Göksu N. ÇAKIR: Ahmet Haşimi’nin poetik tutumunuzu belirlemedeki yerinin yanı sıra hayatınızda edindiği yeri ve bunun günlük yaşamınızdaki karşılıkları hakkında neler söylemek istersiniz?
Murat BATMANKAYA: Ahmet Haşimi benim sanal medyada kullandığım bir müstear… Hemen anlaşılacağı gibi Ahmet Haşim’in mütevazı bir saygı duruşu denemesi… Ve biraz da onun arkasına sığınma, saklanma çabası! Bir yayınevinin sahibi yahut yönetmeni olunca kapınızı çalan çok oluyor. Bazen de bu kapınızı çalanlar tanıdığınız çıkıyor ve onların eserlerini ret ettiğinizde çok çabuk kırılabiliyorlar. Ama öte yandan da sanal medyadan uzak duramıyorsunuz. Sanal medya bir tür iletişim aracı… Hem yapıp ettiklerinizi sergileme hem de başkalarının ne yaptıklarını takip etme aracı. Bu nedenle Ahmet Haşimi’yi kullanıyorum. Ahmet Haşimi, Murat Batmankaya’dan neredeyse bağımsız bir kimlik artık. Huysuzluğuyla nam saldı. Dilimizi hatalı kullananlara ilişkin eleştirileriyle sevilen, bir yandan da korkulan bir karaktere dönüştü. Bu ne kadar benim, inanın bilemiyorum.
G.N.Ç: “Şenayi” kitabınızı bir bütün olarak değerlendirdiğimizde simgesel derinliği olan şiirler yazdığınızı görüyoruz. Şiirlerinizin başlıkları genellikle Osmanlıca, İngilizce ve felsefi kavramları içeriyor. Ayrıca bazı şiirlerinizin satırlarını ortadan ikiye bölerek dizelere farklı anlamlar yüklüyorsunuz. Şiirlerinizdeki bu biçimsel farklılıktan bize kısaca bahseder misiniz?
M. B: Kişinin kendinden, yapıp ettiklerinden bahsetmesi fevkalade zor… Ve bu ne kadar doğru, tartışılır. Hani derler ya, terzi kendi söküğünü dikemez diye. Sanki buna benzer bir durum… Yine de kaba ve çocukça bir resim çizeyim: Yazmaya çalıştığım şiir, geleneğimize eklenmek isteyen bir şiir. Var olan bir zincirin ara halkalarından biri belki de… Ne kadar başarılı, eksikleri ne, on yıl sonra ondan geriye bir şey kalır mı? Hiç bilmiyorum. Çok çağrışımlı, çok katlı, resme ve müziğe yakın bir şey arıyorum. Bu “şey”i ne kadar az sözcükle yazabilirsem, o kadar hoşnut kalacağım… Bazen aradığım şeye yaklaştığımı hissediyorum. Gel gör ki, çoğu kere uzağına düştüğümü de biliyorum.
Şiir isimlerinin genelde tek sözcükten oluşması, bilinçli bir tercih değil, daha çok tesadüf… O sözcük bir anahtar… Oyuna davet! Okur, isterse ezip büker o anahtarı, isterse uygun bulduğu bir kapıda, bir kilitte dener… Belki de elindeki anahtara yeni dişler, yivler ekler; belli mi olur… Şairin okura müdahalesini doğru bulmuyorum. Bir kez gün yüzüne çıkmış, okurla buluşmuş şiir, artık kendi ayakları üzerinde durmalıdır. Okur, varsaydığım bir iskeleti de etlendirebilir, ona yeni kıyafetler de dikebilir. Değersiz bulup çöpe de atabilir. Yeter ki zahmete değer bulsun.
G.N.Ç: “Galibala” kitabınızla 2000 yılında Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü’nü aldınız. 2004 yılında çıktı kitabınız. Bir de 2015 yılında “Şenayi” kitabını çıkardınız. Ancak kitaplarınızı araştırdığımda, edebiyatın başka dallarında da ürün verdiğinizi gördüm. Çeviri kitaplarınız var. Deneme kitaplarınızın var. Yanı sıra muhabirlik ve editörlük yapmışsınız. Murat Aksoy müstearıyla biyografik romanlar, çocuk kitapları yazmışsınız. Bu bağlamda kendinizi edebiyatın hangi alanına daha yakın buluyorsunuz?
