Özcan Karabulut, bir yandan öykü eylemcisi olarak öne çıkarken,öykücülüğünü de alabildiğine sürdüren yazar kimliğiyle bu tutumu bütünlüyor.Hem öykü yazarı hem öykü eylemcisi, ama bir yanı daha var onun, öykülerindenyansıyan siyasal tutum.
Evet, Özcan Karabulut, siyasal öykücülüğümüzde farklı bir damar olarak ortaya çıkıp kendini gösterirken, belirgin çizgisiyle dikkat çekiyor kuşkusuz. İşte tam da bundan dolayı birkaç soruyla onun öykücülüğümüzdeki bu yanını açığa çıkarıp ortaya dökelim istedik.
O halde gelin sorularla yanıtlara geçelim.
M.Sadık Aslankara, öykülerinizde Adanalılıkla Ankaralılığı buluşturan bir tutumdan söz ediyor, bir diklenişten, hatta isyandan. Ayrıca bunun bir ucunun siyasal öykülemeyle içlidışlı olduğu da biliniyor. Gerçekten siz, siyasal öyküde yazınımızda farklı bir çizginin temsilcisi görünüyorsunuz. Hangi özelliktir ya da özelliklerdir sizi öteki siyasal öykücülerimizden ayıran?
Özcan Karabulut: Ayakkabıcı çıraklığı yapmışsınız, ünlü kabadayıları tanımış, hatta onların sofralarına oturup sohbetlerine tanık olmuşsunuz, geneleve, pavyonlara ve kulüplere ayakkabı götürmüşsünüz, öldürülen kabadayıların ardından yakılan ağıtları dinlemişsiniz, Yılmaz Güney’in okuduğu okullarda okumuş, Çirkin Kral’ın filmleriyle büyümüşsünüz… Olaylarıyla, tanıklıklarıyla, bizzat yaşanmışlıklarıyla çelişkilerin, amansız mücadelelerin yaşandığı bereketli topraklardan, bir tür hayat üniversitesinden geliyorsunuz… Birey ve yazar olarak kendinizce bir duruşunuz, bir tutumunuz, bir diklenişiniz, hatta isyanınız varsa, bunu öncelikle Adana’ya bağlamak mümkün gibi görünüyor. Gerçekten de yazdıklarımda kendime özgü bir ses varsa, bu sesin çocukluğumdan, çocukluğumun ve ilk gençliğimin Adana’sından geldiğini söyleyebilirim. Öte yandan, politik bilincimi kazandığım kent ise Erzurum’dur, bu açıdan politik mücadele geçmişimle bu kent de benim için önemlidir. Bununla birlikte, bir dönemin arkadaşlarıyla birlikte ODTÜ ve Ankara olmasaydı, yazamaz, yazar olamaz ve kimliğimi edinemezdim diye düşünüyorum. Ankara dışarıdan, özellikle İstanbul’dan bozkır, veya gri bir kent, ya da taşra, ne bileyim, canı sıkılan bir kent gibi görülebilir belki, ama bu kent bildiğim pek çok kentten daha politiktir, daha değerbilirdir, ilişkiler burada daha sahici yaşanır. Bütün bunlarla birlikte, kendine göre politik ve sendikal “terbiye” almış bir yazar için, hele bu yazarın kendisini ve edebiyatını da yakından tanıyıp böylesine bir tutumdan söz ediyorsa, M. Sadık Aslankara’ya katılmak düşer bana. “Siyasal öykü” diye bir kategoriden söz edilebiliyorsa, macerasını bildiğiniz bir yazarın yazdıklarını farklı bir okuma biçimiyle bir ucundan siyasal öykülemeye bağlamanız mümkün gibi görünüyor. Eleştiri ve eleştiri kurumunu elbette kabul etmemiz gerek, ama bana sorulursa, kendi temalarımla, kendi kelimelerimle, kendi sesimle, kendi bakış açımla ve kendi yazınsal tutumumla nasıl bir öykü yazdığımı ve büyük öykü dünyası içinde yazdıklarımın yerinin ne olduğunu öncelikle benim bilmem gerekiyor.İlk yazdığım öyküden son yazdığım öyküye kadar -buna romanım da dâhil-, toplumsal ve siyasi arka planı olan öyküler yazdığımı ve bunları belli bir edebi estetik içinde yapmaya çalıştığımı söyleyebilirim. Diyeceğim, yazdıklarımda toplumsal ve siyasi arka plandan hiç vazgeçmedim; farklı okumalara bağlı olarak, öykülerimin bireysel ve toplumsal meselelere yaptığı siyasi göndermelerle kendince bir tür imgesel tarih çalışmasına girdiğini söylemem de mümkün. İşte ayırıyorsa ve ne kadar ayırıyorsa, yaşadıklarıyla ve yazdıklarıyla bir yazar imgesidir, beni öteki öykücülerden ayıran.
