Umberto Eco (1997), “Bir metin, yorumcunun sonsuz iç bağlantılar keşfedebileceği açık uçlu bir evrendir” der. Borges’i, “yazını, evren kurgusunu tekrar yaratmak için kullanmış, yazın içine evrene ait kurgularını yerleştirmiştir. Onun yazını, bulunduğu evreni keşfetmeye ve tekrar kurgulamaya yönelik bir çalışmadır” diye anlatırlar. Özellikle günümüz eleştirmenleri yazınsal metinleri metinlerarası bağlamda, bir palempsest olarak ele alırlar. Onlar “palemsest” kelimesini düz anlamdan çok, yananlam olarak, metnin imgesi olarak düşünür. Bu düşünceye göre; yazar, “ilk kez” yazmış olduğu metni, ardından başka bir yazar, yeni bir metin yazarken aslında eski metnin yazısını silip bir başka metni yeniden yazmış olur. Öyleyse artık ilk metin yoktur, kopya bir metin vardır. Kısaca en yeni, en özgün kabul edilen bir metin bile daha önce yazılmış bir metne dayanır. Cengis T. Asiltürk’ün A7 Kitap’tan Nisan 2018’de çıkan Suret adlı romanını bu bakış açılarıyla anlamlandıracağım.
Cengiz T. Asiltürk yirmi iki yıllık emeği Suret romanın giriş cümlesine “Bu hakiki bir rüya, bir gündüz düşü…” diye söze başlar. Gizli Yüz romanında; “Bana bir hikâye anlat diyorsunuz. Olur… Size bir hikâye anlatayım. Ama kalbimi açabilir miyim? Bilmem” diyen,Orhan Pamuk gibi okuyucusuna hikâye anlatıcısının diliyle sesleniyor. Bu, yalnız hayal gücünün değil, aynı zamanda anlama yetisinin de ürünü olan, yeryüzüne “yukarılardan” bakma çabası, insanın uçsuz bucaksız evren içinde kendisini sorgulamasını sağlamaya yönelik çaba! (Sanat yapıtları görece ölçülebilir şeyler olmadığı için, herhangi bir eser ile olağanüstü eser arasındaki farkı silip atacak güçlerin kurduğu sistem tıkır tıkır işliyordu. Matador, futbolcu, boksör değilseniz, herkesin yapabileceği işler yapıyorsunuz demekti! Sığlığın ve kepazeliğin iyi para ettiği dünya çoktan kurulmuştu. Kurnaz ve ikiyüzlü bir dünyada yaşamaya hazır mısın? Hayır! Yenilmeye hazırım..) diyen cümleleri düşününce; Suret çağdaş anlatıların matrislerini uygulayışı yönüyle enfes, enfes olduğu kadar da Batılı bir bakış, ama bir yandan da bir Doğu masalı… Geleneksel yazınımızın şu ana kadar çok az ele geçirdiği tatlarla dolu; ancak, yaşama değin içsel formları söylemsel kılan yönüyle çağdaş mitoslar ve masallar kategorisine, hikâye anlatıcısı kimliğiyle bambaşka yaklaşımlar katıyor.
