Felsefi Şiir Üzerine Bir Yorum Denemesi Felsefi Göz “Kira Kuşları” – Abuzer Gülpınar
Nezihe Altuğ
(Bu yazının kısaltılmış hali Birgün Gazetesi kitap ekinde 16 Mart 2018 tarihinde yayımlanmıştır.)
Hiç bitiremediğiniz, okurken, bitmesini hiç istemediğiniz ve her okumanızda ilk kez okuyormuş gibi yüzlerce yeni anlam keşfettiğiniz bir şiir kitabınız oldu mu? Elinizden bıraktığınızda, okuduklarınızı düşünerek gezindiğiniz, sonra içindeki satırları ezberleme telaşına düştüğünüz, sayfalarca konuşulabilecek konuların bir satırda aktarıldığı bilge kitaplarınız olmuştur mutlaka. 2016 Atilla İlhan Şiir Ödülü’ne layık görülen Abuzer Gülpınar’ın Tekin Yayınlarından çıkan Kira Kuşları kitabıyla benim de oldu. Türk şiirinin 1940 sonrası teorik çerçevesinin çizilmesinde, şiirin temel sorunlarını Doğu-Batı içeriğinde şekillenmesinde, Atilla İlhan’ın kendince bir alanı temsil ettiğini söyleyerek başlamak istiyorum yazıma. İlk kitabı Başım Kirazlı ile Cemal Süreya Şiir Ödülü’ne de layık görülen Abuzer Gülpınar; Kira Kuşları’yla bireyselliğin, özgürlüğün ve yaratıcı düşüncenin ortadan kaldırılışını, geçmişin yok edilişini, dil ve düşünce üzerindeki yozlaşmayı, bilimsel etkinlikleri, toplumsal sınıflara yönelik algıları, siyasi yapıların çelişkilerini, insan psikolojisinin yapısını ve bunun siyaset, eğitim, ekonomi, aile gibi kurumlarla ilişkisini ele alıyor.
Kira Kuşları, şiirin, içinde yaşadığımız çağın koşulları içinde insanın bulunduğu durumu göstermesi bakımından, şairin felsefi göze sahip olması gerekliliğini gözler önüne seriyor. Büyük şiirsel imgeler aracılığıyla, felsefi bir dünyayı gösteriyor. İmgeyi düşüncenin hizmetine sunarak şairin ‘felsefi göz’ edinmesini gerekliliğini vurguluyor. Felsefe, bize, zaten bunun için, yani felsefi bir göz edinmek için gereklidir. Felsefi bilgi üretmek için değil. Felsefi bilgi üretme işi, kuşkusuz şairlerin değil, felsefeciler ile filozofların işi. Felsefi göz derken kastettiğim, görülen şeyin ‘ne’ olduğunu, onu o yapan şeyin ne olduğunu görmektir. Problem edindiğimiz konu nesnesini bağlantılar içinde görmemizi ve nesneyi gözden kaçırmamamızı sağlar böyle bir göz. Şairler çoğu zaman, şair olmayan kişiler gibi bakarlar ve baktıkları şeyin ne olduğunu görmezler. Çoğu kişi gibi, şairler de, olup bitene, inandıkları dünya görüşü ve ideolojilerin ‘göz’üyle bakarlar ve olup bitenin ne olduğunu değil, olup bitenin zihinlerindeki tasarıma uyup uymadığını problem edinirler. Ve şiirlerini de tam bu algı durumu içinden yazarlar. Felsefi göz, ‘ideolojik göz’ün, ‘dünya görüşü gözü’ nün dışında bir gözdür. Felsefi göz ifadesindeki ‘göz’, kavramsallığı bakımından, duymayı ve hissiyatı da içine alan bir algıya hizmet eder. Kitaba bu gözle baktığımızda örneğin Platon’nun mağara alegorisine rastlarız bir şiirde: “Mağarasında gölgesiyle mutluymuş insanlar / Şeylerden sorumlu değilmişim, geç öğrendim”