M. B: Geçenlerde Thomas Bernhard’ın bir söyleşisini izledim. Diyor ki Bernhard: “Ben yazar değilim, yazan biriyim.” Eh, üç aşağı beş yukarı ben de böyle biriyim. İçimde sanki birden fazla kişi var ve bu kişilerin her biri bir şekilde söz almak istiyor. Ben de onların isyanlarına, itirazlarına saygı duyuyorum ve uygun bir zemin bulduğumda da filizlenmelerine müsaade ediyorum. Kimileri uzun soluklu oluyor, kimleri ise doğar doğmaz ölüyor. Mesela, tiyatro eleştirmeni olduğu ideasıyla Gazete Pazar’da yazılar yazan Mehmet Batman, kısa sürede –bir yıl, bir buçuk yıl gibi- camiadan çekildi. Bir başkası, Mehmet Dürser mesela, Türkiye’nin en hacimli bulmaca sözlüğünü hazırladı. Gel gör ki tek kitapla kaldı. Daha sonra haklarını bir televizyon kanalında yayımlanan yarışma programının yapımcılarına sattı. O satışla birlikte kayıplara karıştı.
Oyunları seviyorum, demiştim; bir tanesini açıklayayım hemencecik: Yaklaşık yüz esere imza atan Murat Aksoy’un eşi de yazar: Sevinç Aksoy. Üstelik o, edebiyatın hayli dışında bir alana ilgi duyuyor. Ezoterizme meraklı… Muhtemelen en hacimli, en ayrıntılı Rüya Yorumları Ansiklopedisi onun… Burçlar Kitabı da keza öyle… İkisini de vaktiyle Omega Yayınları bastı. O kadar çok iltifat gördü ki… Sabah gazetesi iki gün üst üste tam sayfa röportaj yayımladı onunla yapılmış… Sonra Milliyet gazetesi onun eserlerini promosyon olarak dağıttı. Demem o ki, kimin ne zaman öne geçeceğini bilemiyorum, ama şunu biliyorum: İçlerinde en mahcubu, söz almaya en gönülsüzü, hatta en tembeli Murat Batmankaya.
G.N.Ç: Otuz bir şiirden oluşan “Şenayi”, 1988-2004 yılları arasında yazdığınız şiirler ibaret. Kitap ismini içindeki Şenayi şiirinden aldığını görüyoruz. Şenayi imgesi neyi vurguluyor?
M. B: “Şenayi nedir?” Eğer kitap bir kavram, bir imge, bir ses vs. olarak okura ulaşıyor ve onda herhangi bir his uyandırıyorsa ne âlâ… Biraz da aranan bu sanki… Ben size şimdi, Arapçada şu anlama geliyor, desem, olasılık ki hayal kırıklığına uğrayacaksınız. O sözcüğe yüklediğiniz kişisel anlam uçup gidecek… Büyü bozulacak… Oyun bitecek! Bu sebeple bilginin eserden kalmasını tercih ediyorum.
Size bir paradoks söyleyeyim müsaadenizle: Attilâ İlhan’ın şiir kitaplarının arkasına eklediği Meraklısı İçin Notlar’a bayılır, keyif arak okurdum. Ama benzeri bir şeyi “Şenayi” için yapmayı ayıp sayarım. Okura, onun yaratıcı imgelemine hakaret sayarım.
Sonuçta şiirin izaha ihtiyacı yoktur!
G.N.Ç: “Geçmiş Zaman Tesellileri” adlı deneme kitabınızda unutulmuş şairler, yazarlar hakkında yazılar yazdınız. Bunlardan özellikle dikkatimi çeken, ‘Ömür Adında Küçük Bir Kitap’ bölümündeki zamanın edebiyat ortamında pek de değeri bilinmeyen ya da önemsenmeyen şairlere değiniyorsunuz. Bunlardan biri çok genç yaşta ölen Halit Asım. Yine aynı bölümde, “Çünkü bu memlekette çamur atmak, karalamak, üstünü çizmek, görmezlikten gelmek geçer akçedir. Emeğe ve bilgiye dayanan şeyler ise tu taka…” diyorsunuz. Bu söylemlerinize dayanarak sormak istiyorum size, ülkemizdeki bugünkü edebiyat ortamını nasıl buluyorsunuz? Size göre yapılan yanlışlıklar nelerdir?
