“Ezmira, patriarkal dünyanın mide ağrısıdır.”
Okan Yılmaz: Yaprak, bu yoğun süreçte beni kırmayıp söyleşi teklifimi kabul ettiğin için teşekkür ederim. Ezmira’nın ilk yaşını böyle bir partiyle kutlamak bence oldukça keyifli. Öncelikle bu söyleşiyi okuyacak kişilere şimdilerde neler yaptığından bahseder misin?
Yaprak Damla Yıldırım: Rica ederim, esas ben teşekkür ederim. Bugüne dek Ezmira hakkında birçok yazı yazıldı ama şiirlerim hakkında doğrudan bana pek bir şey sorulmadı. Artı TV’deki bir söyleşide kurduğum birkaç cümle dışında, ben de ilk kez kitabım hakkında konuşma şansı buluyorum. Hem de Ezmira’nın birinci yılında…
Şimdilerde Boğaziçi Üniversitesi Eleştiri ve Kültür Araştırmaları yüksek lisans programında; çağdaş şiirde deneysel, yenilikçi, feminist estetik anlayışlarına dair tez araştırmalarımı sürdürüyorum. Bir yandan da çeviri üzerinde çalışıyorum. Pratikte yaptığım bu işe teorik anlamda daha sağlam bir altyapı arayışı içindeyim ve bu yüzden şiir çevirisi üzerine bir ders alıyorum. Belki de en önemlisi, ikinci kitabımı hazırlıyorum. Güzel bir iş çıkacak ortaya.
O.Y.: Çalışmalarının kapsamı, Ezmira’nın mor kapağı, hayatında önemli rolleri olan kadınların sözlerinden derlediğin epigraflar (kimi dost, kimi akraba, kimi “dava” arkadaşı) ve başından sonuna karşı koymayı, delişmenliği, aşkı işlediğin şiirler… Belki ilk üç unsurdan bir “kadın” kitabı yazdığın söylenebilir; ancak metnin içinden bakabilen, feminist teorinin ne olduğunu bilen halis okur, meselenin “eril şiddete maruz kalan herkes”le ilgili olduğunu anlayacaktır. Peki, sen bir okur olarak Ezmira’yı nasıl tanımlarsın?
Y.D.Y.: Patriarkal düzen inşa ettiği toplumsal cinsiyet kodlarıyla, sadece kadınlara ve LGBTİ+ bireylere zarar veren bir sistem değil; uydurma “erkeklik” normlarıyla kendini erkek olarak tanımlayanlara da büyük darbeler vuran bir sistem. Hasta bir sistem… Ölmesini umduğum bir sistem… Patriarkal dünyanın hastalıklı varlığına tanık bir okur olarak okuduğum şeyi şöyle tanımlardım sanıyorum: Ezmira patriarkal dünyanın mide ağrısıdır. Bu dünyanın içinde var olmuş ve bu dünyayı kıvrandırmaya adamıştır kendini. Sindirilemeyecektir. Ancak patriarkal düzenin yok olduğu noktada yok olabilir. Umarım bir gün bunu görürüz; Ezmira değil de “kıvrım kıvrım kıvranmış, yaptığından utanmış” insanlar kalır geriye…
O.Y.: “büyük şeylerden bahsetmek için/ küçük kelimeler kullanacağım/ küçücük kelimeler/ kibrit sesinden/ göğüs dekoltesinden/ daha fazla ertelenemeyen sorudan/ konuşmanın vakti geldi” diyerek karşılıyorsun bizi arka kapakta. Yeterince konuşmuş olmalısın ki yeni yetme kitap tanıtıcıları tarafından “erkekleri aşağılamak”la suçlandın. Vermek istediğin mesaj bence yerine ulaştı, sen ne düşünüyorsun?
Y.D.Y.: Evet, çok tuhaftı o. Erkek düşmanıymışım. Şiirlerim de öyleymiş… Şiirlerim adına konuşmayayım, onlar bir şekilde kendini ifade ediyor zaten; ancak ben kendi adıma erkek düşmanı olmadığımı belirteyim. Bunu belirtmek dahi absürt geliyor gerçi. Dediğim gibi, Ezmira yegâne amacı patriarkal dünyaya sıkıntı çıkartmak olan bir kitap. Böyle bir kitap, var olma kodları cinsiyetçi düzenin “erkeklik” kodlarıyla şekillenmiş insanların canını sıkacaktır elbette.
O.Y.: Bazı gözlemlerim beni yıpratsa da yürekten inandığım “kadın dayanışması”nı tartışmaya açalım: Genç bir kadın olarak kendi kuşağını ve üst kuşağı değerlendirir misin? Yeterince destekleniyor musunuz?
Y.D.Y.: Ben bu soruya cevap veremem. Söyleyebileceklerimin hepsi, kadın dayanışmasına çokça inanan biri olarak söylemekten utanç duyacağım şeyler. Beni hem kişisel hem de politik (ki tam da bu noktada kişisel olan politiktir gerçekten) yönden yaralayan ve açmazda bırakan bir konu bu. Manos’un eski editörlerinden birinin tam da bu konuda bana söylediği şeyi yinelemekle yetineyim: “Keşke Sennur Abla hayatta olsaydı…” Bu bağlamda hepimizin ondan öğreneceği çok şey var çünkü.