Felsefi göz’ü olanlar felsefi şiir yazar. Felsefi şiir, dünya görüşünü ve ideolojiyi değil, insanı veraset ve ilham edinen bir şiir. Dünya görüşü ve ideolojinin de kendilerine özgü bir insan görüşleri vardır ve her biri birbirinden farklı belli bir insan anlayışını temsil ederler. Ancak bu insan anlayışlarının oluşumunda ilham alınan insanın realitesi ve bu realitede insanın içinde bulunduğu durum değil, insan hakkında oluşturulan, insanın nasıl olması gerektiğini dile getiren inanç ve fikirlerdir. Bu inanç ve fikirler de aslında insana ilişkin bir bilgiyi veya insanın içinde bulunduğu duruma ilişkin bir imgeyi değil, bir tasarımı dile getirirler. Dünya görüşleri, insan hakkında kişisel kanaatler olduğu ölçüde, ideolojiler, insan hakkındaki tasarımları obje edinirler. Buradan bakıldığında, bir ideolojiye veya dünya görüşüne bağlanmak, belli bir insan tasarımına bağlanmak anlamına gelmektedir. Şairler, insanın ne’liğini ve realitesini görebilen bir ‘göz’ edinmedikleri sürece, yaygın olarak bağlandıkları tasarımdan ilham alırlar veya onları etkileyen ‘örnek’lerden beslenirler. Kitaptaki “Uygarlık Bıkkınlığı” şiirinin bir ideoloji ya da dünya görüşünden değil felsefi bir bakıştan hareketle yazıldığını söyleyebiliriz. Şair,“Ayna uçurumunu epeyce geçtik” diyerek uygarlığın yanlış bir noktaya vardığını söyler. Ancak bunun çaresi olarak ideoloji ve dinler gibi bir tasarım, reçete sunmaz. Çünkü onu felsefe bulacaktır. Şiir şöyle biter: “Peki, şimdi ne yapacağız? / Kürekleri denize attık kıyıya yanaşmadan “
Bir edebi tür olan şiir, hiçbir dönemde 21. yüzyılda olduğu kadar derin bir değişime uğramadı. Bugün şiirin biçim ve içeriği derin değişimlere uğradığı gibi, ona yüklenilen işlevler ve ondan beklentiler de değişti. Çünkü yeni biçim ve anlatım anlayışı, yalnızca teknik bir tercih olmayıp şiire yüklenilen farklı işlevler ve şiirden beklentilerle doğrudan ilişkili. Örneğin modern şiir kuramları, şiiri artık belirli ve herkes için geçerli bir çözümü ortaya koyan bir tür olarak görmemeye başladı. Değişen yeni teknikle ve felsefesiyle kaleme alınmış modern şiir, en çok şiir içinde bir alt tür olan politik güdümlü şiirlerin değişikliğine neden oldu. Çünkü modern şiir anlayışı, temelde politik güdümlü şiirlerin temel özelliği olan, tek doğruyu ve tek gerçeği anlatma iddiası ile çelişmekte. Dolayısıyla modern şiir içinde artık ideolojik güdümlü bir şiirden söz etmek olanaklı değil. Çünkü geleneksel politik şiirler, bilgilendirme, doğrudan ‘değiştirme’, çözümler sunma olguları üzerine kurulmuştur. Bu şiirlerin kendilerine özgü sınırları, belli gerçekleri ve çözümleri vardır, dolayısıyla şiirler de herkesin o gerçeği ve çözümü benimseyerek değişmesi üzerine kurulmuştur. Oysaki modern şiir, kesin ve tek boyutlu bir gerçekliği reddeder. Bugüne kadar ideolojik güdümlü şiirlerin ancak içerik ve geleneksel düzleminde belli bir iletiyi aktarabileceğine inanırken, şimdi biçim öğesi de ön plana geçmeye başladı. İşte bu yeni yorum sayesinde felsefi şiirler, modern şiir türü içinde hem tehlikeye giren varlığını korudu, hem de şiir türüne yeni bir soluk getirdi. Felsefenin, sanatın ve edebiyatın konusu olan her şey artık şiirlerde yer alıyor. Kira Kuşları’ndaki “Yaza Geç Kalmış Bülbül ve Uygarlık Bıkkınlığı” bölümleri altındaki kümelenen şiirler böyle okunmalıdır. Bu şiirler toplumsal duyarlılıkla ilgili olmalarına rağmen politik güdümlü değildir asla. Bu tavır tüm şiirlere hakim. Bir yanlışlığa işaret etmekle yetinir, çözümler felsefeye bırakılmıştır. Şu dizeler bunu dile getiriyor: “Ayna götürmeye gerek yok / Tomurcuk kalacak yaraya / Anlamımız orada bizi bekliyor”.