M. B: ‘Artık edebiyat ortamı diye bir şey yok’ desem, inanır mısınız bana… Artık eser odaklı konuşmuyoruz, şahıs odaklı konuşuyoruz. Şahısların ne yediğiyle, nerede yediğiyle, kiminle yediğiyle ilgiliyiz zira… Ayda ne kadar kazandığıyla, kullandığı arabanın markasıyla, makamı ve dostlarıyla ilgiliyiz… Adının önüne gelen sıfatlarla biraz da… Bir çırpıda söyleyebilir misiniz bana, son okuduğunuz eleştiri kitabının adını? Bir çırpıda, hemen şuracıkta, kaç eleştirmenin adını sayabilirsiniz? En iyi ihtimalle aklınıza Nurdan Gürbilek gelecektir. Belki Orhan Kolçak, belki Asım Bezirci… Olasılık ki on kişi bile gelmez çoğumuzun aklına…
Öte yandan…Eskiden şair de, yazar da, rüştünü dergilerde ispatlardı. Varlık bir kıbleydi. Yeditepe, Adam Sanat vs. Hatta bazı şiir akımları böyle dergiler aracılığıyla çıkardı; Servet-i Fünuncular, Hisarcılar gibi… Şimdi görüyoruz ki dergiler böylesi bir ortam vadetmiyor. Kitabınızın yayımlanması için dergi süzgecine artık ihtiyaç duyulmuyor. Hele hele internetten sonra iş cılkından çıktı, bütün vidalar gevşedi. Teknolojiyle arası iyi olan herkes şair, herkes yazar… Ve bugünün çocukları neredeyse Macbook ile geliyorlar dünyaya… Hâlbuki eskiden şöyleydi: Kişi kendine şair demeye utanırdı. Ancak muteber biri size bu sıfatı layık görür ise siz şair olurdunuz.
Kayıplar listesine şunu da ekleyebiliriz: Usta-çırak ilişkisi… Doğuştan şairlerin olduğu bir dünyada “usta” kim olabilir ki…
G.N.Ç: Bir şaire mektup yazmanız istense bu hangi şair olurdu? Mektupta ne yazardınız?
M. B: Ahmet Haşim olurdu. Ve “Sayende yazdıklarımın hiçbirini beğenemez oldum. Reva mı bu şimdi?” derdim. Sonra eğilip kulağına fısıldardım: “Hakkını helal et! Çok çalıp çırpıyorum senden…”
G.N.Ç: Günümüz şiirinde eskiyen ayarlar var mıdır, varsa bu ayarları nasıl değiştirmeliyiz?
M. B: Üniversitedeyken Ahmet Telli’nin Gima’nın arkasında, pasaj merdivenin altında bir dükkânı vardı. Sık giderdim. Ayaküstü konuşurduk. Metin Altıok, Ahmet Erhan da gelirdi oraya. Hiç unutmam, birgün Ahmet Telli demişti ki bana: “Murat, biliyor musun, dergileri elime aldığımda önce yazıları okuyorum artık, en son şiirleri…” O zamanlar, şiir yazma hevesinde biri olarak, bunu işittiğimde çok şaşırmıştım. Bir şair nasıl olur da şiirleri en son okur, diye düşünmüştüm. Aradan yıllar geçti ve şimdi bakıyorum da onun gibiyim ben de: Hangi dergi olursa olsun, en son şiirleri okuyorum!
Hani AVM’ye gittiğinizde, çocukların biraz oyalansın diye bırakıldığı top havuzları vardır ya; işte o top havuzuna atılmış bir çeyrek altın gibidir iyi şiir… Ona ulaşmak için pek çok topu kenara yahut havuz dışına atmanız gerekir. Bu sebeple bildiğim şairlere öncelik veriyorum. Yenilere de kapılarımı nadiren açıyorum. Bunu övünçle değil, üzülerek söylüyorum. Ve bu kusuru içtenlikle kabul ediyorum.
Ama güfte yazar gibi şiir yazanları, bir gecede oturup beş şiir bitirenleri anlamakta güçlük çekiyor, onları sevmemekte kendimi haklı buluyorum. Şiirin mimarisini, musikisini tasa etmeyenlerle nasıl uzlaşılır, henüz bilmiyorum. Aruz ve hece bilmeyen, şiirde neyi bildiğini iddia edebilir, onu da bilmiyorum.
Yıllar önceydi; bir hanım kızımıza ödül verilmişti. Kendisiyle ayaküstü konuşma fırsatım olmuştu. Kimleri okuyorsunuz, diye sorduğumda bana yanıtı şu olmuştu: “Etkilenmemek için kimseyi okumuyorum.” Miladı kendilerinden başlatanlarla anlaşamıyorum.
G.N.Ç: Şiir ve deneme kitaplarınızda Türk edebiyatından Şeyh Galip, Mehmet Rauf, Tevfik Fikret, Yahya Kemal Beyatlı, Sadi-i Şirazi, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi isimleri görüyoruz. Neden?
