İsmet Kür’ü uzun zaman önce anılarını anlattığı, Yarısı Roman adlı kitabıyla tanımıştım. Anı türünün kendine has güzelliğiyle günlükleri, mektupları bir dönemi, tüm gerçekliğiyle kurmacadan uzak yansıtır. Şukufe Nihal, Halide Nusret, Suat Derviş gibi kendinden önceki yazarlarla kurduğu ilişki anlamını korurken, günümüz açısından da bir sorgulamayı bünyesinde taşır. Çağın bizi tekinsizce sarmaladığı bir kandırmaca evreninde, daha birine alışamadan, bir yenisini sahiplenme tutkumuz, çoklu rollerimiz… Kendimizi sonra başkalarını inandırma çabalarımız, tam gaz sürerken; Kür’ün satırlarında duraksamak, sorgulamak belki de bu yüzden bu kadar sahici geldi.
İsmet Kür, yazar, şair, gazeteci, araştırmacı kimliğinin dışında Cumhuriyetin ikinci kuşak öğretmenlerinden. Beş kuşak, yazar ve sanatçı bir aileden geliyor. Babası Avnullah Kazimi Bey’de gazeteci ve yazardır. Ablası, yazar, şair Halide Nusret Zorlutuna; kızları yazar Pınar Kür ve heykeltıraş Emine Işınsu; torunu tiyatro oyuncusu, Emrah Kolukısa’dır. Kür’ün, edebiyatla erken yaşlarda tanışmasında ablası Halide Nusret Zorlutuna’nın etkisi büyüktür. Aralarında on altı yaş vardır. Halide Nusret’e duyduğu hürmet, saygı bir döneme duyduğu algı ve bilinci de yansıtır. Evlerinde ekmekten çok edebiyatın olduğunu; Nâzım Hikmet, Vâlâ Nurettin, Suat Salih Asral gibi dönemin ünlü sanatçılarının evlerine gidip geldiğinden bahseder.
İsmet Kür inceleme, araştırma, radyo oyunları, tiyatro oyunları, öykü, şiir, roman, anı türlerinde edebiyata çok sayıda eser vermişse de çocuk yazınını daima farklı bir yere koyar. Onun eğitimci kimliği, çocuk hakları savunuculuğu, doğa-insan sevgisi bu zeminden hareketle alanda pek çok öncü çalışmayla varlık bulur.
1964’te Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan röportaj ve yazı dizileri 1968’e dek sürer. İsmet Kür’ün, çocuk tutukevlerini gezerek yaptığı incelemeleri ve çocuklarla yaptığı röportajlar, o dönem kamuoyunda oldukça ses getirir. Bu yıllar çocuk edebiyatına önemli eserler kazandırdığı zamanlara denk gelir. Önemli bir diğer çalışma, 1869-1928 yılları arasında yayımlanan çocuk dergilerini araştırıp incelemesidir. Çocuklara yönelik kaleme aldığı eserlerde eğitim meselesini çeşitli yönleriyle ele alır ve bunların çözümüyle ilgili de düşüncelerini ortaya koyar.
Yaşamı boyunca çocuklara, ailelere, kurumlara fayda sağlamaktan, geri durmayan, Kür’ün, yapmış olduğu inceleme ve araştırmalar içselliğini korur, slogan içermez, varlık anlayışıyla yol alır. M.Sadık Aslankara, Kitaplar Adası adlı köşesinde Kür’ün onca üretkenliğine, edebi çalışmalarının yeteri kadar yer bulmayışına dikkat çeker: “İsmet Kür, yalnız yazınımızda değil, çocuk yazınımızda da görece örtük kalmış bir yazarımız. Bugüne dek, başta çocuk gençlik romanı olmak üzere yirmi dolayında kitabı yayımlanmış Kür’ün. Bunun yanında bir önemli yanı daha var onun: Eylemliliği. Çünkü kuramcı, eğitimci olarak ciddi katkıları söz konusu alana. Anadolu aydınlanmasıyla birlikte ortaya çıkıp gelişen yazınımıza, bilim, düşünce dünyamıza sağlam, sağlam olduğu denli uzgörülü bir bakışla yaklaştı yazarımız. Buna koşut varlık gösteren çocuk yazınımızla tarihçesi üzerinde durduğu da söylenebilir onun.” (Cumhuriyet K. Eki/Kitaplar Adası, 13/01/2006)