Abuzer Gülpınar; Kierkegaard, George Orwell, Franz Kafka, Freud ve Andrei Tarkovski felsefelerini şiirlerine taşıyor. Nasıl ki Franz Kafka eserlerinde endüstri toplumunda bireyin içinde bulunduğu hayata yabancılaşması ve bireyin hayatta değer yüklediği her şeyin önemini kaybetmesi ve sadece sanal bir varoluştan ibaret olması üzerinde durdu. İnsanın içinde bulunduğu bu sanal varoluş ve mevcut düzenin bireysel yabancılaşmaya neden olmasını aynı zamanda bu durumun bireye yansımasının eleştirisi ön plana aldı. İnsan bu mekanik sistemin içinde kaybolmuş bir şekilde yaşamakta, bunun yanı sıra sosyal hayatının olmaması durumuyla, “meta fetişizmi” ve onunla beraber gelen ekonomik sömürüyle ve dahası aile içi metaforlarıyla hesaplaşmakta. İşte bu yüzden felsefi şiir insanı merkez edinir. Felsefi şiirin en önemli özelliklerinden biri, insanı merkez edinmesidir. İnsanı merkez edinmek derken kast etiğim; insanı, kişi bütünlüğü içinde ele almaktır. İnsanı kişi bütünlüğünde ele almak ise, onun canlı olmalığının temel nitelikleri olan bir itki ve isteme varlığı olarak ele almakla birlikte, bir kişiyi o kişi yapan mizaç ve karakter özelliklerinin içeriğini oluşturan, o kişinin değerlere ve insan başarılarına bağlılığı içinde nesne edinmek anlamına gelir. İnsan, arzu ve isteme halindedir. Kira Kuşları çağrışımıyla başlı başına felsefi şiirsel bir söylemdir. İnsanlar bu dünyada kiracıdırlar, doğarak var olurlar, yaşarken konarlar, ölürken de göçerler. Yabancılaşma, ekonomik sömürü, meta fetişizmi, insanın değersizleştirilmesini farklı şiirlerde yer alan şu iki dize imgeliyor: “ Çocuk patiklerini sökerek örüyoruz kazağımızı”, “ Kaf dağında Coca Cola tenekeleri”.
