Sevgi ve merhamet kokan ince ruhlu bir şiirim ama her gün hem topuğumdan hem de afili düşlerimden vuruyorlar kelimelerimi. Geceleri uyuyamıyorum. Okunmadan bir kenara bırakılmış bir kitap gibi fena halde hüzünlüyüm. Bu sıkıntı ve yalnızlıkla baş edemiyorum. Küflü bir portakal kabuğu gibi çöp kutusuna atılacağım birazdan. Hayat beni giderek korkutuyor, adı hüzne çıkmış çok sisli bir bulut oldum, muğlâk ve karmakarışık bir ruh hali içindeyim. Ne kendimle, ne toplumla, ne de çağımla uyum sağlayamıyorum. Hep ‘kaybedenlerden’ olmaktan bıktım ve fazla usandım. Kitaplarım ve boyalarım olmasaydı ne yapardım, bilmiyorum? Dünya, kontrolünü kaybetmiş ve adeta rayından çıkmış, şizofren ve mazoşist bir toplumla beraber aynı havayı solumak ne acı? Şuramda bir boşluk duygusu durmadan kanıyor ve hep bir çıkmaz sokakla çarpışıyorum. Canım İlhan Berk’in birkaç sayfasını boş bıraktığı “Lettera Amorosa” defterinin sıcaklığıyım ama neden durmadan üzerimi çiziyorlar. Biliyorum, burası romancı kaynıyor ama iyi roman ve öyküler ne kadar az ve burada ‘şair’ fırtınası var ama neden hiçbir şiirden yağmur yağmıyor? Doğayla kucaklaşamadık, kendimizi keşfedemedik, herkes birbirine saldırıyor ve hayvanlar bizlere şaşkınlıkla bakıyorlar. Düşlerimize bile ipotek konulduğu, yaralamanın ve incitmenin en yakınımız sandıklarımızdan geldiği ve yüzümüzde bir şamar gibi patladığı acımasız yıllar yaşadığımız doğrudur! Suskun trajedi, can acıtan yabancılaşma ve anlamsız bir kaos içimize bir nakış gibi işlenmiş. Gece olunca kafkavari bir sonbahar oluyor, sabahları bir dut gibi dökülüyor yapraklarım. Yaşamla yok oluş arasında ki o hassas zeminde yürümek bir ip cambazı olmaktan daha da zor. Belki de gardım düştü, yaşadıklarım düştü, cennetle kâbus arasında gidip gelmekten kalbim yorgun düştü! Sevdikleri için üzülen, dünyanın kötü gidişatına kahreden ve Borges’in labirentlerine şaşırıp gülümseyen, önce kendisine rezil rüsva olmuş bir yaşayamama ustası olmak ne acı şeymiş tanrım? Beyni ve kalbi dumura uğramış insanların, özellikle canı bilmiş arkadaşlarının ikiyüzlülüğünden gına gelmiş içli bir şair miyim acaba? Bütün afili düşlerim peşin fiyatına taksitle, anlamayacak olanlar kuyruk yapmasın der miyim, dedim bile! Fedakârlığın, merhametli olmanın ve saflığın o büyük cezasını çekiyorum. Ağaçtan düşen bir Van Gogh sarısı yaprağı gibi savrulup duruyorum. Yerlerde sürünen bir yaprak cesedi değilim henüz ama yaprak yerine, yunus balıklarıyla konuşan, geçip giden gemilerle şakalaşan ışık yüzlü bir martı olmak isterdim. Ne yazık ki, coşkum ve sevincim bir bumerang gibi hüzün olarak geri dönüyor bana. İnsanların çoğu seyyar bir öfke, bir cinayet gibi dolaşıyorlar ortalıkta, yanı başımızda. Bu gün aziz olan dostum Aziz Uzun’dan uzun bir mektup aldım! O hem has bir Kadıköylü, hem adalı hem de güneş olanın biricik kalbidir. O’nun varlığını ve kardeşliğini çok severim. Ondan öğreneceğim daha nice ‘hayat dersleri’ olduğuna inanıyorum. Nerede kalmıştık? Hadi başımıza bir şey gelmeden başa dönelim. Kelimelerin gecesi bir ece gibi parıldasa, içimde ki o çok sesli, o hakikatli ayna kırılmasa ve “hayat kırıklığı”nın o derinlerde yaşayan, ‘vicdan’ denilen o sıcaklığı bir kez daha mırıldansam? Herkese bir çocuk gibi inanıyor ve güveniyor olmaktan, olmamdan şikâyetçiyim. Çünkü her şeye, insan olana ve kendime bile aşkla sesleniyorum, aşkla bakıyorum, yine de en büyük darbeyi sevdiklerim, inandıklarım ve güvendiklerimden yiyorum. Kim beni üzdüyse, ruhumdaki o görkemli peyzaj, soğuk ve kimsesiz bir çöl, ya da unutulmuş küskün bir dağa dönüşebiliyor, bir daha dikkat ederim diyorum ama nafile, bu melankoli yoruyor beni. Melek kokan rüyalarımdan vuruyorlar renklerimi, ah sevgisizlik, sen doğal felaketlerin zulmünden de daha tehlikelisin. Afili düşler çarşısına uğradım da maskesiz ve kibirsiz bir tek insan görmedim!
Engin Turgut