Göksu N. Çakır, Yazar Murat Gülsoy’la aksisanat için konuştu…
Göksu N. ÇAKIR- Arkadaşlarınızla birlikte 1992-2002 yılları arasında Hayalet Gemi dergisi çıkardınız. Bu dergide öykü, deneme türlerinde yazılarınız yayımlandı. İlk kitabınızı 1999 yılında Can Yayınları’ndan çıkardınız. 2001 yılı Sait Faik Hikâye Armağanı, “Bu Kitabı Çalın” adlı kitabınıza, 2004 yılı Yunus Nadi Roman Ödülü, “Bu Filmin Kötü Adamı Benim” adlı romanınıza, 2013 yılı Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü “Baba, Oğul ve Kutsal Roman” adlı romanınıza verildi. Bu başarılı edebiyatçı kimliğinizin yanında bir de akademisyen kimliğiniz var. Bütün bunların altından nasıl başarıyla çıkabiliyorsunuz?

Murat GÜLSOY – Bunu bir iltifat olarak alıyorum. Teşekkür ederim güzel sözleriniz için. Belki de cevap bekleyen bir soru değil bu, ama yine de kısaca şöyle söyleyebilirim: Hep sevdiğim işleri yapmaya çalıştım. Akademisyen olmak herhangi bir işte çalışmaktan çok farklıdır. Profesyonel tarafları olduğu kadar amatör yanları ağır basar. Bilmediğiniz konularla uğraşırsınız, yeni olanla, henüz keşfedilmemiş olanla. Üstelik bunları genç insanlarla beraber yaparsınız. Bu da insanı hep diri tutar. Heyecanlı bir iştir. Sanırım o yüzden ben yaptığım işleri hiç iş gibi görmedim. Yani ben hiç pazartesi sendromu yaşamadım.
G.N.Ç Birçok yazarda yazma merakı küçük yaşlarda başlar. Sizde yazma merakı nasıl ve nerede başladı, bize kısaca bahseder misiniz?
M.G Önce okumaktan büyülendim. Üniversiteye girdiğimde, 1984 yılında, okuma çizgim hızla derinleşti. Türk ve dünya edebiyatının önemli eserlerini peş peşe okudum. Kafka’dan Nazım’a, Borges’ten Oğuz Atay’a, Orwell’dan John Fowles’a uzanan renkli bir yelpaze. Bir süre sonra onların anlattıkları hikâyelerden çok bunları nasıl anlattıklarına dikkat eder oldum. Çocukken de kısa hikâyeler yazardım ancak üniversitede felsefi meraklarımla edebiyata ilgim kesişmeye başladı. Kurmacanın zihinsel bir işlev oluşu, dilin zihnimizi yapılandırışı hatta dünyayı kavrayışımızla ilişkileri üzerine düşünüyordum. Mühendisliği bitirince zihinsel süreçleri daha iyi öğrenmek için psikoloji bölümünde yüksek lisans yaptım. O sırada artık kurmaca yazarlığını ciddi olarak hayatımın içine almaya karar vermiştim. Tıpla mühendisliğin kesiştiği bir alan olan biyomedikal mühendisliğinde doktora yaparken bir yandan da arkadaşlarımla Hayalet Gemi’yi yüzdürmeye başladık. On yıl süren bu yayıncılık macerası bana çok şey kattı. Başkalarıyla iş yapabilmeyi öğrendim. Farklı bakış açılarının değerini kavradım. Farklı açılar derken sadece yayın kurulundaki arkadaşların görüşlerini kast etmiyorum, farklı disiplinleri okumak ve onlardan öğrenmekten söz ediyorum. Dergide kurmaca yazıların yanı sıra edebiyattan mimariye, fizikten sosyolojiye, yapay zekâdan bilim felsefesine çok geniş bir alanı kapsayan yazılar yayınlardık. Disiplinler arası iş yapmanın verimini bu şekilde deneyimlemiş oldum. Daha sonra da, dergiden sonra, yaratıcı yazarlık eğitimi vermeye başladım ki bu da ayrı bir macera… Bir yandan da hep yazdım. Yayınevleri tarafından defalarca reddedilsem de hiç bırakmadım. 1999’da ilk kitabımı yayınladım, sonra da düzenli olarak yayınlamayı sürdürdüm.
G.N.Ç Öykülerinizde kurmacayı öne çıkararak, hayatın içindeki modern dünyanın yalnız insanlarını, düş kırıklıklarını, iç dünyayla hesaplaşmalarını ele alıyorsunuz. Öykülerinizdeki zaman, mekân ve varoluş ölçeğinizi neler besliyor?