Kira Kuşları’yla şiir; konuşmanın yaratmak olduğu o asıl zamana dönüşür. Nesne ile ismi arasına giren bilinçli anlamları çoğaltır. Kendi dilini üreten yaratıcı gerilimli alan olan imge, sözcükler, sesler, renkler ve diğer katkılar şiirsel döngünün içine girer girmez bir dönüşüm başlatır. Anlamın ve iletişimin aracı oldukları gerçeğini yitirmeksizin sözcükler “bir başka şeye” dönüşürler. Şair felsefi söylemine başlar. Bu dönüşüm teknolojide olduğunun tersine, özgün doğallığı terk ediş değil ona geri dönüştür. “Bir başka şey” olmaktır:”Kafka durmadan duvarları tırmanıyor / Kira kuşları çoğaldı.” dizeleriyle gerçekten ve asıl olarak, o şeyin ta kendisi olmaktadır. Şiirsel yaratı zaten dile saldırı olarak başlar, şiirin içinde karşıt düşünceler barınır, tartışma vardır. Şiirsel sözcüğün dışında bir şeydir şiirsel imge; sözcüğün içinde barındırdığı ve ancak yüzeyde ortaya çıkarmasına izin verdiği bir durumdur. Öyleyse şiirsel imgenin bir doğrudanlık erdemi vardır. Şiirsel imgeden bir anlam çıkarabiliyorsak, bunu nesneyi düşünceye bağlayan çizeme borçluyuz. Çizem sayesinde şiirsel imge temel işlevinin iki önemli kutbunu birbirine bağlamayı başarır: bir anlam yaratmak, var etmek ve bu anlamı göstermek, sunmak. Başka bir deyişle şiirsel imgenin gücü hissedilen ile anlam arasındaki içkin bir bağlantıya bağlıdır. Ve bu nokta birbirlerini bitirip tüketmez, aksine birbirlerinin peşini bırakmayarak devamlı birbirlerine destek verip canlandırır. İmge bize hissedilen bilgiyi akılla kavranan bilgiye bağlama gücünü hatırlatır. Bu, hayal kurmanın ve hayal kurma çizimlerinin bir işlevidir artık. “Kira kuşları” imgesinde belki de mecaz olan “kuş” değil, “kira”dır. Uygarlığın doğaya hakim olması ile kuşların eskiden sahip oldukları doğaya şimdi kiracı olmalarıdır. Ev sahibi değişmiştir artık. Kuşlara acımayan, kuşları kiracı yapan anlayış, insanları da değersizleştirmiştir. “Kafka” ile Gregor Samsa’nın dönüşümüne gönderme yaparak, uygarlığın hepimizi bir böceğe dönüştürdüğünü anlatıyor şair.
Gülpınar’ın şiirlerinde son derece yoğun ve karmaşık bir bilgisel ve anlatısal arka plan vardır. Bu arka plan üzerine sanki yörüngesinden fırlamış bir zihin tarihsel zamanı kırarak dairesel bir felsefi kurgu kurmaktadır. Öne çıkan en fark edilebilir imge “arayış” imgesidir. Birbirinden farklı zamanlarda yaşasalar da tüm insanlığın arayışlarının içinde bir “kim”lik ve “ne” lik problemi görünmektedir. Okur da, şairler ve yazarlar da bu problemin içindedirler. Modern bilinç düzleminde takip edilebilir bir yol kalmamıştır. Her bilgi ya da görüntü, hem kendi içinde bir gerçekliği işaret edebilmekte hem de bu gerçeklikler birbirlerini sürekli parçalayarak “kesinsizlik”te eşitlenmektedirler. Bu açık bir şekilde modern gerçeklik algısının yitimidir. Kontrol altına alınamayan içgüdüler, tutkular ve yerleşik alışkanlıklar nedeniyle insanın kendisine, kendi gerçek özüne yabancı hale gelmesi sürecini tanımlayan yabancılaşma kavramı felsefe ve sosyoloji tarihinde çok farklı anlamlarda kullanılmış ve diğer disiplinlerin de ilgilendiği bir kavram haline gelmiştir. Nitekim Kafka’nın söz konusu eserlerinde endüstri toplumunda bireyin içinde bulunduğu hayata yabancılaşması ve bireyin hayatta değer yüklediği her şeyin önemini kaybetmesi ve sadece sanal bir varoluştan ibaret olması üzerinde durmuştur. Tüm eserlerinde bu sanal varoluş ve mevcut düzenin bireysel yabancılaşmaya neden olması aynı zamanda bu durumun bireye yansımasının eleştirisiyle ön plandadır. Birey artık bu mekanik sistemin içinde kaybolmuş bir şekilde yaşamakta bunun yanı sıra sosyal hayatının olmaması durumuyla, “meta fetişizmi” ve onunla beraber gelen ekonomik sömürüyle ve dahası aile içi metaforlar ile hesaplaşmaktadır. Şu dizeler bizi Kafka’nın dünyasına götürüyor: “Gül, terazide şimdi / /Toprak tohumdan emin değil artık/ Son kuyuları kullanma zamanı geldi”.
