“Fakat kim öldürebilir ki şiiri! Şiir kedi gibi yedi canlıdır. İşkence ederler, sokaklarda sürüklerler, üstüne tükürürler, alay ederler, etrafını dört duvarla çevirirler, sürgüne yollarlar fakat o bütün bunları yaşar, sonunda tertemiz bir yüzle ve gülümseyerek yeniden ortaya çıkar.” diyor Neruda. Günümüzün şartlarını sosyal medya, şiir atölyeleri ya da postmodern eğilim gibi güncel yönelimleri göz önünde tutarak cevaplarsanız yaşadığımız çağda şiirin ölümüne sebep olabilecek gerekçeler hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Neruda’nın sözleri, bence çift başlılık içeriyor. Özünde redler içeren şiire yönelik hegemonik baskının sadece sınırlandırma, engelleme ile sınırlı kalmayıp, aynı zamanda ayağa düşürme ve itibarsızlaştırma yöntemlerini de kullandığını ima ediyor. Şiir günümüzde eskisi kadar yasal kovuşutramalara uğramıyor, buna karşılık / ve çünkü ikinci yöntem artık ağır basmakta ve şiir bu yolla etkisizleştirilmek istenmekte. Bu konuları, “Şiir: Üretici Etkinlik” kitabımda topladığım yazıların çoğunda, uzun boylu tartışmışımdır. Kendi bakış açımdan, bağlamın çerçevesini edebiyatta modernlik ile, modernizm ve postmodernizmin farklı olgular olduğunu anımsatarak çizmiştim. Kaldı ki “modernlik” kavramının da tek başına açıklayıcı olamadığını eklemiştim. Modernizm, biçimi, dili ve yenilikleri öne sürerek, özne olarak onları sunarak, gerçek öznesini gizleyen bir tutumdur. “Edebiyatın araçlaştırılmasına karşı çıkmak” gerekçesine sığınarak yapar bunu. Aslında edebiyat insan odaklıdır ve tüm edebiyat eserleri, insanlık hallerinin şu ya da bu konumuna gönderme yapar, yani her edebiyat anlayışı aynı zamanda edebiyatı araçlaştırır. Modernist edebiyatın saklı tutulan gerçek öznesi de, üretim biçiminin yaşantı üzerindeki etkilerini tam çözememiş, çözebilse de aşamayan, tekilleşmiş, duruma göre eziklik ile üstünlük duyguları arasında savrulan bir toplumsal kesim. Aradıkları da, tekilliklerine, yalnızlıklarına, yönsüz duygularına “tercüman” olabilen, uçu açık, belirsizliği yöntem seçmiş, “dünyaya atılmışlık” inancına terapi etkisi yaptığı sanılan metinler. Modernizmin yenilik fetişizmi de üretim biçiminden arınık değil. Kapitalizmin, rekabet ortamında yeniliklerden rant elde ettiği ve ayrıca tüketimi pompalamak adına moda olgusuna büyük önem verdiği, herkesin bildiği basit gerçekler. Bütün bunları tümel bir çerçevede düşünürsek, modernist edebiyatın öznesini saklaması ve özne olarak tekniği, yenilikleri, dili öne sürmesi anlaşılır olmaktadır. Modernist edebiyat, hiç bir zaman orta sınıfın ölçüleriyle hayata baktığını, bu sınıf adına edebiyatı araçlaştırdığını söyleyemez. Çünkü toplumun ezilen-sömürülen kesimlerinden yana olmanın itibari değeri vardır ama orta sınıftan yana olmanın hiç bir itibari değeri yoktur. Modernizm, orta sınıfların sınıfsal olarak bulamadığı itibarı, “edebi üstünlük” ile sağlama çabasıdır, o yüzden gerçek öznesini gizleyerek, biçimi ve dilsel olguları özne kılması bundandır. Yapısalcılık ve onun sözde “loji”leşmiş biçimi semiyoloji, bizdeki tuhaf adıyla göstergebilim, orta sınıfın ağırlığını oluşturan akademisyenler eliyle yaygınlık kazanmıştır. Kendi özgül kimliği olan edebiyatı gerilere iterek ve herşeyi dile indirgeyerek, asıl “postmodernizm”e lojistik destek sağlamıştır. Yapısalcı / göstergeci yaklaşımın dilsel her olguyu eşit görerek, ideolojinin ve tarihselliğin değerler sistemini “metin dışı” ilan ederek yaptıkları ile, postmodernizmin düzeyleri eşitleyen, başka deyişle düzeysizliğe eşitlik tanıyan yaklaşımı birbirinden farklı değildir, birbirinin uzantısıdır. Her çeşit keyfiliği ve kuralsızlığı kutsamak gibi felsefi ve siyasal çıkmaları da var. Sosyal medya da, konumu itibarıyla, bir açıdan bu anlayışa kolaylıkla zemin olmuş, başka bir açıdan da işin varacağı yeri göstermiştir. Dün keyfiliği, kuralsızlığı, belirsizliği savunanlar, bugün bu kaosa bakarak, ilmeği nereden nasıl yakalayabilecekleri derdine düşmüş görünüyorlar. Neruda’nın andığınız sözleri, aslında şiirin değerler sisteminin kalıcılığına, gerçek şiirin insan merkezli ve modalar üstü niteliğine vurgudur.