Suret’le bize çok önemliymiş gibi gelen pek çok şey, yıldızlar arasından bakıldığında küçülüp anlamsızlaşıyor, ama öte yandan zihni, tüm evreni kat edebildiği için, insanı yüceltiyor; bilinç genişliyor, ruh sonsuzluk içinde uçuyor. Eşyaya bu evrensel perspektiften bakış, insanı kendi bencil bakışından sıyırıyor, ona yansız bir bakış kazandırıyor. Bu insanın kendini başkalarının yerine koymasını sağıyor. Görülenin ötesindekini görebilme yetisi belki… (“Ben, şu gölgeleri hakiki hayata yeğlerim!” Gölgeler varsa, onları yaratan hakiki kişiler de, hayatlar, gerçekler, nesneler de uzakta ya da yakında bir yerlerde mutlaka vardı… Bu yüzden inandım ben, çocuk kalbimle o gölgelere…”) Ruhsal alıştırmalarla elde edilmiş böyle bir bakışın sayesinde, insan da, ruhunu geliştiriyor, dünya görüşünü ve sonunda tüm varlığını dönüştürüyor. (Düş kurmayı becerebilenler için orada daima bir sokak vardır. Olmayan sokak diye bir şey yoktur...) Onun yarattığı Suret Atölyesinde tutkulardan kurtulup; tam bilince, kendini ve dünyayı bilme haline ulaşır, kendi heykelinizi yontmaya başlarsınız. Bu atölyenin kıdemli hocalarından, “Hocalar Hocası” namıyla maruf Kör Afşin, Hayal ve Hakikat isimli derse bu sözle başlar, her zaman içinde…
Tanıtım bültenleri Suret kitabını; Doğu ve Batı kültürlerini bir arada düşünmenin, Batı’nın mağara duvarlarına yapılan primitif resimlerinden resim sanatına, oradan fotoğrafa, oradan da sinematografiye varan görsel muazzamlığının, Doğu’nun o muhteşem hikâye anlatıcılığını vurgularken; romanın kahramanı Rüstem Efendi’yi ne Doğulu ne Batılı diye… Rüstem Efendi, Doğu’nun da Batı’nın da kendisidir diye tanımlıyor. Rüstem efendilerle belleğinin gerilerinde, İstanbul’un geçmişinde, Anadolu’nun tarihinde yatan birikimin çözümlemesini yapmaya, bu birikimin içindeki yerini ya da bu birikimin kendi içindeki tortusunu çalışıyor.
Cengiz T. Asiltürk’ün yatay olarak gelişen arayış öyküsünün aralarına yerleştirdiği, yukarıda sözünü ettiğimiz görsel muazzamlığı, bu çok yönlü kimlik bulmacasına da ışık tutar. İlk izleği sık sık bölen parçalarla, anlam da üst üste katlanarak ikinci izleğin görüntüsünü oluşturur. 109 yaşındaki Rüstem Efendi, 40 yaşındaki Rüstem ve 17 yaşındaki genç Rüstem üzerinden anlatı boyunca kararlı bir düzen içerisinde sunduğu malzemeyi, belki disiplin duygusunun getireceği katılıktan korumak için, rastlantısal izlenimi bırakacak bir biçim içinde sunuyor, yüzeysel ya da organik bağlantıları belirtmekten kaçınıyor.
Okuyucu, geçmişte ve gelecekte, yerin altında ve üstünde, güncel gerçeklerde ve anılarda, düşlerde ve masallarda rastgele dolaşırken, özgürlük duygusunun mutluluğunu yaşıyor. Yitip gitme endişesi ile karışık olarak.. Öte yandan yüzeydeki rastlantısallığın altında yatan belirgin çizgili bir altyapının varlığını da sezinletiyor. Romanın asal kişileri sağlam geometrik ilişkiler düzeninde yer alıyor. Sanki gizemli işaretlerinin izlerini gösteriyor… Rüya içindeki, sonunda başarılı olan, büyük, ulu, öfkeli olan Rüstem’ler oluşturuyor. Olasılıklarla, alabilirlikleri, sonsuz olanakla büyüyebilen, büyürken de boşluklar, karşılaşmalar, ayrılmalar içeren bir yapı oluşturuyor. Bu yapıda, tüm birleşmeler, sanki farklı ölçülere sahip üçgen yüzeyler tarafından gerçekleştirilmekte. Üçgen geometride sürekli kendini tekrar eden, yapının tek yüzey elemanı! Ancak sahip olabileceği farklı uzunluk ölçüleri sınırsız sayıda birleşmeye olanak vermektedir. Yapının başlangıcı merkezde bir nokta; o nokta Rüstem’in, kahramanın yaşantısının başlangıç noktası olarak kabul edilebilir. Bu noktadan çıkan sınırsız yapı olasılıklarından seçilecek bir rota öyküde bahsedilen kahramanın okulu bitirene kadarki yaşamını temsil edecek olursa ve okulu bitirdiği zaman da öyküde seçilmiş olan çatallanmanın düğüm noktasını oluşturuyor. Bu düğüm noktasının ardından öykü kahramanlarından biri hiç değişmeden bu kentte kalmış, diğeri ise başka bir kente giderek yeni yüzey ve hacim oluşumlarına sebep olmuştur.