O.Y.: Teknik konusunda verdiğin emek küçümsenemez. Kitabını ince ince işlemişsin. Özellikle “zan”dan bahsetmeliyim: Deli bir nehir gibi yüksek sesle akan kelimeler ve en sonda patlayan bir bomba ile kalmayan diller… Harfler dağılmasaydı bu kadar etkili olur muydu sence?
Y.D.Y.: Bununla alakalı bir anım var aslında, onu paylaşayım: “zan” esasen 2016 yılında bir yarışma için yazıldı ve orada birinci oldu. Ödül törenine gittim. Töreninin gerçekleşeceği alana kocaman panolar yerleştirmişler. Dereceye giren şiirler özene bezene basılmış bu panolara. Gururla sergileniyor hepsi. Kendi şiirimin olduğu panoya bir baktım ki “zan”ın sonunda patlayan bomba yok! Şaşırdım tabii, hemen konuklara verilen dosyalara baktım. Orada da şiirimin sonu eksik… O son olmadan şiir yarım benim için. Onlarca dize var belki ama o tek dize olmadan hiçbir dize tamamlanmıyor, öyle hissediyorum. Öyle değilmiş galiba. Çünkü şiir o hâliyle de epey beğeni aldı; hatta birincilik ödülünü aldı, dediğim gibi. Daha sonra çeşitli yerlerde okumam icap etti “zan”ı. Okurken de harflerin dağılması verilemiyor hâliyle ama şiiri dinleyenler yanıma gelip “zan”dan ne kadar etkilendiğini ifade etti hep. Sanırım yanılmışım: Harflerin bomba sonrası ölüleri gibi serilmesinden çok daha fazlasıymış “zan”ı iyi bir şiir yapan. Bir bombanın patlayamamasının gerilimi de patlamasının tahribatı kadar etkili olabiliyormuş bazen.
O.Y.: “osteogenesis imperfecta” etkileyici bir hastalık şiiri. Cam kemik hastalığına yakalanmış bir bebeği karnında taşıyorsun ve içinde olup bitenleri duyuruyorsun. Okur için de farklı bir deney aslında. Hastalıklarla ilgili bu merakın şiirine neler katıyor?
Y.D.Y.: Bedeni anlamak çok ama çok önemli benim için. Çünkü dünya bedenin bittiği yerden başlıyor, dünyayla iletişimimiz beden denen sınırda gerçekleşiyor. Bedenimizle ilişkilenme biçimimizin değiştiği zamansa hastalık zamanları… Buraları kurcalamak gerekiyor gibi geliyor bana, özellikle felsefî anlamda. İnsanın dünyayla derdine dair birçok kilidin anahtarı bu ilişkilenme biçiminde görünür hâle geliyor. Bu yüzden beden hakkında çok yönlü araştırmalar yapıyorum. Bedene dair okudukça, bedene dair yazma ihtiyacım da artıyor. Hastalık şiirleri de bunun en heyecan verici uzantısı benim için. Bana özgü bir düşünce, bir ses, bir estetik yakaladığıma inanıyorum bu şiirlerle. İlk kitaba sadece birini aldım, okurun da yayıncıların da edebiyatçıların da tepkisini ölçmek için. Dergilere de bir iki tanesini yolladım aynı sebepten. Geri dönüşler ya çok olumlu ya çok olumsuz oldu. Benim için ideal tepki… Olması gereken tam da bu… İleride bu şiirleri topluca göreceğiz muhakkak.
O.Y.: “sol bileğim”de rüyanın içinde şiir yazdığını ve karşıt düşünce olarak şiir yazarken rüya gördüğünü söyleyebilirim. Gerçek ve gerçeküstü arasında bir salınım gibi. O şiiri merkeze alarak “yazma hâllerin”den bahseder misin?
Y.D.Y.: Yazmayı epey ciddiye alıyorum. “Yazma hâllerim” diye bir şey yok o yüzden, “yazma mesailerim” var. Bana şiir fikirleri gelir, ben bunları not ederim, sonra günü gelir kâğıdımın başına geçerim ve bu fikirlerle, dize parçalarıyla, şiir taslaklarıyla çalışırım. Ne kadar çalışmam gerekiyorsa o kadar çalışırım. Bazen ortaya şiir çıkar, bazen çıkmaz. Ben romantikler gibi esin bekleyen biri değilim. Birçok kişi, şiirin içeriden bir yerden dalga dalga geldiğini söylüyor veya hiç beklenmedik bir anda sanki bir transa girmişçesine şiir yazdıklarını… Bana böyle olmaz, bence böyle şiir yazılmaz. Böyle yazılan şey olsa olsa bir şiir taslağı olur. Bunun üstüne ilmek ilmek çalışmak gerekir.
O.Y.: Genel çerçevede işlediğin ölüm en çok “gayzer”de buluyor bizi. Her ne kadar “en doğru ölüm benim” desen de birilerini hedef aldığın belli. Son olarak sormak istediğim soru tam da bu durumla ilgili: Şiirle öldürmek istediklerini öldürdün mü?
Y.D.Y.: Öldürmedim. Belki de öldüremedim. Ben kin tutan ve intikam alan bir insan değilim, şiiri bir cinayet silahı olarak kullanmadım o yüzden. “Sizleri biliyor, görüyor ve öldürmüyorum.” dedim şiirlerimle. “dosdoğru”da söylediğim gibi: Kapısız kalsınlar, ağrısız kalsınlar, ölümsüz kalsınlar. Bundan daha ağırını bilmiyorum.