1960’larda ilk kadın yazarların kültürel hareketlilikle verimliliklerini arttırdıkları, 1970’lerin sonuna kadar olan süreçte, kadınların yazınsal alanda ivme kazandığı, bir yandan da kendi kimlik arayışlarını sürdürdükleri dönemler. İsmet Kür’ün yazınsal kimliğinin örtük kalma nedenini düşünürken onun konuyla ilgili bir önceki kuşak kadın yazarlar için söyledikleri bu bağlamda anlamlı: “Dil zengini, dilimizi zenginleştiren güzelleştiren anlam katarak kullanan, okurlarına değerli alışkanlıklar kazandıran ilk dönem yazarlarına sosyal yaşamdaki yerlerini hatta adlarını bile unutturmak vefasızlıktan öte nankörlüktür. Suçun büyüğü yayıncılara aittir.” Hülya Argunşah’da 1970 ve sonrasında kadınların, edebiyatın tüketicisi olarak düşünüldüğünü ve yazdıklarının başlangıçtan itibaren bir „iç dökme‟ gibi algılandığını o nedenle ciddiye alınmadığını söyler. Oysa bildiğimiz bir şeydir bu coğrafyada kadın ve yazı söz konusu olduğunda kendini ortaya koymanın zorluğu. Kür, Neriman Ağaoğlu ile birlikte kendisiyle yaptığımız bir söyleşide konuya şöyle değinmişti: “Söz konusu Türkiye ise yazmak cumhuriyet öncesi kadın yazarlar için çok daha fazla şey ifade eder. Çok cesur bir kadınlık mücadelesini başlatan onlardır. Cumhuriyet sonrası kadın yazarlar, romancılar da sosyal olayları yoğun olarak yaşamış ve çoğu yazılarına da yansıtmışlardır. Bizim kuşak bir hayli karışık bu anlamda biraz da kısır bir kuşaktır. Bizim aramızda en iyi yazar olarak aklıma kalan Peride Celal’dir. Oysa zaman olarak biz çok verimli olabilirdik, olmalıydık da. Bir zamandan beri de kadını erkeği ile o kadar çoğaldılar ki… Umarım ilerisi için en çok satanlar değil, en iyi yazarlar seçilir.”
Yarısı Roman’a dönersek, İsmet Kür’ün anılarını belli bir kronoloji izlemeden yazdığını görürüz. Gelecek ve geçmişin çağrısı eş zamanlı hareket eder, kendini, yaşadıklarını, ülkede farklı dönemlere damgasını vuran olayları, olaylar hakkındaki düşüncelerini netlikle ifade etmekten kaçınmaz. Ama yine de insanın dünde kalan kendi ile bugünkü kendi nasıl buluşur, birlikte nereye kadar gider, nasıl anlaşır ve nasıl öğütür de ortaya böyle bir eser çıkarır gibi sorular aklıma takılıyor. Takılan şey sanırım cesaret; bir dönemin cesur kadınlarının sözlerini çekincesiz bir eylemlilikle yazıyla, yaşamıyla ortaya koyması. Yarısı Roman’da bu konuya şöyle değinir:
“Hayal ürünlerinin, gerçeklerden daha çekici olması doğaldır. Çünkü o zaman, endaze, anlatanın elidedir. Romanda olduğu gibi… Romanda yazar, kişilerle, olaylarla istediği gibi, istediği kadar oynar. Sıkıştığı zaman herhangi bir öğenin dozunu artırmak, eksiltmek de elindedir. Üstelik, olayların akışı, oturtulacağı yerler falanda önceden planlanmıştır… Oysa, anılarını namusluca anlatan kişinin böyle olanakları yoktur. Yazdıkları geçmişidir… Yani bir yerde çağrışımlar zinciridir. Benim şu yazdıklarımda olduğu gibi… Bir yazar neden anılarını yayımlar? Yaşamını çok ilginç ya da başkalarına ışık tutacak kadar önemli bulduğu için mi?.. Hayatının kimi bölümleriyle övünmek, başarılarını sergilemek?.. Sanmıyorum, bana kalırsa, tıpkı roman yazıp yayımlamak istediği gibi bir şeydir bu… yani, sebep aynıdır. Ancak, anı yayımlamak bir hayli cesaret ister… Aradaki fark sadece budur.” (syf.69)
Kür, tuttuğu günlüklerden de bahseder: “Gerçek şu ki karşımdaki ne hissederse etsin; ben, kendime ait sevmediğim olayları, olmamış saymak istiyorum… Ama bu kez günlüğümü yazarken böyle kaçamaklardan kurtulmuş buluyorum kendimi… Kusurlardan ya da yaptıklarımızın üstüne gitmekten kaçarak yaşamak, gerçek yaşamak olmaz. Mademki oturup iki destan yazdım tanımadığım bir kişiye, bu davranışımın, o günler için, bir nedeni, bir anlamı olsa gerek… Bir şeyleri paylaşmak ihtiyacı gibi… Yalnızlık, doyumsuzluk içinde olmak gibi… Yaşamımın çok renksiz, dayanamayacağım kadar tekdüze olması gibi… Şu sıralar günlük tutmaya başlamamın nedeni de yalnızlık, biraz da bir şeyler yazamadan duramamak değil mi?” (Yarısı Roman, Syf.59-60)
İsmet Kür’ün, yazınsal ve düşünsel dünyasını şekillendirirken, Halide Nusret, Şukufe Nihal, Suat Derviş, Naime Halid, Nezahat Somar gibi ilk dönem kadın yazarların yanı sıra Ruhi Su, Hamdi Aydınoğlu gibi dostlarıyla olan mektuplaşmaları da yer alır, Ruhi Su’ya 16 Ocak 1968’de yazdığı mektupta, şöyle seslenir:
“Hayırlar olsun, Ruhi dost, dün gece rüyamda seni ölmüş gördüm, görmedim, duydum. ‘Acısı içime çöktü’ derler ya, öyle oldu işte… O kadar ki, uyandıktan sonra da bu acıyı atamadım içimden. Kuzum ayağını denk al, sevgili Ruhi Su, sevgili can dost… Biliyor musun, sana bu kadar yandığım için sonradan mutluluk duydum. Bilirim, sen de böylesindir; .ben insanları sevdiğim müddetçe, sevdiğim kadar mutluyumdur. Ölümü içimi böyle yakacak bir dost, harika bir şey…” (syf.344)
Yazmanın en zor yanı kimine göre başlamak ya da başlayamamaktır. Ardında hissedilen endişe, ilk sözcükler, cümleler, yerine oturtamama gibi kaotik duygular her yazarı bir şekilde yoklar. İsmet Kür, tuttuğu günlüklerde yazma sürecine ilişkin duygularına şöyle yer verir:
“Tasarladığım romana başlayamadım. Belli ki kafamda… ya da nerede oluşuyorsa, yeterince oluşmamış… Er ya da geç, bir gün, aramızdaki kapalı pencerenin camını tıkırdatıp, “Hazırız, başlayabilirsin,” diyecektir. Yazacaklarımın oluşma biçimi gariptir biraz. Sanki içimde bilgisayarımsı bir şey var. Konuyu ve tipleri ana hatlarıyla çizip içimdeki bilgisayara veriyorum… Böylece, düşündüğümün farkında olmadan, düşünme, geliştirme süreci başlıyor. Yazmaya başladım mı da, rahat ve çabuk yazarım. Hemen hemen hiç değiştirmeden… Her çeşit yazı için böyledir. Takıldığım bir yer, beğenmediğim bir anlam olursa, kalkar gazete okur ya da herhangi bir işi yapmaya başlarım. Yeniden masaya döndüğümde, her şey yerli yerine oturmuştur.” (Syf.59-60)
“Kahramanlarıma reva gördüğüm her acıyı, en ince ayrıntılarına kadar, ben de onlarla birlikte yaşıyorum. Türkiye’de 12 Eylül dönemi ve bu dönemde hapishanelerde yaşananları konu alan Onuncu Sigara’nın kimi bölümlerini yazarken, 20’lerde dolaşan tansiyonumu, çok iyi üç hekimin ilaçları düşürememişti. Filiz Nayır söylemişti, Onuncu Sigara’yı okurken, ‘İsmet Kür’ün hapse girdiğini, işkence gördüğünü bilmiyordum,” demiş. Acıyı duymak, duyurmak için ille de yaşamış olmak gerekmiyor.”
Pınar Kür, Vatan Kitap’a yazdığı yazıda, annesini edebiyatta ve yaşamda farklı bir yere koyduğuna değinir: “Kendim çocukken onun çocuk olduğunu bilmiyordum. Çünkü o benim annemdi ve anneler, Zonguldak’ın kara-beyaz kışlarında kardan adam yapmak konusunda mahalle çocuklarıyla kartopu savaşına girişseler bile, büyük insanlardı. Gerektiğinde bizlere “Hadi artık, içeri,” demeyi akıl ettiklerinden çocuk olduklarını hemen anlayamazdık. Annem olmasının yanı sıra “Şair ve Radyo Yazarı”ydı. Evet, bugüne taşıyabildiğim ilk anılarıma göre, annemi edebiyat dünyasında böyle ilginç ve herkesten farklı bir yere oturtmuştum.”
Pınar Kür’ün, annesini Edebiyatta herkesten farklı bir yere oturtma duygusunun ağırlığı, İsmet Kür’ün anneliği dışında, hem yazınsal hem yaşamsal anlamda soluksuz gerçekleştirdiği çalışmaları, cesareti, netliği, enerjisi, renkli kişiliği ve sergilediği sanatçı duruşunun en yakın tanığı olması diye düşünüyorum.
Bazen bir yazarı, sanatçıyı tanımaya koyulduğunuzda, kendinizi de yeniden tanımaya başlarsınız. Unutmazsınız en çok ağaçları sonra bulutları seven o güzel kadını…
Kaynaklar:
- Zorlutuna, Halide N. Bir Devrin Romanı, Kültür Bak.Yay., Ankara, 1978
- Kür, İ., Yarısı Roman, Everest Yayınları, İstanbul, 2011
- Kür, İ., Onuncu Sigara, Varlık Yayınları, İstanbul, 2007.
- Türkiye’de Süreli Çocuk Yayınları, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kur.,Ankara, 1991
- Vatan Kitap Eki, 15 Şubat, 2012
- Dünden Bugünden Edebiyat Dergisi
- Cumhuriyet K. Eki/Kitaplar Adası, Aslankara, Sadık M.,13/01/2006)
- Yazı, Edebiyat Nöbeti’nin Kasım-Aralık 2018 tarihli sayısında yayımlanmıştır.