Hazır söz buralara kadar gelmişken, öykülerinizin olmazsa olmaz karakterleri acı çeken işçi çocuklara, toplumsal cinsiyetten ötürü yaşamları neredeyse ellerinden alınan kadınlara da getirelim, tabii aynı zamanda diğer emekçilere de. Bu konuda kitaplarınız olduğunu biliyoruz, kitleler için çabalarınızı, yaptığınız sendikal mücadeleyi. Bunların karşılıklarını öykülerinizde görebiliyoruz. Ne var ki gerek siyasal öyküleme, gerekse ezilen bu insanlar konusunda asla bir anlatım kurmuyor, tersine biz okurların bu gerçeklikle doğrudan yüzleşmesi için âdeta çabalıyorsunuz. Bu tutum, elbette yazınsal açıdan da önemli. Bunu bir de sizden dinleyelim, ne dersiniz?
Özcan Karabulut: Otuz yılı aşkın bir süredir, bir “işçi” olarak emeğin dünyasında yer aldığımı çok kere söyledim. Bir işçi konfederasyonunda uzun süre araştırma uzmanlığı yaptım. Yirmi yıl kadar ulusal ve uluslararası kuruluşlarla birlikte çocuk işçiliğinin sona erdirilmesi için projeler geliştirip uyguladım. Şimdilerde bir sendikamızda işçi sağlığı ve iş güvenliğiyle ilgili eğitim programlarını hayata geçiriyorum. İçinde sık sık yolculukları olan, mesleki araştırmadan eğitime, çalışma hayatını ilgilendiren kitaplardan dergilere uzanan çok yoğun, çok yönlü çalışmayı gerektiren sendikal bir dünyadan söz ediyorum. Benim işçi sendikalarında çalıştığımı bilen Fethi Naci “Cuma Toplantıları”nın birinde, “Senin yazdıklarında niçin işçiler yok,” diye bir soru sormuştu. Naci Ağabeyin bu sorusunu, “Çocuk işçiler var ya,” diye yanıtlamıştım. Çocuk işçiliği sorunu; nedenleri, sonuçları ve çözüm yollarıyla çok boyutlu bir sorun. Uygulanan sosyal politikalarla, ülkenin sosyo-ekonomik, siyasal sorunlarıyla yakından ilgili. Bunu konuşmaya başladığınızda, başta işçi hak ve özgürlükleri olmak üzere ülkenizin bütün temel sorunlarını konuşmaya başlarsınız. Kaldı ki romanımda çocuk işçilerle birlikte işçiler de yer alırlar. Sizin de saptadığınız gibi, ilgi alanıma giren konularda sayısız makalem, edebiyat kitaplarımdan çok daha fazla mesleki kitabım bulunmaktadır. Elbette otuz yıllık sendikal bir deneyimin sonucu olarak bunların karşılığını öykülerimde ve romanımda görebiliyoruz. Kiralık çocuk işçiler, emekleri sömürülen çocuklar, sokakları dolduran ve cinsel istismara uğrayan çocuklar… Birkaç öykümde çocuk işçi sorunlarına odaklaştım, romanımda çok daha esaslı bir şekilde çocuk işçi sorunlarıyla yüzleşmemiz için çaba gösterdim: Amcalar çocuk işçilere pislik yapıyorsa, herkesin, ama herkesin uykusunun kaçması gerekir!
Kadın karakterler de öykülerinizin olmazsa olmazı.
Özcan Karabulut: Yadsınmaz biçimde öykülerimin bir parçası olduğunu söyleyebilirim. Bireysel ve toplumsal başkaldırıları olan kadınlar beni daha çok ilgilendiriyor. Bu kadınlarda bir parça Emma Goldman, bir parça Tina Modotti, bir parça Milena buluyorum. Serüven, heyecan, aşk ve düşler kadınlarla birlikte geliyor. Tabular onlarla yıkılıyor, yasaklara ve engellere onlarla birlikte başkaldırıyorsunuz. Kadın erkeğe göre pek çok şeyi daha derinden hisseder, daha derinden yaşar ve sancılı da olsa daha hızlı değişir. Kadınlar bir, iki, üç adım ötesini erkeklerden çok daha iyi görebiliyorlar. Çok yaratıcılar, çok hızlı düşünüp karar verebiliyorlar. Bu beni bir yazar olarak da etkiliyor; kadınların düşünce hızına yetişme arzusu beni heyecanlandırıyor, yaratıcı da kılıyor. Erkek, üzerinde fazla konuşulmayacak kadar düz bir şey. Belki bir tek cinsellikleri üzerine konuşulabiliriz, çünkü cinsellik yediden yetmişe bütün erkeklerin ortak savaş alanı gibi görünüyor. Son öykü kitabımda çoğunlukla kadınların hikâyelerine odaklanmayı seçtim. Kitapta yer alan “Yıldız” öyküsündeki partili kadın karakterin sevişirken yaptığı cinsel, hatta politik gösteriyi hangi erkek yapabilir? “Kadınlar hakkında yazmak zaten politik bir eylemdir,” diye Grace Paley mi söylemişti?
