Susmaya karar vermeye meylediyorum, doğru-yanlış, bildiğimden değil içim öyle istediğinden. Kapitalizmin bizi boğduğu batak, korku, yalnızlık ve klişeleşmiş fiziksel mesafe ifadesinin yabanıllığından kurtulamamanın tuhaflığı. Dayatmalar, bir yol sessizliği bakışlarımızdan birbirine değen yüzlerimize, örtük maske denkliği.


Bir gün gerçekten tül inceliğindeki maskelerimizden kurtulup sonsuza dek mutlu yaşar mıyız?
Ev, insanın iç dünyasıyla ne denli örtüşürse -dışarı- o denli uzaklaşıp belirsizleşiyor, neredeyse sisli bir görünüm. Evin dışı insanın da dışıdır, diye okumuştum bir yerde. Dışarıda her şeye, herkese, hatta kendi görüntümüze maskelerimizle bakabilir, dokunabiliriz. Ama biliriz hiçbir mekân bizi kendimize karşı koruyamaz. Tüm iyi duygularım kitaba, kağıda, kaleme, resime yönelince çoğalıyor. Zaman başka ne ki… Evini sokağa tercih etmeyi, bir çalışma masası alanında yaşamayı çok önceden kurgulamış ben ve benim gibiler için zaman ne ki…
Annem arıyor, yemek yaptım, hadi gel kapıdan al, ayaklanıyorum, telefonum, cüzdanım, anahtarlığım, artık onlar kadar önceliği alan maskem ve eldivenler. Hatta eldivenlerden bir çift fazla alıyorum, temasa bağlı olarak değiştirmem gerekebilir bilmişliğiyle. Yaşamayı bu kadar çok mu istiyorsun? diye soruyor, vakitsiz kaybettiklerimden özür dileyip utanıyorum. Pandemi öncesi bisikletimi bıraktığım yeri hatırlayamıyorum. Mart’ın başıydı, hava güzeldi o kadar.
Sokağa çıkma yasağı ertesinde kuş sesleri gördüğüm rüyalardan taşan cıvıltılar olamazdı, rüya görmem, görsem de hatırlayamam… Kuş sesleri demek gerçekti, yataktan kalkıp balkona çıktığımda anlıyorum. Kuşlar saklanmıyor, doğacı bir şölen, aralarına isterler mi, bir insan kişiyi? Sırtımı duvara yaslayıp bir süre sesleri içime çekiyorum. Kedi Zeze ayaklarıma dolanıyor, kuşlar ilgi odağı. Kucağımda artık, o daha heyecanlı kıpır kıpır. Trafiğin aktığı cadde terk edilmişliği başka bir filmden, tekrar bahçe tarafına kuşlara dönüyorum. Havayı kokluyorum, farklı aromalarda duyduğum kokulara, öncesinde rastlamadığıma şaşıyorum. Şölen. Sokak lambasının sarı ışığı gün doğumuna eşlik ediyor, kuşlar ve ağaçlar bizim yokluğumuza doğanın ihtiyacı olduğunu söylüyorlar, ben de onlara bizim de kendimizi dinlemeye, diyor, içeri giriyorum. Renk renk kuru pastelleri çıkarıyor masaya bırakıyorum. Zeze koklamaya koyuluyor. Çok şanslıyız Zeze, diyorum. Gözlerime bakıyor.