Orhan Koçak “Bahisleri Yükseltmek”adlı kitabında Turgut Uyar’ın başarısızlığı ve yenilgiyi yüceltmesinden bahseder. Werner Hamacher’den bir alıntı yapar: “ Başarısızlık genellikle modernliğin ve özellikle de modern edebiyatın temel figürlerinden biri sayılmıştır. Modernlik kendini eskinin çöküşünde tanıyıp kavradığı için başarısızlığı kendi ilkesi haline getirmelidir. Modernlik modern kalabilmek için yenilgiye uğramak zorundadır.” Tam da bu noktada “Yeniyi yaratan eskinin çöküşüdür” ifadesinden hareketle sormak istiyorum: Son dönemin verimlerine bakıldığında yeni bir şiir arayışı gözünüze çarpıyor mu? Biçim ve içerik açısından değişen bir şeyler olduğunu düşünüyor musunuz? Deneysel metotlar lirik şiirin rol değişkeni midir?
Hamacher’in başarısızlığı kutsayan ve modernliğin temeli sayan sözleri, postmodern döneme özgü ve sonsuz çeşitlemeleri olan, olguları “olumsuz” kavramlarla niteleyerek, “açık uçlu” kılarak, bu konuda bulunan her boşluğu doldurmaya çalışarak ve buna hem orijinallik, hem muhaliflik vehmederek, aslında gramerden medet umup daha önce yanyana düşmemiş kelimeleri yanyana düşürmeye çalışarak, bir çeşit meşruiyet sağlamak yönteminin bir başka örneği olmuş. Bu tür moda ifade biçimleri, aslında önceki soruya cevap verirken anımsattığım yaklaşımın, biraz da yenilik fetişizmini anımsatan örnekleri. İki temel toplumsal sınıf arasında sıkışıp kalan orta sınıfların genel ruh halidir çözümsüz kalmak, bir yandan da buna kılıf arayıp durmak, bunu “arayış” olarak kutsamak, yenilik olarak sunmak. Özellikle Avrupalı tuzu kuru akademisyenlere binlerce labirent sayfa yazdırmıştır bu tutum, bizde de örnekleri var. Deneysel metotlar da aynı durumun “teknik” görünüm almış hali değil midir? “Yeni bir şiir arayışı” kuşkusuz vardır, o yüzden şiirler yazılmaktadır. Ancak bu arayış, ortak anlayışlarda değil, tekil şiirlerde içkindir. On yılda bir akım icat etme dönemi bitmiş olabilir ya da her gün yeni bir akım icat etme dönemi yürürlükte olabilir, ancak şiirin “ezelden ebede” geçerli anlamları tüketmesi mümkün değildir.
Edip Cansever “ Kendimi yonta yonta dağılan bir mermerim.” diye tanımlamış kendini. Siz nasıl tanımlarsınız kendinizi?
Edip Cansever, bence yanlış tanımlamış kendisini. O, kendi kuşağının belki de biricik maraton koşucusudur, yüz metrecileri de bu nedenle kıskandırmıştır. Bu uzun soluklu koşuyu da, şiirin bir “inşa”, bir “praksis” oluşunu kavramış olmasına borçludur. Kısa erimde değeri yeterince anlaşılamamıştır. Kendisi de, aslında ömrü boyunca anlaşılamamaktan yakınmıştır. Şair, yapmak istediklerinin anlaşılamaması karşısında bazen dağılabilir. Sözlerini öyle algılıyorum. Dağılmamış, aşamalarla şiirini geliştirmiş, bütünlemiştir. Bana gelince, edebiyatın diğer alanlarındaki çalışmalarımın yanı sıra, bugüne kadar yedi (seçme şiirlerle birlikte sekiz) tane de şiir kitabım yayımlandı. Başarıp başaramadığıma karar vermek bana düşmez, soluğumu bir “maraton”a göre ayarlamak, benim de en azından ereğim olmuştur demekle yetiniyorum.