Öykücülüğümüzün gelişmesine, büyük aşama kaydetmesine katkıda bulunuyorsunuz. Sizin gözünüzle bu katkı yerini buldu mu dersiniz? Bu bağlamda söz konusu gelişmelere nasıl bakıyorsunuz? Yaptıklarınız sizi mutlu ediyor mu, yoksa arada bir de olsa hüzün duyduğunuz, keşke böyle olmasaydı dediğiniz yanlar da karşınıza çıkıyor mu? Öte yandan öykü eylemciliğiniz, verimlemede ister istemez size ket vurmuş olmalı. Geriye dönüp baktığınızda bunca özveriden pişmanlık duyduğunuz oluyor mu, yazabileceğiniz nice öykü, daha başka romanlar varken, öykücülüğümüzün militanı kalmayı yeğlediniz. Artık bu eylemliliğe son verdiğinize göre, kuşkusuz, yeni öykü, roman projeleri derinden derine işliyordur. Eğer bir mahsuru yoksa, rica etsem, bizim için yazı masanızın çekmecelerini açabilir misiniz?
Özcan Karabulut: Geçmişiniz, ilgi alanlarınız, faaliyetleriniz, ısrarınız, hayalleriniz ve daha birçok şey bir yerde yapacaklarınızı belirliyor, pek çok şey bir misyon gibi üzerinizde kalıyor, boynunuzun borcu olup çıkıyor. Sormasaydınız, edebiyat tarihine, ilgilisine, meraklısına ya da rüzgâra da bırakabilirdik, belki yine bırakmalıyız. Bence katkı yerini buldu, hem de fazlasıyla, pek çok yazarı şaşırtırcasına. Burada bir anımı paylaşmalıyım: Ankara Öykü Günleri’nin üçüncüsünü yapıyorduk, iki program çakıştığı için zorunlu olarak Cenevre’deydim, o yıl çocuk işçilerle ilgili ILO’nun 182 Sayılı sözleşmesi kabul edilecekti ve Çocuk İşçiliğine Karşı Küresel Yürüyüş gerçekleştiriliyordu. Cep telefonları yeni hayatımıza girmiş ve etkinliğin bitiminde Esenboğa yolu üzerinde bir arkadaşın cep telefonundan Fethi Naci’yle konuşuyoruz. “Lan Allahın Belası,” diyordu telefonda, “burada görünmez bir örgüt var, her şeyi güzel bir biçimde kotarıyorlar. Tavukçu’yu atlamamışlar, oraya da götürdüler beni.” Bir şeyler söyledim tabii, gülüştük. Diyeceğim, beni, bizi zenginleştiren, heyecanlandıran işleri öyküye gönül veren arkadaşlarımızla birlikte yaptık. Dönem dönem çalışmalarımıza katkıda bulunan o kadar çok ad sayabilirim ki size. Kadir Yüksel’in İzmit’te çıkardığı Üçüncü Öyküler’in isim babalığı bana düştü, örneğin. Usta yazarımız Füruzan yaptığımız işleri yakından izleyen, önerilerde bulunan değerli bir dostumuz; yukarıda anlattığım çalışmaların tanığı, aktif bir destekleyicisi olarak hep yanımızda oldu ve Füruzan gönüllü olarak Dünyanın Öyküsü dergisinin yayın danışmanlığını yaptı. Bunu adı künyede olsun diye yapmadı, ya da desteği sadece bundan ibaret değildi. Bize ciddi ciddi danışmanlık yaptı, beğenmediği şeyler olduğunda canımıza okudu. Derginin, İstanbul’daki yazarlardan yakın bir çevresi vardı; her yeni sayı öncesinde İstanbul’da bu yazarlarla toplantılar yapar, daha güzel, daha zengin bir dergi için birlikte çalışırdık. Bu toplantılar, bu ilişkiler Ayşegül Tözeren’i 14 Şubat Dünyanın Öyküsü dergisinin yayın yönetmen yardımcılığına taşıdı. Derginin pek çok sayısının, öykü günlerinin, 14 Şubat’ın, hatta derneğimizin ağır yükünü çok zaman özveriyle Ayşegül Tözeren çekti. Bu arada edebiyatımızın Ayşegül Tözeren’le önemli bir eleştirmen kazandığını da söylemeliyim.
Evet, ne kadar yoğun bir emek, değil mi?
