Deniz Poyraz

Toprak, Alman Yazar Robert Seethaler’in son romanı. Pek çok anlatıcının birbirine selam duran hikâyesi, bir mekânda neticeleniyor bu romanda. Yeryüzünün en eski mekânı bura: Toprak! Paulstadt kasabasının mezarlığında adımlıyoruz ilk sayfaları. Yani, ölümlerin içinde. Her ölünün kendi hikâyesiyle gömüldüğü bir hayatın içinde, bir yanıyla nahif ama öte yandan acımasız gerçekçi bir anlatının içine bırakıyoruz kendimizi.
Görme yetisi her yıl daha da azaldığı halde gözlük takmamakta direnen, etrafının gitgide bulanıklaşmasının ona iyi geldiğini düşünen bir ihtiyar, ölüler ülkesinin çitlerle çevrili “toprağından” bakıyor yaşama. Pişmanlıkların, özlemlerin, söylenemeyen sözlerin, itiraf edilemeyen suçların içinde, mezarlıktaki bir banka oturup, ölülerin konuştuğunu duyuyoruz. Söylediklerini işitiyoruz. Her kafadan bir ses çıkıyor başta. Ama parçalar bütüne varınca, ölümü geride bırakanların, yaşam hakkında ne tür yargılara varabileceğini öğreniyoruz.
Toprak’ın düşündürdükleri epey fazla… Her hayattan her sınıftan karakterin öz yaşam öyküsü, Batı medeniyetinin devasa tarihine çarpıyor kimi zaman. Kendi sokağında bile tekinsiz ve yabancı hissediyor insan. Yaşamın değerli bir mesele olduğuna inanmak, kimi zaman güç geliyor. Kasabanın pazarına giden yol üzerindeki dükkânların vitrinleri ve önünde uzanan kaldırımlar, birbirine bağlı yüzlerce adımı aynı anda taşıyor. Hâlâ yolculuk yaptığına kendini inandırmak isteyenler, evrenin sonsuz boşluğunda bir arpa boyu mesafe alamıyor. Adeta bir kürkçü dükkânı Paulstadt; ayrılanlar, yıllar sonra buraya bir şekilde geri dönüyorlar. Öyle ya, öz yurdunda ölmek gibisi yok; fakat birçok hesaplaşma, kaçınılan pek çok karşılaşma tüm sıcaklığıyla gideni bekliyor. Kimi zaman bir baba, kimi zaman Tanrı, bazen de elleri her şeyden pürüzsüz ve yumuşak eski bir sevgili… Velhasıl, dünya batsa da yağmurlar dinmiyor; koca bir kadın, düşünde hâlâ annesiyle babasının ortasında yatıyor… Ama çocukluğun o küçük krallığına öyle kolay geri dönülmüyor.
Küçük bir kasabada yaşıyorsanız, ilişkiler bir türlü bitemiyor. İnsan, yalnızlıktan, ölümden sakınır gibi inatla sakınıyor. Öfke, insan boyunu aşınca, bir zihne neler sığıyor: “Anne ve babanın sırlarını öğrenip isimsiz mektuplarla halka yaymak. Pazar yoluna, matematik hocası bisikletiyle geçerken kafasını koparacak ince bir tel germek. Çeşitli binaları havaya uçurmak. O kadını terk edebilmek için geri kazanmak. Belediye binasının önünde kendimi yakmak. Babamın gözlerini oymak. Annemi doğramak. İntikamdan vazgeçmek ve böylece düşmanı iyilikle ve ruh asaletiyle utandırmak ve kendi kötülüğünün bataklığında yapayalnız bırakmak.”
Tanrı katında herkesin adı insan. Tanrı’nın sofrasında beyaz örtü serili her zaman. Fakat bir rahip, alevi, örtünün uçlarına tutuyor, örtü ateş alıyor. Kilisenin içindeki serin esinti, alevleri hızla yükseltiyor. Önce haç tutuşuyor, sonra İsa… Bir Türk tesisatçı, araya girip Kâbe’nin yönünü hatırlatıyor. Mekke nasılsa her yerde, diyenler, patates çuvallarıyla dolu tozlu bir depoda inandığı Tanrı’sına secde ediyor. Yine de akılda bir soru kalıyor: “Kızgın küller teninizi yakarken, Tanrı’yı gördünüz mü, Sayın Rahip?”
Tıpkı insanlar gibi, hikâyeler de döne dolaşa birbirini buluyor. Pek çok anlatıcısı olan, fakat buna rağmen akıcılığından bir an bile ödün vermeyip hız kesmeden güçlü finaline yürüyen roman, sakin ve kendinden emin anlatımıyla Türkiyeli okurun beğenisi kazanacak gibi duruyor. Çünkü biz iyi hikâyeleri severiz ve Toprak romanı, yazarının başarılı bir hikâye anlatıcısı olduğunu her satırında müjdeliyor. Timaş etiketiyle raflarda yerini alan kitabın çevirmeni Regaip Minareci. İyi okumalar…