Kira Kuşların’da ilk bölümde kümelenmiş olan erotik şiirler bize Freud’un haz ilkesini anımsatır. Elemden kaçıp haza ulaşmak ruhsal aygıta egemendir. Ancak dış dünyanın etkisi ile sonuç her zaman haz ile bitmez ya da haz törpülenir. Bu durumda gerçeklik ilkesi devreye girer. Haz ilkesinin bize dayattığı gerçekleşecek gibi değildir, ama yine de insan bir şekilde bunu gerçekleştirmeye yaklaştırma çabasından vazgeçmemelidir. İdden gelen ve Üstbenin isteği ile benin baskıladığı cinsel içgüdüler, libido ekonomik bir şekilde kullanılarak tatmin edilmelidir. “Tenin iktidarı” ile söylenilmek istenilen bu olsa gerek: “Tenin iktidarı başladı / İğneden kaçar yama / Bir elmaya kırk taş”. Freud, toplumların da bir üstbeni olduğunu söyler. Buna kısaca “kültürel üstben” der. Bu kültürel üstben de bireysel üstben gibi “vicdani korku ve cezalandırma” ile bastırılan taleplerin gerçekleşmesine izin vermez. Oysa id üzerinde sınırsız bir hakimiyet mümkün değildir. Daha fazlasını istemek, daha katı baskılamak ya nevroza ya da bireyin mutsuzluğuna yol açar. O yüzden üstbenin katılığının yumuşaltılması gerekir. “Teklifsiz Dil” şiiri kültürel üstbenin yumuşaltılması gerekliliğini anlatıyor: “Soyun! Hangi ayna hatırlayacak bizi / Mührü kırılsın tüm hücrelerin”.
Abuzer Gülpınar, kentlerde yaşanan duvarların arkasında ne olduğunu bilmeyen, merak dahi etmeyen, bütün zamanları devler tarafından programlanmış bir toplum tablosu çizmiş. George Orwell’in 1984’ü, gibi bir ruh halinin dile getirilmesi ve bir uyarı niteliğiyle nasıl yazmışsa o da 1984 şiiriyle bize, bu umudun ancak, bugün tüm insanların karşı karşıya oldukları tehlikenin, bireyselliği, aşkı, eleştirel düşünceyi tümden yitireceği gibi,(…) bunun ayırdına bile varamayacak bir otomatlar toplumu olup çıkma tehlikesinin farkına vararak kavranabileceğini:“Yüzyılın tüm gürültüsü beynimde / güçlü ellerden düşen çekiç hala yerdedir” diyen dizeleri ile dile getirir. İnsan, etik değerlere ve insan başarılarına itikat edebilen bir varlıktır, ama aynı zamanda göz ardı edebilen bir varlık da.
Kişisel çıkar ve itkileri nedeniyle. Bu nedenle, etik değerlere göz yumabilen insan, sıradan insandır diyen (Kuçuradi). Onu ya kişisel çıkar yönlendirir ya da itkileri. Buradan hareketle, sadece insan itkilerini betimleyen şiire, sıradan insanın şiiri diyorum. Buradan bakıldığında, felsefi şiir için önemli olan, sıradan insan değil, etik değerlere ve insan başarılarına itikadı olan insandır. Bu görev de, tek tek insanları birbirleriyle libido aracılığı ile bağlı bir topluluk halinde birleştirmektir. Ama insanlığın uygarlaşma süreci ile bireyin gelişme ya da yetişme süreci arasındaki ilişkiyi ele alacak olursak, fazla bocalamadan bu ikisinin doğalarının birbirine benzediğine, hatta değişik nesnelerde izlenen aynı süreç olduğuna karar veririz. Eric Berne’ün dediği gibi “Oyunlarla yaşarız.” Eric Berne’ün klinik çalışmalara dayanarak