‘‘İdeal “aile çiftliği” fikri bir fanteziden ibarettir. Ve hayvanların yaşamları çoğu zaman aynı kesimhanede son bulur. Her durumda, hepsi katledilir.’’ -(Gary L. Francione)

Eric De Volder adlı Belçikalı yazarın, Karaburun’da yazdığını öğrendiğimiz ‘‘Gece Sempozyumu’’ adlı oyun, Mesut Arslan tarafından İstanbul’da sahnelendi (2018). Oyun metnini de okumuş biri olarak söyleyebilirim ki, bir Hıristiyanlık ve kapitalizm -İsa ve Marks paradoksu- hikâyesinin devletin en küçük yapı birimi olan aileye nasıl kan sıçrattığını izledik. Aklıma, yine gerçek bir olaydan yola çıkılarak Jean Genet tarafından yazılan ‘‘Hizmetçiler’’ oyunu geldi. Oyunu 2009-2010 sezonunda İstanbul Şehir Tiyatroları’nda izlediğimde, tanıtım kitapçığının arkasında yer alan iki kadının fotoğrafını anımsıyorum. Christine ve Lea adlı iki kız kardeşin (Papin kardeşler) hayatları oldukça ilginçti. Bu iki kardeş sürekli kiliseye giden, dinlerine bağlı insanlardı; lakin, geçmişte babaları tarafından iğfal edilmişlerdi ve aralarında da enseste dayalı bir birliktelik olduğu imleniyordu. Kardeşler, evlerinde çalıştıkları madamı ve kızını, çekiçle ve çiviyle, işkence uygulayarak öldürmüşler, karşılığında ceza almışlardı. Belirtilenlere göre, evin otoriter hanımı madamın gözleri canlıyken dibine kadar oyulmuştu.

Genet’nin din, ensest ilişki, sınıf farkı gibi öğeleri barındıran bu olaydan etkilenmesi gibi, Volder de -aynı konuya başka bir noktadan dikkat çekmek istemiş olacak ki- yine bir bütün gibi görünen başka bir ailenin içten içe nasıl çürüdüğünü göstermiştir. Burada, evin kurt köpeğiyle ilişkiye giren bir babadan (PHILEMONMEIRESONNE), oğullarına fiziksel bir yakınlaşmada da bulunduğu sezilen anneye (ADRIENNE) değin, bir zamanların yoksul ve iyiliksever ailesinin -mitolojiye göre, Zeus’a yardım eden Philemon ve karısı Baukis- nasıl dönüştüğünü de deneyimleriz. Öyle ki, yüce batının kendi mitlerini tersine çevirdiğine tanık oluruz. Aynı kadim ailenin, çıkarları ve ayakta kalabilmek için, püriten zihniyeti zorlayarak, amorf bir yapıya evrildiğini görürüz.

‘‘Gece Sempozyumu’’nda, şiddet ve cinsel göndermeler oldukça yer kaplamaktadır. Anne Adrienne’in, büyük oğlu Remi’yle iletişimi hayli gergindir. Evde bir komutan edasıyla var olan Adrienne, bir zamanlar iki yumurta almak için gönderdiği oğluna o yumurtaları nasıl kırdığını hatırlatmaktadır. Arslan’ın rejisiyle, anneyi oynayan Derya Alabora, Remi’yi oynayan Serhat Kılıç’ı sahnede sürekli zorlamaktadır. Orada ima edilen iki yumurtanın annenin yumurtalıkları ya da doğan çocuklardan diğer ikisi (ortanca oğul Marcel ve küçük oğul Charles) olduğunu düşünürsek, kocasından rahatsız olan annenin babalık rolünü büyük oğluna yüklediğini, onun da bu aksak otorite karşısında ezildiğini söyleyebiliriz.

Arslan’ın kullandığı tahta dekorun içinde, deneysel bir havayla oynanan oyun, Zorlu Performans Sanatları Merkezi’nin olanakları kapsamında, seyirciyi de iki kısma ayırmıştı. Birinci kısım seyirci oyunu, koltuklarda ve geriden izliyordu. İkinci kısım seyirci ise, alt düzenekleri lastikle tutturulmuş ve sahnede kullanılan topaçlara benzeyen hareketli taburelere oturuyor, oyuncularla bire bir karşı karşıya kalıyordu. Ben de davet edildiğim oyunda, oynayan taburelerden birine oturarak, zaman boyunca yaşanan hareketliliği ve gerginliği hissettim. Bu anlamda, Türkiye’de sahnelenen modern bir eser kapsamında, ilginç bir deneyim yaşadım. Seyirci ‘‘in your face’’ akımının etkisiyle sanki, suratına suratına sürekli kışkırtılıyordu.

