MUSTAFA SEZER
“Yaşadığımız bu dünyanın cehennem olmadığını kanıtla?” diye soruyor “Ölü” öyküsünde Berber Halil.
Özgür Çırak’ın “Sıcacık Bir Ev”inin arka kapağında; kitabın tanıtımına dair kısa yazı, bu yukarıdaki cümleyle başlıyor. Kitabın ve Özgür Çırak’ın yaşam öyküsü dışında tanıtımına… Haliyle de düşünüyor insan: “Evet, aslında burası cehennem. Burası cehennem de; cehennemin neresindeyim şu an?”. İnsanız! İnsanız ve bir biçimde hareket halindeyiz. Oturduğumuz yerde bile bir hareket halindeyiz ki; elimizdeki cep telefonu dahi, gözümüze gözümüze sokuyor dünyayı. İster oturduğumuz yerden olsun, ister bir biçimde dolaşarak; evler, sokaklar, kentler, ülkeler ve kıtalarla dünyayı görüyoruz. Sürekli kadın ya da erkek olmayıp da kendisini başkaca tarif eden birilerini, aileleri, toplumları ve sokaktaki insanla yöneticileri görüyoruz bir de? Bunlar ister içinde bulunduğumuz cehennemi bize yaşatan olsun, isterse bizimle bu cehennemi yaşayan; Yaşar Kemal’in dediğince, tek tek roman olmayı çoktan hak etmiş kimlikler!

İnsan suretinde ve mutlaka bir şeyleri cehenneme çeviren kimlikleri öykülerinde ele alıyor Özgür Çırak. Bu cehennem kavramı yerine göre devamlılık gösterebiliyor; kâh bir hamburgercide kâh bir inşaatta. Bazen bir rafineri ya da Tarlabaşı’nda dört katlı, kâgir ama kapısıyla penceresi dökülen bir apartman bu cehennem. Aslına bakarsanız Günter Wallraff’ın “En Alttakiler”ini okuduktan hatta ondan da birkaç yıl öncesinden beri hamburgercilere soğuk bakarım ama Özgür Çırak; sorunun sadece hamburgercilerden ibaret olmadığını ispatladı yüreklere su serpmek istercesine. Halim Bey gibileri iyi bilirim ve durduğum yer hep Rana ile Cahit’lerin yanıdır. Sonra, nedense birden, Bekir Yıldız geliveriyor aklıma? Onun öykülerinden birinde; tavuklara daha fazla yumurtlamaları için, nasıl ışık işkencesi yapıldığını anımsıyorum aniden. Hamburgerci çalışanları bu cehennemin neresinde diye sormak istiyorum; tam kalbinde demek geliyor içimden.
Özgür Çırak’ın “Sıcacık Bir Ev”ini masaya yatırırken; içinden birkaç öykü seçip, onlar üzerine yoğunlaşmam da mümkündü, ancak seksen yedi sayfalık on iki öykünün her biri, beni derinden sarstı. Böyle bir ayrım yapmamın hem zor hem de haksızlık olacağına inandım. Bu zorluk kitabı bitirdikten sonra ortaya çıkmadı. Her paragrafta okuru biraz daha içine alan kitabın yarattığı bütünlük etkileyici… Evet, Sıradan Bir İş Günü, Ölü, Taşeron, Sıcacık Bir Ev, Koku ve Son Akşam Yemeği içime en çok işleyen öykülerdi ancak kitabın tamamına baktığımda; diğerlerinin de yabana atılır olmadığını fark ediyor insan. Zira anormallik yahut cehennem; adı her neyse, sadece tersanelerde, inşaatlarda, hamburgerci ya da Tarlabaşı’nın normal bir insanın gündüz bile dolaşmaktan korkacağı sokaklarında yaşanmıyor ki? Alın Akvaryum’u; yine saçmalığın dibine vurmuş, hayattan nedense hiçbir beklentisi olmayan insanların üçüncü sayfalık hâl ve hareketleri. Ya Beyhude Şiir’e ne demeli; ne yapıyor ve neyin kafasını yaşıyoruz toplumun çoğunluğu olarak hem de anbean? Yosun, örneğin; sanki Girgin abi’ler çok mu normal ki, faturayı hemen Naim’e kesiyoruz? Sayfalarla didiştiğimin farkındayım…
Özgür Çırak da fark etsin istiyorum. 2019 yılında Notabene Yayıncılık tarafından baskısı gerçekleştirilen seksen yedi sayfalık bu on iki öyküde, zaman zaman insanı incitebilecek gerçeklikten taviz vermemiş hiç. Buna alışkın bir nesli geride bıraktık. Bugünün buna yabancı insanları durumu garip karşılayabilir. Her Allah’ın günü basının ve bilhassa televizyondaki magazin kanallarının üçüncü sayfasından takip etmek zorunda kaldığımız ve ne gariptir ki artık iyiden iyiye de kanıksayıp tepki göstermediğimiz olayların, insanların ve cümle cehennemin; öyküyle de kitaplaşıp yüzümüze vurulması gerekiyordu artık!

Konuşulan argoyu, çaresizliği ve tüm insani kaygılarla saçmalıkları; gayet güzel yansıtmış Özgür ve Notabene’nin de bunu görüp kendisiyle tanışmamızı sağlaması, her iki taraf için de ayrı bir kazanç! Ne yazık ki cehennemi hamburgerci, tersane, inşaat, Tarlabaşı’nın bize şimdilik yabancı gelen sokaklarıyla Fatma’nın anneyle babasının evinde yaşamaya devam ediyoruz. Akın’ı başka bir kadına kaptıran Melodi, bir taraftan tıka basa çikolata yerken; diğer yandan başkalarınca hazırlanmış ve insan sinirini altüst eden videoları izliyor. Vivaldi’yle ceylanı parçalayan aslanı peş peşe izlemekte beis görmüyor kendisi ama çok şükür ki şimdilik; kafa kesen cihatçıyı kabul etmiyor. Tarlabaşı’nda güzel şeylerin de olabileceğini ve güzel insanların orada da yaşayabileceğini öğreniyoruz ama? Halim Bey gibiler Rana ile Cahit’e yine emir yağdırıyor ve inşaatlarında bu coğrafyanın; Berber Halil’lere yazının başındaki soruyu sordurtan “Ölü”ler yatıyor orta yerde. Sağ ceplerinden bu kez Samsun değil de, büyük olasılıkla bir Amerikan sigarasının göründüğü…
Her geçen gün daha çok yaşıyoruz cehennemi. Dünya bir cehennem artık… Ne Allah’a, ne ahirete ve ne de artık mecazî bir kimliğe bürünmüş öbür cehenneme gerek var? Özgür Çırak, belli ki bu konuda daha çok yazacak; yazmak zorunda kalacak! Şimdilik başka bir temennide bulunamıyorum bu cehennemde…