İçinde yer aldığımız sistemin değişkenliği duygularımızı rahat bırakmıyor, gücümüzü tüketiyor, pek çok şeye yetmiyor. Sadece şükran duyuyoruz beyaz önlüklü sağlık çalışanlarına, borç defterlerini kapatan gizli kahramanlara, evde pişirdiğimiz ekmeklere. Birbirimize tıbbın öğütlediği ölçüde değebiliyoruz. Aslında küs yaşıyoruz. Barışmaksa artık zor. İnsanlığın ölüm kalım mücadelesi, kimlik savaşımı, siyasal iktidarlar tarafından kuşatılan bireye yazgısını kabullenmesi için yapılan baskı; Munch’ın Çığlık tablosunda bugün tekrar yer buluyor. Derslerde üstüne yaptığımız konuşmalar; ön planda ağzı açık çığlık atan bir figür, arka planda ise Oslo fiyord manzarası ve kan kırmızısı gökyüzü…
Sadece renkler mi, çok şey…
Bazılarına göre Munch’ün eseri, Endonezya’da, Krakatoa Yanardağı’nın patlamasıyla yakından ilgilidir. Geniş bir coğrafyayı etkileyen bu patlama, Norveç’in semalarını da günlerce ve gecelerce kızıl yoğunluklu karışık bir renk mozaiğine boyamıştır. Gri renkli Krakatoa Yanardağı’nın yanan küllerini atmosfere püskürtmesiyle gökyüzü yıllarca yer yer kızıl alaca karanlıkta kalmıştır. Kimilerine göre, bir olasılık Munch’ün Paris’de gördüğü Güney Amerika mumyalarını anımsatan bir figürüdür.
Munch tablo’yla ilgili yazdığı günlükte şöyle der; “İki arkadaşımla yürüyordum, güneş batıyordu, gökyüzü kan kırmızısı renge dönüşmüştü içimi bir melankoli duygusu kapladı, durdum, bitkin bir vaziyette korkuluklara tutundum, kentin üzerinde ve koyu mavi fiyordlarında kan kırmızısı ve kıvrım kıvrım kıvılcımlar dolanıp duruyordu, arkadaşlarım yürümeye devam etti, oracıkta içim bunaldı titreyerek kalakaldım. Tüm evreni kaplayan ve doğayı çınlatan sonsuz bir çığlık hissediyordum.”
Tablo’ya ilişkin efsaneler düşünsel alanda üretilmiş, yapılan yorumlar; eserin insanın varoluşsal iç sıkıntılarını dile getirdiği, hüznü melankoliyi yansıttığı, hatta ölümü resmettiği şeklindedir. Eserin delilik temasını yansıttığını iddia edenler de olmuştur. Aslında dünyanın dört tarafında yaygın olan bu yorumlar klişe özelliktedir ve ressamın değişik tarihlerde tuttuğu günlüklerine bakılarak yapılmıştır. Ama bu, eserin düşünsel bir teması yoktur anlamına gelmez. Edvard Munch aynı zamanda güçlü bir aydındır; varoluş felsefesini, edebiyatın önemli isimleriyle uzun yıllar kaldığı Paris ve Berlin’de birlikte olmuştur.
Renklerin çıldırmışçasına tablonun her yönüne hareketliliği çarpıcıdır. Çizgiler bir şeylerden kaçıyor ya da bir yerlere sığınmaya çalışır gibi. Figürün bıraktığı izlenim, ne dinlemek ne işitmek istemektedir? O sadece bağırmak, elleriyle kulaklarını tıkayıp bağırmak, sanki sağır olmak istercesine bağırmak istemektedir.
Köprü üzerinde iki insan figürü ise hiç bir şey görmemiş, duymamış gibi yürümeye devam ederler. Nereye gittiklerini bilir gibiler. Normal rutinlerinin dışına çıkamadıkları izlenimi vardır. Ve daha gerçekçi resmedilmişlerdir. Köprünün nerede başlayıp nerede bittiği belli değildir. Çığlık atan figür kendisini çevreleyen renk dalgalarının ve renk akışının bir parçası gibidir. Munch’ın resmettiği çığlık atan kahramanı belki de yankısını içine attığı çığlıkla, sessizliği halka halka çoğalan yaralı bir ruhtur. Çığlık tablosundaki ana sözcükler belki de içinde yaşanılan durumdur. Resmedilense duyumsamadır.
Korkuyu düzeni onaylamak için değil, sorgulamak için kullanmaya çalışmak geçiyor içimden. Figür ne gördü, neden ve nasıl çığlık -attı- artık düşünmüyorum. Dışarıda bir guguk kuşu, sesini saklamıyor, ben ona teşekkür ediyorum, Muhch’a teşekkür ediyorum.
Her şey bittiğinde, özlediğim kızıma kavuşmak, acelesiz, huzuru barındıran sevdiklerimle molalar verme isteği hepsi bu.
Sevgi ve huzurla…