Özcan Karabulut: Bu örnekler, anılar çoğaltılabilir… Belki onlarca yıl bir araya gelemeyecek yazarlar, eleştirmenler, dergi yayın yönetmeleri, yayınevi patronları öykü günlerinde bir araya geldiler. Belki hiçbir dönemde olmadığı kadar bir iletişim ve etkileşim yaşandı. Öykü edebiyatı ortamı demokratikleşti. Tanışmalar sonucunda reddedilen dosyalar bile kitaplaştı. Roman yazanlar tekrar öyküye döndüler, öyküye ara verenler yeni öykü kitaplarını yayımladılar. Eleştirmenlerimiz öyküye yoğunlaştılar, kitap eklerinde yerlerini aldılar. Şairler de öykü yazmaya başladılar. Sadece 1995-2005 döneminde yapılacak küçük bir araştırma söylediklerimi doğrulayacaktır.M. Sadık Aslankara’nın deyişiyle, öykü alanlara, kentlere çıktı. Başka bir biçimde söylenirse, öykü toplumsal bir taban buldu, kitleselleşti. Okurun, yayınevinin, hatta eleştirmenin öyküye, öykü kitaplarına, öykü eleştirisine ilgi göstermesinde öykü günlerinin, öykü dergilerinin azımsanmayacak bir payı olduğunu düşünüyorum.
Bütün bunlar, hedeflerinizin gerçekleşmesi anlamında sizi tatmin etti mi peki?
Özcan Karabulut: Yaptıklarımız beni mutlu etti, pek çok yazarı da mutlu etmiştir. Hüzün duyduğum, keşke böyle olmasaydı dediğim şeyler olmaz mı, elbette oldu, ama bunu burada isimlerle, anılarla anlatmayacağım. Dernekçilik, dergicilik yapıyorsunuz, onlarca yazarın katıldığı öykü günleri düzenliyorsunuz. Edebiyatçılar Derneği, Türkiye P.E.N. Merkezi seçimlerinde liste mücadelesi veriyorsunuz, yıpranıyorsunuz, yıpratıyorlar, “düşman” kazanıyorsunuz. Öykü günlerine yazarları bir kez, ikinci kez davet ediyorsunuz, üçüncü kez davet etmediğiniz için eleştiriliyorsunuz. Edebiyat ortamımızda belli bir çalışma kültürü olmadığı gibi, mücadele etiği ve kültürü de yok.Çevremizde ne kokar ne de bulaşır, tavşan boku gibi edebiyatçıların sayısı az değildir. Bunlar doğru dürüst bir şey üretmezler, her fırsatta görünmeye, etkinliklerin kaymağını yemeye çalışırlar, üstelik oturdukları yerlerden dedikodu da yaparlar. Sonra hiçbir şey olmamış gibi hemen herkesle kolayca da anlaşabilirler. Bizim edebiyatımız biat kültüründen de fazlasıyla nasibini almıştır… İşte böylesine bir ortamda biraz kendiniz olduğunuzda, düşüncelerinizi özgürce ifade ettiğinizde, eleştirdiğinizde, insanlarla karşı karşıya geliyorsunuz. En sevmediğim edebiyatçı tipleri bu tipler olmuştur. Birbirlerini kollayan, şaşırtıcı bir uyumla hareket eden bu kişilere karşı yeri geldiğinde “sert” davrandığım söylenebilir. İşte sözünü ettiğiniz dikleniş ve isyankâr tutumum burada ortaya çıkıyor. Belli ki benim diplomasiye ve diplomatik bir dile ihtiyacım var. Bu da benim özeleştirim olsun. Diyeceğim, bütün bunlar için keşke böyle olmasaydı diyebiliriz belki, ama benim asıl söylemek istediğim şu: Keşke bazı arkadaşlarımızla dost kalabilseydik.Bu arada, öykücülüğümüzün militanı kalmayı yeğlediğimi söylüyorsunuz; bakın, militanlıktan rahatsız olduğum falan yok da, edebiyatımızın militana, cumhurbaşkanına falan ihtiyacı yok, bence. Öte yandan, edebiyat faaliyetlerim nedeniyle birkaç kitabımı feda etmiş olabilirim, ama bundan hiç pişman değilim. Yazmayı düşündüğüm, ama Amida, Eğer Sana Gelemezsem romanımın izin vermediği öyküleri yazıp Muhteşem Tutkularımızın Bir Sonraki Saati öykü kitabımda topladım. Bu arada yeni öyküler için başka temalar, yüzler, sözler birikti tabii. Şu anda yeni öykülere yoğunlaşmam daha kolay gibi görünüyor. Bu yeni dönemde öykünün mü yoksa romanın mı öne çıkacağını doğrusu ben de merak ediyorum.
Söyleşiden öte, sıcacık dertleşme için zaman ayırdınız, çok teşekkürler.
Özcan Karabulut: Ben teşekkür ediyorum.