Bu oluşum kahramanın kente geri dönmesiyle aynı düğüm noktasına geri gelmiştir. Kahraman öteki kendisiyle bu oluşumla karşılaşma olanağı elde etmiştir. Kimliğimizi oluşturan kültürel birikimin katmanları, bu vesile ile İstanbul’un kuytu köşelerinde, gizli yerlerinde, geçmişinde izlenmiş, görüntülenmiştir. Yazar, bu her iki arayışta yöntem olarak işaretleri değerlendirme yolunu gösteriyor. İşaretleri anlamlandırmak; Kardeşlik, Sevgisi, Yardım, Hakikat kültüründe yaşatılmış bir yönteme Hamtaşın Evrimine doğru yöneltiyor okuyucuyu. Harflerin esrarı, insan yüzlerindeki işaretler, bu işaretlerin bilmecesinden yola çıkarak hakikate erişme düşüncesi Kardeşlik Sevgisi kültüründe anlatımını buluyor. İnsan dilinin sınırlı sayıda sesle sonsuz sayıda ifade edebilme özelliğini insanoğlunun en büyük keşfi diyen Galileo’ya, insanın kökeninde sesler ile fikirlerin ilişkilendirilmesi olgusunun evrim kuramıyla bir şekilde açıklanabileceğini söyleyen Darwin’in “muhteşem buluş”ları diyerek ikisini de eşleştiriyor.
Rüstem, arayışının izini sürerken, kendi kimliğini tanımaya, kültür birikimimizi çözümlemeye çalışırken 40 yaşındaki Rüstem ananesinin (Sakine) izini sürerken, kendi kimliğini tanımaya, kültür birikimimizi çözümlemeye çalışırken; 109’undaki Rüstem Efendi de, dikkatimizi Suret Atölyesinde Hayal ve Hakikat isimli dersle işaret dilinin gizemine çekiyor. Yüzler, fotoğraflar, resimler, yazılar, krokiler, haritalar, cinayetler gizli bir gerçeğin işaretleri olarak ele alınıyor. Sanki herkes cinayetlerin ya da görünenin arkasındaki görülmeyen (gölge) yüzü üçüncü gözü arıyor. “Düş dünyamı kuranların başında gelen anneannem kendisi gibi masal anlatıcısının doğasına uymayan biçimde, babama, “Ne anlıyorsun o gölgeleri izlemekten” dediğinde, eski bir gölge oynatıcı olan babamın cevabı beni halen şaşırtır. Tüylerimi ürpertir. Görünenlerin altındaki görünmeyenlere ve anlatının gerçekliğine biraz daha yaklaştırır: “Ben şu gölgeleri, hakiki hayata yeğlerim!”Gölgeler varsa onları yaratan hakiki kişiler, hayatlar, gerçekler, nesnelerde uzakta ya da yakında bir yerlerde mutlaka vardı. Bu yüzden inandım ben, çocuk kalbimle o gölgelere.”)
Bu âlem karanlık ve korkutucu, kendini arayanlar belleklerinin gizemli karanlık labirentinde dolaşır. Kahramanların belleğinde olduğu kadar toplumun ortak bilinçaltında gizli yaşamlarını sürdüren bu gerçekler o toplumun sanatçıları tarafından biraz buğulu, biraz bulanık biçimde sezilir. Sanat yapıtında damıtılarak sunulur. Her yazar gibi Cengiz T. Asiltürk de kendisinden önceki yazarların dile getirdikleri gerçekleri kendi özel üslubu içinde yankılayarak, bu bilgiyi geçmişten geleceğe taşıyor. Unutmama hastalığına yakalanan kahraman unutulmuş, gizlenmiş ya da yitirilmiş bir anlamın geri alınması, anımsanması, “kuşku egzersizi” olarak yorumlar bir sahte anlamın ötesinin görülmesi, yanlış bilincin ve bir yanılsamanın kırılması olarak görüyor.
