Demet Aksu

Sınıflı toplumsal düzen, elindeki tüm kozları kullanarak bireyin içinde bulunduğu halleri istediği gibi şekillendirebiliyor. Birey yaşantısının nedeni olan amacını belirliyor ve o amacın peşinden giderken genellikle sorgulamadan, ona öğretildiği gibi hırsla hareket edebiliyor. Bir süre sonra yaptığı en acımasızca davranış bile onun için sıradanlaşabiliyor ve hep daha fazlasını, daha yırtıcısını istiyor. En vicdansızca görünen davranışlar bile, eleştirilse de, toplum tarafından artık kabul edilebilir bir hal alıyor. Çünkü herkesin ortada açık bir şekilde gördüğü şeyi artık hiç kimse sorgulayamaz hale geliyor.
Yönetmen Dan Gilroy tam da böyle bir karakter yaratarak çıkıyor karşımıza. Bir antikahraman olan Louis Bloom, film boyunca izleyiciye kapitalist sistemde bireyin başarısı için hırsıyla neler yapabileceğini ve bunu yaparken de sistemin tüm imkanlarını nasıl kullanabileceğini, yozlaştırılmış medyayla özel hayatın nasıl değersizleştirdiğini tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Bunu aktarırken aynı zamanda filmin senaristliğini de yapan yönetmen Gilroy’un sinematik dili ve yarattığı karakterin başarısını film boyunca güçlü temellere oturtarak ilerlettiğini görmekteyiz. Yönetmen Gilroy ile başarılı oyunculuğuyla yaratılan karakterle özdeşleşen Jake Gyllenhall’un iyi bir şekilde paslaşarak filmi başarıya ulaştırdıklarını da eklemek gerek.
Filmin henüz başında işsiz ve parasız olarak karşımıza çıkan Bloom, kariyer yapmak ve para kazanmak için gerekli olan en bel bükücü detaya sahiptir; hırs. Bloom hırslı, meraklı ve soğukkanlı yapısıyla tesadüfen önüne çıkan bir mesleğe başlama kararı alıyor. Aslında hiçbir insanın tercihlerinin tesadüf olmadığını düşünecek olursak, Bloom’un da kanlı haberleri çekip medyaya satma tercihininin öğrenilmiş bir tercih olduğunu daha net görebiliriz. Önüne çıkan bu mesleğe bir anda obsesif derecede bağlanması, her yaptığı işten sonra daha da hırslanmasıyla sosyopat karakterimiz yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlıyor. İlk denemelerinde başarısız olsa da küçük paralar kazanarak hırsına hırs ekleyecek ve sonrasında kanı kendi akıtarak, akıtılmasına neden olarak, kendince küçük oyunlar oynayacaktır. Doğru ve yanlışın arasındaki çizginin giderek belirsizleştiğini fark etmeden, gözünü kariyer hırsı bürüyen Bloom için kariyerine ve para kazanmasına giden her yol kutsaldır artık.
Onu para ile ödüllendiren medyadan, daha çok para almak adına daha kanlı işlere girecek, girdiği işlerdeki tehlike bile umurunda olmayacaktır. Amatörce başladığı her şey artık profesyonelcedir. Bu karanlık yolculuğunda bazen herhangi bir insanı, bazen de hemen yanıbaşında birlikte çalıştığı yardımcısını soğukkanlılıkla kurban edebilecektir.
Peki ya kimdir bu kurban?
Filmin hemen hemen her sahnesi bir suça, bir kurbana gebe. Trafik kazasında ölenler, cinayete kurban gidenler ve aslında gecenin karanlık yüzündeki, sistemin kurbanı olanlar. Evet, hayatımız boyunca karanlık tarafta kalan kurbanlarla ilgilenmiyor, onlara sadece “suçlu” sıfatını vererek, göz göze gelmekten kaçıyoruz belki de kaçırmak istiyoruz, kimbilir. Evet, Bloom ve Nina, raiting ve kariyer hırsının kışkırtıcı uyumuyla paslaşıyorlar film boyunca. Sistemin ele geçirdiği ve onunla istediği gibi oynayabildiği kurbanımız Bloom, “Kan demek reyting demek” diyen kurbanımız haber müdürü Nina, filmde işlediği cinayet sonrasında sağ kalan taraflar. Bunlar da karanlığın, toplum düzeninin kurbanı değiller midir aslında? Filmde eğer bir problem aranıyorsa, asıl problemimizin Lou olmadığını düşünenlerdenim. Problem, karakterleri yaratan sistem ve onu şekillendiren toplumdur. Lou aslında tam da günümüz şartlarına ayak uydurmakta. Çalışmak, para kazanmak, çok para kazanmak ve daha çok para kazanmak. Lou aslında sadece toplumun kendisinden beklediğini yapmaktadır. Para kazandığı ama daha çok para kazanacağı iş için kim tehlikeyi, riski göze almaz ki? Ya da vicdanını bir kapalı kutuya koyarak karanlıkta kaybolmaz. Bloom’un bulunduğu tarafa belki bir çoğumuz geçtiğinde aynı şeyleri yapma potansiyeline sahibiz. Belki biraz azını, belki de biraz fazlasını. Ama yol ve yolculuk hep aynı düzende.
Karanlık, şiddeti emrederse!
Lou Bloom, amacına giden yolda, sonucunun karşısındakinin ölümü olacağını bilmesine rağmen, şiddete soğukkanlılıkla başvuruyor. Önce hırs daha sonra da şiddet Bloom’u ele geçiriyor adeta. Yardımcısını göz göre göre tehlikeye atıyor, öldürüyor. Rakibine tuzak kurarak, kaza yapmasına neden oluyor, öldürüyor ve ardından hiçbir şey olmamış gibi tüm bu kanlı olayları çekip haber yapabiliyor. Para kazanmak, kariyer yapmak için hırsıyla çıktığı yolda şiddete neden başvurduğunu sorguladığımızda, en temel sebebinin, amacına giden yolda engellenmek olduğunu göreceğiz. Reyting değeri az olan habere az para ödenmesi, haber yapan rakiplerinin olması, polisler ondan önce olay yerine giderse çekime izin verilmemesi… Tüm bunların film boyunca Bloom’u engellediğini ve o engellendikçe daha da saldırganlaştığını görüyoruz. Saldırganlık daima engellenmenin bir sonucudur, der John Dollard. Her saldırganlığın temeline indiğimizde insanları saldırganlığa teşvik eden en güçlü şeyin engellenme olduğunu görüyoruz. Şiddeti ve saldırganlığı konuşmaya başladığımız an aslında tüm insan davranışlarının doğasına yönelik bir tartışmayı da başlatmış oluyoruz. Şiddet, her çağ ve toplumda olduğu gibi günümüzde de hâlâ amaca götüren en önemli ve işlevsel araç olarak kutsanmaya devam ediyor. Şiddete başvuran Bloom’un da başarısına giden yolda bunu acımasızca ama kolaylıkla nasıl yapabildiğini görüyoruz. Bloom, karanlıktaki şiddetin içine girmeyi tercih ederek kendi şiddetini karanlığa gömeceğini zannedenlerden. Bir gece filmi olan Nightcrawler’ın baştan sona karanlık ve boğucu bir atmosferde geçmesi de sinematografik yapıya ciddi katkılar sağlıyor. Şiddetin iktidara giden yolda en bariz dışa vurumdan başka bir şey olmadığını bildik, biliyoruz ve bilmeye de devam edeceğiz.
Yönetmen ve Senarist: Dan Gilroy
Oyuncu: Jake Gyllenhaal, Rene Russo, Riz Ahmed
Ülke: ABD
Yıl: 2014