M.G Bazen konu, bazen karakter, bazen romanın ya da öykü kitabının mimarisi, bazen de atmosferi tetikliyor. Sürekli defter tutuyorum, yıllardır. 1988’den beri tuttuklarımı saklamışım. Hepsi elimin altında… Çok garip bir şey insanın zihinsel macerası… En son yazdığım romanın ilk nüvesi o kadar önce düşmüş ki bir not olarak deftere! Zihinsel süreçlerim çizgisel olarak ilerlemiyor da sanki spiraller çiziyor. Aynı noktadan geçiyorum bir zaman sonra ama ne geçen ben aynı kişiyim ne de o noktada not aldığım hikâye. Sürekli bir devinim var. Tabii insan yazdıkça daha iyi yazıyor, kendini geliştiriyor.
G.N.Ç İlk yazdığınız öykü ile son yazdığınız öykü arasında bilinç farkınız var mı, varsa nedir?
M.G Olmaz mı? Yaşanılanlar da, kişisel deneyimlerimiz de üst üste yığılıyor. Mesele sadece düşünceyi geliştirmek değil. Bir yandan da üzerinden sürekli suların akıp şekillendirdiği bir nehir yatağı gibi zihnimiz. O akışla şekil değiştiriyor, etkileşime giriyor. İlk yazdığım, daha doğrusu “tamamdır oldu bu galiba” deyip insan içine çıkardığım, Yunus Nadi Öykü Armağanı’na gönderdiğim “Akla Ziyan Hikâye” bir buçuk sayfalık kısa bir öyküydü. Öykünün kahramanı bir gece yolculuğunda, havasız bir şehirlerarası otobüste, bir an yabancılaşarak, “ya ben bir hikâye kahramanıysam” diye kuşkuya kapılır ve bunun aksini ispat edemeyeceğini fark eder. Bu benim daha sonra farklı şekillerde ele alacağım bir mesele olacak. Bu arada o öykümü o sıralarda benim gibi genç bir mühendis olan Aslı Erdoğan ile üçüncü olarak ilan etmişlerdi. Bu da bana çok iyi gelmişti. Mevcut edebiyat ortamına dair ön yargılarımı yıkmıştı. Ayrıca gençliğin verdiği kibir de biraz zedelenmişti ki bu iyi bir şey oldu. Yani “bu ödüller hep eşe dosta verilir” önyargısı ve “kimse benim ne kadar yeni şeyler yazdığımı anlayamaz” kibri. İşte şimdi o öyküye dönüp baktığımda, sonraki yıllarda yazacağım birçok şeyin ilk nüvesini görebiliyorum.
G.N.Ç Beşir Fuad ve Ahmet Mithat Efendi’nin hatta Tanpınar’ın bile roman kahramanı olduğu ‘Gölgeler ve Hayaller Şehrinde’ adlı romanınız, yaşamış kişilerin hayatlarından alıntı yaparak çok iyi örülmüş bir kurgu roman. Bu romanın kurgulanmasında Orhan Okay’ın Beşir Fuad çalışması, Ahmet Mithat Efendi’nin Beşir Fuad kitabı ve Beşir Fuad’ın arkadaşı Fazlı Necip’e yazmış olduğu mektuplar önemli rol oynadığı göze çarpmaktadır. Bu roman kahramanlarının özellikle Beşir Fuad’ın ve Tanpınar’ın sizin için önemi nedir, bize kısaca bahseder misiniz?
M.G Felsefi sorulara meraklı bir çocukken, bir ansiklopedide görmüştüm Beşir Fuad ismini. Küçük bir açıklama vardı: İlk Türk materyalisti. Canına kıymış ve son anlarını not almıştır. Bu tüyler ürpertici manzara zihnime ta o zaman kazınmıştı. Anlatılanlarda –sonradan öğrenecektim ki bunların kaynağı Ahmet Mithat’tır- hep bir uyarı vardı; “eğer materyalist olursan sonun iyi olmaz, anlamı kaybeder intihara sürüklenirsin”. Tam da bu yüzden aklıma takılmıştı. Onunla ne bulduysam okudum bir süre. Tabi rahmetli Orhan Okay’ın çalışması müthiştir, çok yararlandım, bir de kendi yazdıklarından. Handan İnci’nin yine kapsamlı bir derlemesi vardı. Ve belirli bir zaman geldiğinde aslında Beşir Fuad meselesinin tam benim kalemim olduğunu fark ettim. Çıldırma korkusuna kapılmış edebiyat mı bilim mi sorularına boğulmuş, 19. yy sonunda, o müthiş dönüşümlerin yaşandığı atmosferde yaşamış bir Osmanlı aydını. Sonra da oturup birkaç yıl tarihi bir roman yazmanın güçlükleriyle uğraştım. Ama müthiş öğretici oldu benim için. Tarihi yazmak için araştırmak çok farklı kapılar açıyor insana. Bu arada Tanpınar anakronik olarak romana girdi, bir edebi oyun diyelim.