Freud’un analiz tanımı, yorumun bu iki kavranışını içerir. Tüm bu tekniklerin amacı, betimsel terimlerle söyleyecek olursak bellekteki boşlukları doldurmaktır. Bir titreşim, bir ışıldama, bir yanıp sönme. Unutulmuş ya da bastırılmış bir ruhsal içerik, çoğu zamanda tam da kendisini bastırmak için kullanılan başka içerikleri kendine alet ederek geri dönmeye, yüze çıkarmaya çabalamaktır. Bastırıldığı, unutulduğu ya da yitirildiği için hakikat haline gelen ve böylece her şeyi yalana dönüştüren gerçekten söz ediyoruz. “Kuyu”, eğretilemesiyle verilen bilinçdışı var. İtilmiş ya da bastırılmış olanın (günahın) geri dönüşü Freud’un erkek çocukta gözlemlediği Oidipus Kompleksi’ni ne bütünüyle ve başarıyla aşabilmiş, ne de tamamen başarısız olmuş; yersiz yurtsuz halde “arada” kalmış bir oğul ile çatışmasını da gözlemliyoruz. Kaptan-ı Derya okluna gitmek isteyen oğlu Rüstem’i, Suretçilik okuluna gönderen bir baba… Bir derin anlam eğretilemesi olarak parıldayan, yanıp sönen yüzler var rüyalarında düştüğü kuyuda.
Dilinin yalınlığı Cengiz T. Asiltürk’ün üslubunun, yani kullandığı dilin duruluğunun, açık seçikliğinin ve resmi tonlamasının, anlattığı masalın kâbusu andıran konusuyla çok çarpıcı bir karşıtlık içinde olduğunu fark ediyoruz. Bu siyah-beyaz hikâyeyi süsleyen tek poetik metafor yoktur. Üslubunun duruluğu, fantazisinin karanlık zenginliğini öne çıkarıyor. Karşıtlık ve birlik, üslup ve konu, tarz ve olay örgüsü mükemmel bir biçimde bütünleşiyor. Olaylar bir karakterin ağzından anlatılıp diğerine geçerken, Cengis Asiltürk’ün aynı zamanda bir sinema yönetmeni olmasının avantajıyla, kamera açısını değiştirir gibi, aslında bir başka kahramanın bakış açısı ile olaylar kaldığı yerden sürdürülüyor. Anneannesi bir roman kişisi olan Rüstem’e resimlerle hikâye anlatma görevi veriyor. Rüstem’in suret hocalarının anlattığını çizen suret resimlerindeki figürlerle örtüşen roman kişileri, eski suretçilerle ve metnin kahramanlarının üç ayrı kişiden yapılmış bir tabloyu andıran suretler yapısı bu görevi yazar Cengiz T. Asiltürk’ün üstlendiğini ve “suret” anlamını çağrıştıran Suret başlıklı bir roman yazdığı düşüncesini akla getiriyor. Ama Suret romanının ikonik yapısını düşündüğümüzde roman “vicdan-suret-hikâye anlatma” üçlemesi üzerine kurgulu. Ancak vicdanını insan, içselleştirdiği dışsal bir otoritenin egemenliği altında vicdani hassasiyeti kaybetmektedir tezini savunuyor. Kişinin gayesi otoritenin isteklerini yerine getirerek onu memnun etmek olmaktadır. Bu sayede vicdanı rahatlamaktadır. Bu durumda insani sorumluluklarına gerçek vicdan değil, dışsal otoritenin talepleri yön vermektedir. Oysa gizli öğretilerde, suret okulunda, hayatın kurgulanmayacağı Zihin Işıması adlı derslerde, aklın insanı yanıltmasında, İnsan Yüzünün Simetrisi dersini veren suretçiler şahı Zekeriya Efendi anlatılarında; vicdan ise insana erdem ve mutluluğun yolunu gösteren bir pusula… Bu pusulayı gelenekçilerden, Ezoterizm gibi eski mitlerdeki suretçilikte ve insan-ı kâmil olma yolu ile edinilen bir ülkü mabedi inşası ile aşılayacağını, onunda ancak mitlerdeki gibi çekiç ve taşçı kalemleriyle yontulacağını son sözleri ile işaret ediyor: “Bu nedenle, hayal kurmayı becerebilen insan mucizedir! Hayal kurmamı engelleyen görüntüleri silmek için gözlerimi kapattım, tüm gördüklerim silindi. Şimdi gözlerim kapalı: Çok tuhaf; görebiliyorum. Tüm geçmişi teraziye vuruyorum. Gördüğüm şudur: Hiçbir hukuk kitabı benim vicdanımdan daha yüce, daha güvenilir değil! Şimdi yepyeni dünyalar kurabilirim” Sözleriyle arıyoruz böyle kitaplarda kendimizi, hep ipuçlarını, göstergelerin anlamlarını, yaşamdaki kurmacayı ve yazını; çünkü yaşamı değerli kılan içindeki yazın, içindeki kurmaca, “insan sureti kitap gibidir” sözüyle okuyoruz, gönül aynamızdaki yazılı yüzleri.
