyor seçici olmayı, kafasını bir çöp öğütücüsüne çevirirse çok geçmeden anlamsız bir yığının altında kalacağını. El yordamıyla iş görmek, yaşamı kafa göz kırarak deneyimlemek bize özgü bir gerçeklik sanırım, her şeyin ancak bu yolla öğrenilebileceğini düşünmek…
Sevgili Zerrin Saral, yaratım sürecime katkı sağlayan bir öykücüyü sorduğunda şöyle bir geçmişe dönüp şu soruyu sorarken buldum kendimi, okur mu daha yaratıcıdır, yoksa yazar mı? Yerleşmiş yargınızı biraz sıkıntıya sokabilirim ancak, yazar, yazmaya karar vermekle kendini kocaman bir akvaryuma hapsetmeyi seçen kişidir; oysa okur, açık deniz, okyanus canlısı kadar özgür ve çok daha yaratıcıdır. Durum buyken nitelikli bir okurdan çekinmeyecek tek yazar tanımıyorum.
Hangi öykücünün, hangi öyküsü, sorusuna gelince, bu sorunun bende iki karşılığı var aslında; ‘bana göre’ci tutumdan olabildiğince uzak, yazmakla derdi olan herkesi bir yanıyla ilgilendirecek türden. Bu karşılıklardan biri isim içermiyor, daha doğrusu tek değil, çok isim söz konusu olduğu için isim vermeyeceğim. O ne mi? Şu… Okurda “Yazmak buysa ben de yazarım,” duygusuna yol açan yazarlar. Tehlikenin büyüklüğüne bakın şimdi. Tertemiz bir denizde tabanı görmek, ama derinliği kestirememek gibi. Yüzme bilmiyorsanız ne korkunç! Basitle yalın arasındaki o derin uçuruma dikkat çekerek devam edeyim. Bu yazarlar ki –kuşkusuz zamanla eriştikleri o yalın anlatımla-edebiyatın maya takımını oluşturur gözümde. Onların aşıladığı o cesaret olmasa yeni yeni yazarlar nasıl çıkardı?
Diğer karşılığa gelince ki benden beklenen asıl yanıt bu, rahatlıkla (alfabetik sıralamayla) iki yazar ismi verebilirim size, Bilge Karasu ve Ferit Edgü… Edgü’nün “Öç” adlı öyküsüyle Karasu’nun “Usta Beni Öldürsen e!”si…
Yan yana getirildiğinde -hacimsel zıtlıkları sebebiyle- ilk anda yadırgamaya yol açacak bu iki öyküyü neden seçtiğim mi? Sanırım, edebiyatın ancak ve ancak sabır ve zekâyla yapılabileceğine işaret ettikleri için.
Yazmadan yazar olmak isteyenlerin sıkça görüldüğü bugünde ‘Usta Beni Öldürsen e!’ tam bir sabır örneği değil mi sizce de; yazarın, öyküsünü bir ipekböceğinin özeniyle ortaya koyması?
Yazarın bilgisini satmamasına ne demeli ya? Felsefe konusunda hocalığa soyunmamasına? Sözcüklerle yarattığı dünya üzerinden ayna tutup okurunun yaşamla ve kendiyle yüzleşmesine yol açmasına?
Öç’e gelince, onu da edebiyatta yeni bir şey bulmak için bir takla atmadığı kalanları kendine getirme niteliği taşıdığı için önemsiyorum. Hoş, Edgü’nün yazdıklarını tamamen okuyan biri -eğer derdi farklı, güçlü bir yazış biçimiyle okurun karşısına çıkmaksa- ya peşin havlu atar, ya da gerçeği sineye çekip edebiyatın ucuna ilişmekle yetinir.
Her iki yazar da Türkçeyi çok iyi kullanmasıyla, yazının olanaklarını en çarpıcı şekilde ortaya koymalarıyla, yazar olma isteği içindeki pek çok kimseye rehber olacak güçtedir. Bu anlamda, sormaca kapsamında verdiğim bu iki öykü adını sembolik kabul ediniz. Bilge Karasu ve Ferit Edgü yapıtlarına okumalarınızda daha çok yer vermeniz dileği ile…
Süreyya Köle:
Amasya’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamladı. Üniversitede işletme eğitimi aldı.
Öykü, deneme, röportaj türündeki çalışmaları yerel ve ulusal pek çok yayın organında yer alan KÖLE’nin, aynı türdeki çalışmaları ulusal ve uluslararası seçkilerde de yer buldu. Çok sayıda serbest editörlük çalışması da olan Köle; yerel, ulusal ve uluslararası sanat dergilerinin yayın kurullarında yer aldı; Adana temsilciliğini yürüttü.
“Seksek” adlı kısa film öyküsü, Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali kapsamında düzenlenen kısa film öyküsü yarışmasında ödüle değer görüldü. Bir başka yıl Uçan Süpürge tarafından düzenlenen “Kadınlar Saçlarını Çözüyor/12 Eylül’e Mektuplar” adlı projede, Yakası Kürklü Yeşil Parka adlı romanından izler taşıyan “Sahibini Arayan Mektup” adlı kurgu mektubu ile yer aldı.
Edebiyatın yanı sıra, Anadolu basının dev çınarı Yeni Adana Gazetesi’nde (Kuruluş tarihi 1918) güncel ve siyasal konular üzerine yazılarını 1999 yılından 2015 yılına kadar sürdüren KÖLE, aynı zamanda gazetenin sanat ve siyaset röportajlarını yaptı; aylık “Düşünce-Sanat ve Toplum“ ekinin yayın yönetmenliği ve gazetenin genel koordinatörlük görevini yürüttü.
Süreyya KÖLE “Yakası Kürklü Yeşil Parka” adlı romanı ile 2011 Abdullah Baştürk İşçi Edebiyatı Ödülü’nün sahibidir.
Halen Ankara’da yaşamakta olan yazar, açtığı atölyelerde yaratıcı yazarlık dersleri vermektedir.
Kitapları:
Yakası Kürklü Yeşil Parka (Roman /2010 Broy/2014 NotaBene)
Abidinpaşa Caddesi’nde Dev Bir Çınar ve Adım Sesleri (Anı-belgesel/ 2015 Heyamola Yayınları)
Ortak Kitaplar:
Anafilya Yansımalar 2009
Anafilya Seçki 2010
Direniş Öyküleri (Öykü/ 2013 NotaBene)
Kadınların Ruh Acıları (Öykü/ 2014 Nezih-er)
Öyküden Çıktım Yola (Öykü/2014 Aylak Adam)
Taşa Fısıldayan Öyküler (Öykü/ 2015 NotaBene)
Yola Çıkan Öyküler – Kars (Öykü/ 2015 Heyamola Yayınları)
Kısa Film Öyküleri (Kısa Film Senaryo/ 2017 Seyyah Kitap)
Kaynana Şekeri (Öykü/2019 Artshop)