G.N.Ç Romanlarınızda babayı bir simge şekline dönüştürerek kitap boyunca kahramanlarınız üzerlerinde babasının izlerini taşıyor. 2004’te basılan ve Yunus Nadi Roman Ödülünü alan ‘Bu Filmin Kötü Adamı Benim’ adlı romanınızdaki Önder bu kahramanlarınızdan biri. Önder, ölmüş bir babanın peşinden zihinde yarattığı babasının hayaletiyle mücadele ediyor. Bununla birlikte yaşamında olumsuz olan ne varsa bunların tüm sorumlusunun babası olduğuna inanıyor. Romanlarınızda baba imgesini size yazdıran şey nedir?
M.G Baba-oğul çatışması, sürekliliği kadim konulardandır. Bilmiyorum neden, başından beri yazdıklarımın ana eksenine oturdu. Çevremde çok baba figürü vardı küçükken. Babamın beş ağabeyi vardı, bir de annemin babası olan dedem. Birbirinden farklı karakterler ama hepsi de ilginç insanlardı benim üzerimde çok etkileri oldu. Belki de o yüzden baba meselesiyle uğraşıyorum. Doğrusu tam olarak analiz etmek benim yapacağım iş mi emin değilim.
G.N.Ç“Onları kıskanıyorum. Kendinden emin insanları. Herkesin bir evi, bir toprağı var. Ben gökyüzünde uçan kimsesiz bir tohumum. Bütün rahimler ölü benim için,” diyen Gülsoy imgelerden bir roman yaratmak için hangi yolları izliyor?
M.G Özel bir yolu yok aslında. Her romanın, öykünün kendi atmosferi ve dili oluşuyor yazdıkça. Bir yandan kuruyorsunuz bir yandan o kurulan dünya kendiliğinden ürüyor. Daha önceden aklınızda olmayan çeşitli imgeler, duygular canlanıyor. Örneğin Ve Ateş Bizi Tüketiyor’u yazmadan önce aldığım notlarda hep aynı nokta vardı: Yaşlı komşusunu aramak için sokağa çıkan bir adam karnaval gibi bir gecenin içinden geçip gidecek, birçok kişiyle karşılaşacak. Hepsi bu. Ama yazmaya başladıktan sonra, o dünya yavaş yavaş kurulurken her gün ben de o dünyanın içinde yol alırken imgeler, konular, karakterler, hikâyeler örüldü. Tabii her romanın kendine özgü bir yolu oluyor. Örneğin Nisyan’da çok farklı bir şekilde ilerledim, belleğini yitirmekte olan bir yazarın kaleminden okuyorduk metinleri. Eksilen kelimeler, kavramlar farklı bir imge dünyasına götürdü romanı.
G.N.Ç Murat Gülsoy’un bir günü nasıl geçiyor, bize kısaca bahseder misiniz?
M.G Çalışarak… Genelde gün boyu üniversitedeyim. Ders vermek, araştırma yapmak, toplantılara katılmak neredeyse tüm zamanımı alıyor. Akşamları da yazmaya okumaya ayırıyorum.
G.N.Ç Şu an üzerinde çalıştığınız bir kitabınız var mı?
M.G Bu yaz çeşitli öyküler yazdım. Yazmaya da devam edeceğim sanırım. Gerçi bir de roman var üzerinde çalıştığım, ama henüz çok başındayım, yazıp yazmamak konusunda karar vermedim. Önce öykü kitabını ortaya çıkarmak istiyorum doğrusu.
G.N.Ç Yazarlık hayatınızda en büyük deneyiminiz nedir?
MG Bilemiyorum. Sanırım Hayalet Gemi dergisi çok önemli bir deneyimdi, benim ve dergiyi çıkarak, dergiyi izleyen insanların üzerinde çok iz bırakmıştır.
Türk edebiyatına katkılarınızdan dolayı ve bu güzel röportaj için size çok teşekkür ederim.