yazdığı İnsanların Oynadığı Oyunlar’la ilişkilerin psikolojisi ve davranış kalıpları hakkında çığır açmış bu kitabında Bern, bireylerin içinde bulundukları ego durumlarının birbiriyle etkileşimini incelemiştir. Bu kişiler arası etkileşimlere transaksiyon; günlük yaşamda sürekli olarak ortaya çıkan ve yinelenen belirli transaksiyonlara da “oyun” adını vermiştir. Denediğimiz, oynadığımız ya da oynamaya zorlandığımız bu rolleri keşfettiğinizde insanlarla ilişkilerinizdeki bilinçdışı manevraları ve gizli taktikleri çözebilir, birlikte bir dakika ya da bir ömür geçirdiğiniz kişilerin gerçek benliklerini tanıyarak eylemlerinizi ve tepkilerinizi duruma göre ayarlamayı öğrenebilirsek kolektif bilinçle hareket edebiliriz mesajını vermiştir. Transaksiyonel analizde yer alan psikolojik bir kuram olan Dramatik üçgen’i (Drama Triangle) ilk olarak Stephan Karpman tanımlamış. Dramatik üçgen, farkında olarak veya olmadan oynadığımız psikolojik bir oyun olarak açıklamış, insanın olduğu her yerde bu oyun oynandığını söyleyerek. İnsanın bu üçgende “kurtarıcı, suçlayıcı, kurban” rolünü üstlendiğini söylemiştir. Dramatik üçgeni biraz daha açarsak, bu oyunda işlevsel olmayan davranışlar var. Kişi, çocukluk yıllarında çevresindekileri izleyerek hayatta kalma amacıyla bir takım davranışlar ediniyor. Dramatik üçgendeki roller; burada ve şimdi yerine, geçmişteki durumlara tepki. Her psikolojik oyunda da oyuncular bu rollerden birisini alarak kendilerine değer verilmesini sağlamaya çalışıyor. Bu olumlu gibi görülen davranış şekli aslında kişiyi zayıf bırakıyor. Kurtarıcı rolü; fedakârlık düzeyi yüksek olan, etrafındakilere yardım etmek isteyen kişilerin üstlendiği bir rol. Farkında olarak ya da olmayarak takdir görmek, kendini sevdirerek değerli hissetmek amaçlanıyor olabilir. Ayrıca bir başkasının acıları ile ilgilenmek kendi acılarını hissetmekten daha kolay gelebilir. Kurban rolünü seçen kişi, kendini zayıf, güçsüz, aciz, başkalarına muhtaç hissedebilir veya öyle hissettirerek,“Ben yapamıyorum, beceremiyorum” diyerek sorumluluktan kurtuluyor. İşyerlerinde bunun karşılığını “Bütün işler bana kaldı”, “Bu kadar işi ben nasıl yapacağım”, “Yeterli değilim, işimden olabilirim” gibi cümleler kuran çalışanlarda görülebiliyor. Suçlayıcı rolünde ise suçu, hatayı başkasının üzerine atma durumu var. Çünkü “Sen sorumlusun, sen suçlusun” demek, “Bende bir sorun var” demekten çok daha kolay. Kimseye hayır diyemeyip her işi üzerinize aldıktan sonra kişi, kolayca kurban daha sonra da suçlayıcı rolüne geçebiliyor. Kurtarıcı, kurban ve suçlayıcı aynı kişi olabiliyor, o zaman bu oyunda üç rolün söz konusu olduğunu söylüyorsa bu dünyada yaşayan insanlarda: Kurtarıcı, suçlayıcı, kurban kim? Sorusunu her zaman sormalıydılar birbirlerine. Kira Kuşları’ndaki şiirler de “kurtarıcı, suçlayıcı, kurban” olarak düşünülebilir belki. Hangi şiirin hangi rolü üstlendiği bulmak ise okurun işi.