Oyuncular seyircilerin arasına karışıyorlar, sahnenin içinde ve dışında dolaşıyorlardı. Tahta dekor içinde, uçları sivri büyük topaçlar ve demir borular kullanılmıştı. Hatta, uzun bir boru yukarı bağlanmıştı ve oyun boyunca, karakterlerin kaldıkları duruma göre harekete geçiyordu. Örneğin, Jacqueline’le evli Remi ve Marcel tarafından taciz edilen işsiz Mylene, seks karşılığı onlardan para aldığında, evin küçük oğlu ve aynı zamanda genç kadının sevgilisi Charles tarafından da uyarılıyordu. O esnada, Mylene’in dış dünyayla iç sesi arasındaki çatışması ve Charles’tan uzaklaşarak (aşk) sekse yaklaşması, borunun, önüne tepeden yavaş yavaş inmesiyle gösteriliyordu. Mylene (Pervin Bağdat), görsel olarak sahnede sıkışırken, alt metin düzeyinde de köşeye sıkışıyordu. Para, dükkân, cinsel ilişkiler, haciz gibi konular eşliğinde işlenilen oyun, samimiyetin bittiği, onun artık psikoza yansıdığı noktaya işaret ediyordu. Adrienne’in hastalığı yetmezmiş gibi, annesinin de (BOBONNE- kocanın annesi/kaynana) tuvalete çıkamaması, sürekli götüne parmak atılmasını istemesi, insanların hastalıklarla boğuşan, modern zavallılara benzediğini imliyordu. ‘‘Gece Sempozyumu’’ oyununda uşak Amiens’i oynayan Güven Kıraç, aynı zamanda bu yaşlı kadını da canlandırıyor, tuvalete çıkmak istermiş gibi sahnede sekiyordu.
Oyunda, bolca argo ve küfür kullanılması ya da ‘‘nasılsın? -iyiyim’’ diyaloğuna sürekli başvurulması, insanlar arasında iletişimsizliğin arttığının, dilin yavanlaştığının göstergesi olarak karşımıza çıkıyordu. Hatta, şiir de yazdığı belirtilen ve evin en hassas çocuklarından biri olan Charles ‘‘bok’’ sözcüğünü her fırsatta tekrarlıyordu. Kesikli-tekrarlı replikler, özellikle seyirciyi rahatsız etmek için işlevsel şekilde dile getiriliyordu. Hıristiyanlığın ana unsurlarından biri olan ‘‘domuz’’ da sürekli bir hakaret ifadesi şeklinde açığa çıkarılıyordu. Evin sapkın babası bir domuza benzetiliyordu. Evde ‘‘kelle’’ üstüne konuşmalar yapılıyordu (kelle yer misin, tutsana şu kelleyi vd.). Uşak Amiens’in ‘‘domuzlar domuzlar… gaddar domuzlar’’ repliğiyle, seyircileri işaret etmesi, yine bir yabancılaşma tekniği biçiminde yansıyordu. Domuz çöken din-kültür birliğinin simgesine dönüşürken -ne de olsa, kumbarası bile vardı-, hacizden kurtarılan işlevsiz-boş buzdolabıysa, ekonomik darboğazı gösteriyordu. Sahneye getirilen o buzdolabının ışığı yandığı anda, içinde hiçbir şeyin olmayışı ve etrafına üç oğlun (Remi, Marcel, Charles) dizilmesiyle, Adrienne’in onların tam karşısında konumlanması ilginç bir göndermeye sebep olmuştu. Mutfak temsilciliğinin temel yansısı anneliğin, para karşısında hükmü kalmamıştı. Anne artık cinayete azmettirici, histerik bir varlığa dönüşmüştü. Karakterlere adeta askeri üniformalar giydiren Arslan’ın yönetmenliğinde, bir aileden çok, bir taburun emir-komuta zincirini izler gibiydik. Erkek karşısında ezilen kadın, diktatörü ezdikten sonra, (mecburen) kendisi diktatöre dönüşmüştü. Eskisi kadar ağlamıyordu, güçlü görünmek zorundaydı. Haciz memuru da (GUSTAAF KETELS) Güven Kıraç tarafından canlandırılıyordu. Oyunda böylesi bir memurun kullanılması, 18. yüzyılın sonuyla birlikte 19. yüzyılın kapitalizmine vurgu yapan ve içlerinde mutlaka tüccar, avukat, sigortacı gibi soğuk mesleklerin temsilcilerini kullanan natüralist oyunların atmosferini anımsatıyordu. Post-natüralizmin, 21. yüzyıldaki yeni kuklaları haciz memurlarıydı. Kıraç da rolünü o iticiliğin altını çizerek, bilerek canlandırıyordu. Bay Ketels gerçek bir asalak gibi, etrafta sıçrayarak geziyordu.