M. B: İnsan sevdiğinden bir an dahi olsa, uzaklaşmak ister mi? Bu sebeple hep yanımda, yöremde, dilimde tutuyorum adlarını… Eserlerini…
Yıllarca şiir olduğu vehmiyle yazdım, hâlâ da yazmaktayım, ama kendime şair demeye utanırım. İtiraf etmek gerekirse de yazdıklarımın yarına kalacağı kanaatinde değilim. Ama yine de insan susturamıyor kendini… Mademki dedim, bir ada, bir kale olamayacağım, hiç değilse o adaya çıkmak, o kaleye girmek isteyenlere pusula olayım, köprü olayım, avunayım… Bu düşünceyle denemeler yazdım. Yazarken de fark ettim ki, genellikle bize işaret edilenleri okuyoruz. Oysa niceleri var unutulup giden… Acaba hatırlanmalarını sağlayabilir miyim, diye düşündüm. İşte “Geçmiş Zaman Tesellileri” böyle çıktı ortaya… Varlık dergisi sayfalarını açtı. Geçmiş Zaman Tesellileri’nin ilkleri orada yayımlandı. Sonrasında da Radikal Kitap’ta…Ama az, ama çok, belli bir kitleye ulaştı.
Bir başka sebep de şu: Bugünün insanı, pek kırılgan, pek hassas… Samimi düşüncemi merak edip, imzaladıkları kitabı gönderiyorlar. Siz dürüstçe düşüncenizi açıkladığınızda ise selamı sabahı kesip yüzünüze bakmıyorlar. Müspet de olsa, menfi de olsa kimsenin eleştiriye tahammülü yok. Kendilerine yönelik hakaret olarak algılıyorlar bunu. Baktım olacak gibi değil, unutulmuş yahut kıyıda köşede kalmışları yazdım Geçmiş Zaman Tesellileri’nde. Böylelikle kimse, hakkımda yazmıyorsun, diyemiyor. Çünkü ben ölmüşleri yazıyorum…
G.N.Ç: Şiir hayatın tercümesi midir?
M. B: Bazen öyledir, bazen değildir. Olması gerekmez. Olursa da kimseye zarar vermez. Şiir açıklanabilen bir şey değildir zira… Bilimsel bir yanı da yoktur. (Edebiyatı bilim olarak görenler kızacaktır muhtemelen) Bilimde iki kere iki genellikle dört eder. Ancak şiirde böylesine kesin, mutlak bir sonuca ulaşmak mümkün değildir. Bu sebeple ‘hayatı ne kadar tercüme ediyor ya da etmiyor’dan ziyade, bende hangi duygulara denk geliyor, hangi yıkımlara yol açıyor, neyi yeniden inşa ediyor, ona bakmayı daha doğru buluyorum.
G.N.Ç: Bir denemenizde Edip Cansever’in Ruhi Bey şiir kahramanı için, “Cansever şiir kişilerinin kimliğine bürünüyor elbette… Lakin bu çoklu kimliğin parmak izleri yok. Yani bir kimlikten ötekine geçerken, terk ettiğinden bir şey taşımıyor ötekine… Ve her girdiği tene, o tenin ruhunu üflüyor,” diyorsunuz. Gerçekten de şiiri sahici kılan şairin şiir kahramanının ruhuna üflemesinden mi geçiyor?
M. B: Şair ile şiir kişisini ayırmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Şiir kişisi meczup olabilir, mecnun olabilir, mendebur olabilir… Ama şair molladır belki, belki de ev kuşu… Mühim olan, şairin şiir kişisine uygun ruhu üflemesidir! Ayrıca böyle bir ruha hiç ihtiyaç bile olmayabilir. O durumda da nefesi kendisine saklamayı bilendir şair. Sonuçta, “hikâye”si yoktur her şiirin…
G.N.Ç: Yazarlık hayatınız boyunca öğrendiğiniz en büyük hayat tecrübeniz nedir?
M. B: Gençtim. Güneş gazetesinin açmış olduğu şiir yarışmasına katılmıştım. Gönderdiğim şiir 23 Nisan’da yayımlanmıştı. Böyle anlamlı bir tarihte yayımlanınca birinci olacağım vehmine kapılmıştım. Mansiyon aldım. Bir de boyumu Varlık’ta denemek istedim. Gönderdiğim şiir yayımlanmadı. Hatta Enver Ercan, ‘Yazdıkların ne çocukça ne de çocuksu. Sen bu işi bırak’ dedi. Ben de telkinine uyup şiiri bıraktım 6 yıl kadar… Sonra bir gün Ramis Dara aradı. Yeni Biçem için yazı ve şiir istedi. Derken Hüseyin Cahit Kerse aradı. Altın Portakal’a davet etti. Aradan zaman geçti. Ve ben Varlık’ta yazan biri oldum. Nihayetinde Altın Portakal Şiir Ödülü jürisinde yer aldım. Hayat tecrübesi dediğimiz şey işte bu sanki…
Türk edebiyatına katkılarınızdan dolayı ve bu güzel söyleşi için size çok teşekkür ederim.
Estağfurullah… “Katkı” değil de bir “iç dökme” diyelim isterseniz. Ve ben teşekkür ederim. Zahmet edip kitapları okuduğunuz, türlü bahanelerle ötelemelerimi umursamayıp sorularınızı sorduğunuz için…