Varlıklı bir Yahudi ailenin çocuğu olan Stefan Zweig’ın kalem tuttuğundan beri hep yazarlıktır hayali… 23’ünde felsefe doktorasını tamamlayıp, birçok edebiyat ödülünü de 20’li yaşlarında kazanmıştır. Hikayelerini, toplumu gözlemleyerek ve düşünceleriyle sentezleyerek ortaya çıkarmıştır.
Yapıtları en çok okunan ve çevrimi yapılan yazarlardandır. Hikayelerinde de insan ruhunun derinliklerinin ve insanın hastalık derecesine varan tutkularının bir çözümleyicisi olmaya çalışır. Kadın ruhunun ve düşüncelerinin incelikle anlatıldığı Korku isimli yapıtında olduğu gibi…
1920’de kaleme aldığı Korku’da kadın erkek ilişkilerini dramatik bir dille anlatmış; korkunun insan ruhunu adım adım nasıl ele geçirdiğini kurgularken; utanç, suçluluk ve öfkeyle dolup taşan bir kadının dünyasını en can alıcı noktalarıyla yansıtmıştır.
Bu hikayede, zengin bir avukat olan Fritz Wagner ile evli, iki çocuk sahibi İrene’nin gayet mutlu bir yaşamı vardır. Ancak, bir toplantıda tanıştığı başarılı bir piyanistin kendisine baş başa piyano çalma teklifi üzerine hayatının yönü birden değişiverir. Bunu önce masum bir görüşme olarak düşünürken, kendisini ani bir ilişkinin içinde buluverir.
Bir gün piyanistin evinden dönerken, apartman çıkışında bir kadınla çarpışır. Kadın, onu erkeğini çalmakla suçlar. İrene kadının yaygara çıkarmasından çekindiği için eline bir miktar para sıkıştırıp, oradan uzaklaşır.
Bu olaydan sonra her şey değişir. Çünkü İrene sevgilisinden ayrılmasına rağmen, kadın sürekli ona şantaj yapar. İrene korkunun her halini yaşar. Kendini her yönden yorgun hisseder. Yemek yememeye, dışarı çıkmamaya başlar. Fritz de İrene’deki bu değişikliği fark ettiği için onun üstüne giderek psikolojisinin daha da ağırlaşmasına sebep olur.
Burada yapıtın en önemsiz karakteri belki de piyanisttir. Çünkü olayları başlatan piyanist, İrene’nin ihanetine aracılık etmiş silik bir karakter olarak görünüyor. İki ana karakter var: İrene ve Fritz. Belki piyanistle hiç karşılaşmasa bile, İrene gene kocasına ihanet edecektir. Çünkü üzerinde durulan asıl mesele, İrene’nin içinde bulunduğu psikolojidir. Burada Freud etkisi oldukça yoğun hissediliyor. Bunu rüyalarla, saplantılı düşüncelerle ve neden-sonuç ilişkileriyle hikâye boyunca sürekli görüyoruz.
Yapıtı okuduğumuzda belki de ilk dikkat çeken tasvirler olarak duygular ve olaylar çıkıyor karşımıza. Hikayenin anlatıcısı İrene, diğer kahramanları nasıl görüyorsa, onları o şekilde veriyor bize. Burada hiçbir yüz ve fiziksel ayrıntılara yer verilmiyor. Zweig, hikayelerinin tasvirlerinde aşırıya gitmediği için gereksiz fiziksel anlatımlardan da uzak kaçılıyor zaten.
Son olarak, yapıtın ismi olan Korku’nun baştan sona bütün hikâyeyi sarıp sarmalamış olduğunu görüyoruz. Kadının kocasından, küçük bir kızın babasından korkması, gibi… Şantajcıdan, sevgiliden, ihanetten, güvensizlikten, burjuvazi çevreden, parasızlıktan, … vs. her şeyden korkmak var yapıtın tamamında. Ve hissedilen öyle bir korkudur ki bu adeta İrene’nin her şeyini esir almıştır. Bu duygu, İrene’nin zihninden kendisini başlatan macerayı bile silivermiştir.
Hikayeyi okurken çok etkilendim. Çünkü milyonlarca kez yaşanmış ve şu anda da dünyanın çeşitli yerlerinde yaşanan basit bir aldatma olayı üzerinden, bu duygunun bu kadar iyi yansıtılması bir çok eserde rastlanılabilecek bir durum değil bence. Bir de okuyucuya verilmek istenen gerilimin gayet başarılı verildiğini söyleyebilirim. Evrensel bir duygunun bu denli ustalıkla anlatıldığı bu yapıtta, herkesin kendinden bir şeyler bulabileceğine inanıyorum.
Stefan Zweig, Korku, İndigo Yayınları