Abuzer Gülpınar, Tarkovski gibi derin felsefi sorular ortaya atarak, onların yanıtlarını aramamızı salık veriyor. Tarkovski’nin anlayışında şiir, insan kaderini ve dünyayı mükemmele götürecek yolların arayışını anlatan bir dildir, insan varlığının ve kaderin trajik kırıklarının sırlarına hayranlıkla ilgi gösterir. Tarkovski’nin mühürlenmiş zamanını, Zerkalo şiirinde “Zaman bir makyajdır” dizesiyle suratımıza vuruyor Gülpınar. Tarkovski’nin sanatsal geçmişine baktığımızda, varoluşçu bir dünya yarattığını fark ederiz. Filmlerinde yarattığı karakterlerinin zayıf kişiliğe sahip olduklarını, ama bu zayıf karakterleri hiçbir zaman sorumluluktan kaçmadığını veya üstlendiği sorumluluğu başka bir kimseye devretmediğini görürüz. Gülpınar, Stalker şiirinde bunu şöyle dile getirir: “ Siste kaybolanlar için / Zayıf olanın gücüyüm / Zayıf olanın gücüyüm.” Son dize tekrar edilerek zayıf olanların gücünün büyüklüğüne dikkati çeker. Onlar, dünyalı olduklarını bilerek sorumluluklarını da taşırlar. Bu görüşler Kierkegaard’ın görüşlerine çok benzemektedir. Trajik dünya algılayışıyla beslenen Tarkovski’nin filmlerinde trajedi kavramı Kierkegaard’ın düşüncelerini çağrıştırmaktadır. Kierkegaard’ın trajik kahramanı aynen Dostoyevski’nin kahramanı gibi kendi seçimini kendisi yapar ve davranışlarındaki sorumluluğu da üstlenir. Yaptığı seçimin sonucunu kimseye dayandırmaz ve kimseye de ihtiyaç duymaz. Fakat buna rağmen ikisini de birbirinden ayıran özellikler bulunmaktadır. Bu konuda Walter Kaufmann, “…Kierkegaard bir birey olarak karşımıza çıkar. Dostoyevski ise bize bir dünya sunar. İkisi de son derece rahatsız edicidir, ama bu rahatsızlık Dostoyevski’de yıldırıcı bir genişlikten, Kierkegaard’da ise buruk bir darlıktan doğar. İnsan Kierkegaard’dan gelir de, Dostoyevski’ye dalarsa, küçük bir odada büyütüldükten sonra, ansızın okyanus ortasındaki bir yelkenliye bırakılıvermiş gibi kendini yitirir…”(Walter Kaufmann, Dostoyevski’den Sartre’a Varoluşçuluk, YKY Yay, İstanbul, 2001, Çev: Akşit Göktürk, s 12.) Abuzer Gülpınar’ın Kierkegaard’dan beslendiğini “Erotik Aşkın Keyfi” şiirinden anlıyoruz. Kierkegaard’a göre “tekerrürün sevgisi” mutlu olan tek sevgidir. Hiçbir zaman bıkılmayan sevilen eştir o. Tekerrürü isteyen olgunluğa erişmiştir. Hatırlamanın sevgisi huzursuzluk verir. Eğer tekerrürün sevgisi varsa hatırlamaktan korkulmaz. Gülpınar bunu şöyle dile getiriyor: “Soğuk geçmişin anahtarısın / Hatırlamak güvenlidir seninle // Havai dileklerim merdivensiz / Tekrarın sevgisini gördüm sende”
Kira Kuşları’nda yer alan şiirler birbirlerinden bağımsız birer bütün olmalarına karşın, birbirleriyle ilişki içindedirler ve ortak bir simge evreni ve/veya ortak kişiler etrafında örgütlendiklerinden, birlikte bir bütüne varırlar. Şiirlerde işlenen olaylar, kronolojik bir çizgisellik arz etmezler. Yazar, bu şiirlerde kendisini gizler ve okuru anlatıcıyla baş başa bırakır. Bu şiirlerde felsefe, öykü, tiyatro, sinema gibi şiir dışı türlerin olanakları kullanılmış, anlam geriye itilmiş ve parçaları birleştirme işi genellikle okura bırakılmıştır. Kitapta benimsenen estetik anlayış, Apollonca, kusursuzluğa yönelen bir estetik değil, okurda tamamlanmamışlık, bitmemişlik hissini uyandıran bir estetik anlayıştır.