‘‘Gece Sempozyumu’’nda gürültüye yol açan sesler ve ‘‘underground’’ bir parti ortamını andıran kesikli disko ışıkları kullanılmıştı. Bizlere gün yüzü göstermeyen oyun, modern dünyanın -özellikle batılı kodlar bağlamında- mekanikliğini, ciddiyetini, soğukluğunu yansıtıyordu. Dev topaçlar, demir borular, tahta dekor, mimaride konstrüktivizmin dönüşünü, insan ilişkilerinin nesnel boyutlarıyla paralel hale getiriyordu. (Oyun metninde yazar, Wasili Kandinsky’den bir alıntıyı da epigraf olarak kullanmıştı). Hız, metal, minimallik, aynı zamanda sıkışmışlık çağı olan yüzyılımız, insanları nesnelere mahkûm kılıyordu. Ev artık huzur veren bir yer olmaktan çok, bir dekor parçası, haciz tehdidi altında (içeride sadece buzdolabı ve halılar kalmıştı) bir hastane gibiydi Her türlü zihni ve bedensel rahatsızlık, cinsel tatminsizlik, fanteziler, kavgalar, aşağılamalar orada nüksediyordu. Aile faşizmin ana taşıyıcılarından biriydi artık. Özellikle, kadınların kadınlara davranışlarında da (Adrienne’in Charles’ın sevgilisi Mylene’i aşağılaması, Remi’nin karısı Jacqueline’le atışması) bu sevgisizliklerin, kıskançlıkların görülmesi, kapitalizmin erkek-egemen değer yargılarını birçok noktaya bulaştırdığını göstermekteydi.
Ailenin birleştiricisi anne, kendisi de parça parça olduğundan, erkeksileşerek, daha da kabuk bağlar hale gelmişti. Sahneye salıverilen her topaç, aslında annenin yumurtalıklarından ve rahminden fırlayan bir darbe gibiydi. Bizim yakınlaşmalarımızın ve mesafe koymalarımızın somut tezahürleriydi. Üstelik, tüm parçaları sağa sola dağılmış, gerektiğinde hareket de edebilen ev (tahta dekor), ne Nuh’un gemisi gibi herkesi kucaklayabilme şefkatini taşımaktaydı artık, ne de -Theseus’un sökülüp, yeniden yapılan gemisi misali- eskisi gibi ev olabilecekti. Şeklen bir aile ortamı görülse de, ruhen her bir bireyin aitsizliği hissedilmekteydi. Marcel, babasının dükkânının muhasebesini tutarak para kaçırırken, barlarda çıplak olarak dansçılık yapmaktaydı. Ağabey Remi ona tehdit savururken, kendisi de küçük kardeşi Charles’ın sevgilisi Mylene’i taciz etmekteydi. Hatta, Marcel, Remi’nin karısı Jacqueline’in karşısına geçerek, ona Charles’la birlikte, üçlü seks yapmayı teklif etmişti.
Mutsuz olan anne (Derya Alabora) sahnede bir robot gibi gezerek, oğullarını kışkırtmaktaydı. Charles’ın (Gökhan Girginol) annenin etkisinde kaldığı noktalardaki kafa karışıklığı hayli başarılı şekilde aksettirilmişti. Sahnede adeta bir rap şarkısı söylercesine tekrarlanan sözler, nakaratlar, ‘‘dubstep’’ ve ‘‘beatbox’’ etkiler, günümüz dünya müziğine de çağdaş göndermelerde bulunmaktaydı.
Adrienne, perdesiz sahnelenen ve yaklaşık 80 dakika süren oyunun sonunda, oğullarını babaları Philemon’u öldürmeleri için ikna etti. Çocuklar, babalarını bıçakla ve testereyle acımasızca öldürdüler. Sahnede her şey sembolik düzeyde, az dekorla gösterildiği için, babayı canlandıran Güven Kıraç yere yığıldı. Marcel (Ersin Umut Güler) ve Charles onun kollarına uzandılar. Remi de kardeşlerinin yanına geldi. Anne Adrienne ise artık yorulmuştu, olduğu yerde öylece çözülüverdi. Haciz dolayısıyla, buzdolabının önünde yatan ve halılarına da annesi pisleyen bu kadın, sahnede kendi kabuğuna çekilmişti. Işık azaltıldı, sahneye diğerlerinden daha küçük, cılız bir topaç fırlatıldı. Bu topaç, Adrienne’in arkasından gelecek kadınları (Mylene ve Jacqueline), cinayetle katharsise uğrayan kadınlığı, anneliğin sembolik ölümünü, velhasıl dağılan aileyi temsil ediyordu. Yuvayı yapan dişi kuş onu bozmak zorundaydı.