Romanda aşk ve cinsellik, soyut ve somut, resim ve yazı, sanat ve yaşam, Doğu ve Batı, körle gören, teokratizm-ezoterizm, yaşam ve ölüm, sanat ve cinayet, Tanrı ve şeytan, ruh ve madde, at/ağaç ve insan var. Romanını karşıtlıklar üzerinden kurmayı seven büyülü gerçekçiliğe bağlı yazarlar gibi Suret yazarı da Batı-Doğu karşıtlığına ve nihayet sözü Türk toplumunun kendine yabancılaşmasına getiriyor. Öz değerlerini, geçmişten devraldığı kültür mirasını unutan, ona sırt çeviren modern Türkiye insanı bu sebeple bir türlü kendi kendisi olamıyor… Türkiye’deki Batılılaşma eğilimin bu kadar başarısız olmasını, geçmiş kültürdeki simgelerden, metinlerden, geçmiş kültürün ülkenin bilinçaltına kadar sinmiş metinlerinden, resimlerinden, eşyalarından ilham almamasına bağlayan Cengiz Asiltürk, yabancılaşmanın yalnızca tek tek fertlerin değil, toplumun genel sorunu olduğunu hissettiriyor. Romanda sözü edilen Genç Osman’ın akıbeti, Yedikule Zindanları’nda yaşananlar, kesik başlar, yazarın kendi kendisi olmak fikrini kendine yabancılaşma bağlamında nasıl toplumsal düzeyde ele aldığını gösteriyor. Osmanlı hattatlarca 17. yüzyılda geliştirilen süsleme sanatı hilye, hilye-i şerîf, kelime anlamı olarak süs, ziynet, güzellik gibi anlamlara gelen hilye, bunun yanında suret, sıfat, hilkat gibi anlamlar da taşıyor. İnsan-ı kâmil yolu bu! Toplamda sekiz bölümün bulunduğu hilye dört ana bölümden oluşuyor. Bunlar başmakam, göbek, kuşak ve etek. Diğer dört bölüm ise, ana bölümleri tamamlayıcı bir işlev görüyor.
Buna göre, kendi olmak için etrafındaki bütün kitaplardan, kokulardan, seslerden, eşyalardan, insandan uzak duran ve Osmanlı’da öldürülen şehzadelerin, padişahların, ulamaların Yedikule zindanlarında oluşan kesik başların, tüm Osmanlı’da yaşanan cinayetlerin akıbetini düşünüyor. “Tüm dünyada mükemmel tek hilye-i şerifin sizin zihninizde bulunduğunu söylemeniz şaşırtıcı” diyen Rüstem, “Suretçiler Şahı Zekeriya Efendi’nin zihninin en karanlık köşelerinde canlandırılacağı o mutlu günlerini bekleyen; kimi sert, kimi kederli, kimi hüzünlü, kimi nurlu suretleri tuvallere yansıtabilecek düzeye ulaştığımda ne yazık ki kendimi kapı önünde buldum. Suret Atölyesi’nden kovuldum” derken; suretçiler, İstanbul’un benimsenemeyişi, sahipsizliği, insanların kendi tarihleriyle özdeşlik kuramaması, tarihlerini içselleştirememesinden doğan bu yabancılaşmanın yansıması gibidir. Kenti dolduranlar, tarihleriyle kendilerini tanıyamamanın boşluğunu, anlamsızlığını simgeler. Kentin korkunçluğunun, sefaletinin yanı sıra modernleşen kentin modernleşme adına dayattığı simgelere duyulan tepki ve olmak istenen benliğin bir tür vurgulanışından duyulan tiksinti de dile getiriliyor.