Kitabın ilk bölümü olan Yaz Hançerlendi bölümüyle belki de bir yaz aşkının sonunda günümüz kadınının parçalanmışlığını vurguluyor:” Artık cennetin gölgesi yok duvarımda / Bir gül masalı durmadan kanar gecelerime / Kalbimde Orta Çağ ısrarı / Mart hançerlendi içimde” dizeleriyle Lilith efsanesinin yazıldığı yüzyıldan beri çok şeyin değişmesiyle birlikte kadına bakışta hiçbir şeyin değişmediğini söylüyor. Böylece geleneksel olanla güncel olan bütünleşerek hiçbir umudun kalmadığı bir dünyayı gösteriyor. Kadına atfedilen ”Şeytan Kadın-Lilith”ın imgesini bugünde hatırlatarak günümüz yaşamını belirleyen kesintisiz devinin, etkinlik, stres ve huzursuzluk, bu huzursuzluğun içinde yaşamımıza egemen olan iletişimsizlik ve yabancılaşma, medya ve teknolojik dünyasının giderek yaşamımızı yönlendirerek bizleri duyarsızlaştırma, yıkım ve savaş sahnelerini, ölüm ve cinayet haberlerini izleme tutkusu, duyuların dumura uğradığı bir dünyada erkek ve kadın ilişkisinin doğal bir biçimde yaşanmadığından, bir tür sapkınlığa dönüşmesi, şiddet dolu erkek egemen bir dünya ve bu şiddeti körükleyen kötülüklerin kaynağı olan Şeytan Kadın- Lilith’ı anarak:”Ne mutlu ki Lilith hâlâ yaşıyor, öldürülememiştir” dizeleriyle hem medyanın hem de ilerleyen teknolojinin egemenliğinde giderek duyarsızlaşan bu dünyada kadın ve erkeğin birlikteliğinin yalnızca bir yıkıcılığa dönüştüğünü anlatarak kendi iç sesleriyle hesaplaşıyor. “Her kelimeyi duymuştu, fakat ne tuhaf, hiç canı acımamıştı.” diyen Zweig’ gibi adeta içi bulanıyor.
Abuzer Gülpınar’ın şiir dili geçmişten geleceğe doğru giden kesintisiz bir yaratma akışıdır. Bu akışın odağı geçmiş, şimdi ve gelecek gibi üç boyutlu bir zaman içinde yaşayan insanın tarihidir.“Tarih bu kesintisiz sürecin özünü, yaratıcı gücünü, birbirini izleyen başarıları konu edinir; insanı sürekli bir gelişme atılımı içine iter. Tarih geçmişin tüm olaylarını, öyküleri, söylenceleri, serüvenleri ele almaz. Onun içerdiği boyuna yükselmeyi, yaratıcı bir duruma, bir gelişim aşamasından daha yüksek bir aşamaya çıkmayı gerektirir. Değişmeyen, belli doğa verileriyle, düşünce ürünleriyle, inanç varlıklarıyla sınırlanan nesnenin tarihi olmaz, o nesne ancak bir ‘hayvan’ olabilir. Çünkü hayvan yalnız şimdi’yi yaşar, onun geçmişi, geleceği yoktur, o tek boyutlu bir zaman içindedir. Oysa insan bilinçli bir tarih varlığıdır, sürekli gelişen, boyuna kendini besleyerek yenileyen bir özün taşıyıcısıdır.” der tarih için Friedrich Nietzsche (Friedrich Nietzsche, Tarih Üzerine (Çev: Nejat Bozkurt), Sav Yay, İstanbul, 1994, s 49-48.)
Şiir sadece estetik bir heyecan uyandırmakla kalmayıp, belli bir düşünceyi de iletebilmeli. Kurtarıcı rolünü üstelenen Abuzer Gülpınar gibi şairlere felsefi bir göz’ün ürünü olan Kira Kuşları gibi kitaplara dün olduğundan bugün daha fazla ihtiyaç var.
https://www.birgun.net/haber-detay/felsefi-siir-uzerine-bir-yorum-denemesi-208147.html
Abuzer Gülpınar, Kira Kuşları, Tekin Yayınevi, Ağustos 2017, s:62.