Şehrin esrarını, onların ölerek vermekte olduğu savaşın, aslında kendi savaşı değil, yıkılmakta olan Osmanlı Devletine kaderleri bağlanmış milyonlarca talihsiz kişinin savaşı olduğunu er ya da geç anlamasını ortaya koyuyor. Kendileri olamayan tüm kavimler, ötekini taklit eden tüm uygarlıklar, başkalarının hikâyesiyle mutlu olabilen milletler, yıkılıp yok olmaya, unutulmaya mahkûmdular anlayışını hissettiriyor. Romanın kahramanları Rüstemlerin 109 yıldır kişisel ve ruhsal bir deney olarak yaşadığı mücadelenin esasında, “tarihsel bir ölüm kalım mücadelesi”, “ancak binlerce yılda bir görülen bir kabuk değiştirme-değiştirmeme kavgasının son aşaması”, “yüzyıllar sonra, taklitçilerin haklı olarak bir dönüm noktası olarak değerlendirecekleri bir gelişimin en önemli tarihsel durağı” olduğunu anlatıyor.
Bu okumaların neticesinde yazarın, yüzü Batı’ya dönük, ama kişiliğini ve kimliğini kaybetmiş bir toplumdan, onu bu hale getiren modernleşmeci ideolojinin ya da resmi ideolojinin sorumlu olduğu iddiasını taşıdığı söylenen “Kendi Olmak” Fikri Etrafında bir Suret kitap okuması gibi de olabilir. Geriye dönüşler, romanın başkişisi Rüstem’in çocukluk ve ilk gençlik anılarını, geçmişteki gerçek yaşantılarını ve araştırarak ve okuyarak edindiklerini; Hayatım Suretim, Benim Büyük Hayallerim, Hayyam’a Benzer, Elem Çiçekleri, Keçi İnsan, Eski Güzel Günler, Tuhaf Bir Cinayet, Mucizevi Rüyalar, Düşler ve Cinler, Ah Şerife Hanım, Sokaklar, Sessizlikler ve Diğer Şeyler, Rüya ve Yabancı bölümleriyle olasılıklarla, sonsuz olanakla büyüyebilen, büyürken de boşluklar, karşılaşmalar ve ayrılmalar içeren bir yapı oluşturuyor. Postmodern kurmaca ürününde postmodern anlatıların yazarları, çoğu zaman bir tez veya iletinin ardına düşmez, böyle bir amaçla eser üretmezler, postmodern yazın anlayışının sonucu olarak yorumu ve çözümü her zaman okura bırakarak, yazarın aradan çekildiği gerçeği hatırlatılır. Karşıtlıkların oluşturduğu ironiden ortaya çıkacak felsefe de, eğer varsa ahlaksal öğreti de okurun kendi üretimi olacaktır. Kendi olmak, bugün halen Türk toplumunun hem kolektif bilinçaltında hem de fert fert yaşadığı sorunlardan biri olarak varlığını sürdürüyor. Kişiyi değil, kişinin gördüğü nesneyi öne çıkaran, anlamı hazır bir şekilde okura sunmayan, içeriği değil biçimi önceleyen, olayı geri plana alan bu roman anlayışının en belirgin özelliklerinden biri metinlerarası ilişkileri göz önüne sermesidir. Bu anlayışa göre yeni yazılan bir metnin kendinden önceki bir metinden etkilenmemesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla bu etkileri gizlemenin bir anlamı yoktur. Orhan Pamuk gibi Cengiz T. Asiltürk de modernist ve postmodernist unsurları ve zengin metinlerarası ilişkileriyle söz konusu problematiği ele alan, nitelikli eserlerden biri olarak Suret kitabıyla edebiyat tarihindeki yerini alıyor.
Suret / Cengis T. Asiltürk, A7 Kitap, Nisan 2018 Türkiye, İstanbul 293 sayfa