YASAK SANAT, YASAK HAYAT
Neslihan Yalman
‘‘Kadınlar erkeklerin kaburgalarından çıkmadılar, erkekler kadınların vajinalarından çıktılar.’’
(8 Mart 2018’de kadınların yürüyüşte tuttukları pankartlardan biri…)
Birçok parametrenin halka misali birbirini kestiği, her nedenin diğerini engellediği bir çağda yaşıyoruz. Kimi zaman iyi niyetlerimizle oluşturduğumuz bir fikir, yaptığımız bir hareket bile zincirleme kazalar arasında yitip gidebiliyor. Türkiye’de yaşayan bir sanatçı, bir entelektüel, bir kadın kendini sorgulamaya başladığında, işler daha da sarpa sarıyor. Kendimden örnek verecek olursam, birilerini olumsuz anlamda eleştirmeye davransam bile, onların evren üzerindeki yerlerini düşünüp, bundan vazgeçebiliyorum. Mevcut durum, güçsüzlüğümden değil, bir konuyu hangi açıdan değerlendireceğim konusunda, ‘‘bağlam’’ düzeyinde bir karışıklık yaşamamdan ötürü oluyor. Örneğin, Türkiye’de -bilhassa, şiir alanında- yapılan tartışmaların geneli sanki statü
kocu ağızların tahakkümüyle açılıyor ve yine onlar tarafından kısırlaştırılıyor. Birçoğu yaşlı, çağın gerisinde kalmış ve şiir dilleri artık günümüzü titretmeyen ya da akademilerde kendilerine yer kapmış şairler her şey üstüne fikir belirtiyorlar. Şüphesiz, sezgileri açıldıkça ve tecrübeleri genişledikçe sanatsal zihnin sürekli fikir belirtmesi doğal; ama yazık ki, bu fikirlerin çoğu aşırı yanlı, tek-boyutlu, yaşanılan ülkeyi ve dünyadaki sanatsal gelişmeleri görmeksizin yapılıyor. Tam da burada bunlara karşı kendi sanat algımla, dünyadaki sanatsal gelişmelerle, Türkiye’deki bağlamla yanıt vermek istiyorum. Lakin, ardından -kastettiğim nokta tam da bu- o insanlar da emekçi, bir kesimin şiirini temsil ediyorlar diyorum. Onlarla fikir tartışmasına girerken, konuların başka taraflara çekilmesini ya da başka insanların ortaya atlamalarını istemiyorum. Onlara saygı duyuyorum, fikirlerine kısmen katıldıklarım da oluyor hatta. O noktada, bir kafa karışıklığı yaşıyorum.
Bu anlamda, Türkiye’de çeşitli sanat akımlarına dahil birçok sanatçının var olmasını ve ülkenin sanatsal açıdan zengin bir potansiyeli sahiplenmesini arzu ederken, halk çoğunluğunun sanatı içselleştirecek varoluşluğu da taşımadığını fark ediyorum. ‘‘Yalnız’’ sözcüğünü daha doğru dürüst yazamayan (‘‘yanlız’’), ‘‘-de, -da’’ eklerini ayıramayan, her gördüğü dizemsiyi (asla, dize değil) Cemal Süreya’ya ait sanan insanların fazlalığı teşkil ettikleri zeminde, sanatçılar da çıtayı yükseltmeye çalışırken hayli zorlanıyorlar. O minvalde bile, sanatla uğraşmak artı bir görev halini alıyor. Mevcut durum ayrı bir sınıfsallığa da tekabül ediyor. Ülkenin hali nasılsa, sanatçı ortalaması ya da temsilcileri de -maalesef bilinç düzeyinde yenilikçi, modern gibi görünseler de- gerek oluşturdukları yapıtlarında gerek bilinçdışı durumlarda halkın kendiliğine dönüşüveriyorlar. Velhasıl, bilinçdışı neyse, sanatın çerçevesi de onun etrafında şekilleniyor ve baskılanmalardan öz-varlığını oluşturuyor. İyi sanatçılar sanat çevresine bil‘-e rağmen’, yaptıkları işlerin farkında olarak, büyük bir birikimle ve cesaretle geleceğe yöneliyorlar, şimdiyi çok-parçalı yaşıyorlar.
Ülkemizde erkek-egemen algı, erkek gözüyle konulara bakış hakim yahut kadınların yaşadıklarını/hatta, yaşayamadıklarını görmezden gelerek cinsiyetleri nötr hale getirmek isteyen insanlar, sanatçılar var. Bir şeyi nötr yapmak demek -Türkiye bazında ikinci bir parantez açarsak- sistemin dili neyi temsil ediyorsa, istenileni çaktırmadan ona dönüştürmek demektir. Örneğin, bir yerlerde ‘‘kadın şair’’ demeyelim, direk cinsiyet belirtiyor, ‘‘şair kadın’’ diyelim ya da niye kadın sözcüğünü kullanıyoruz, sadece ‘‘şair’’ başlığı yeterlidir diye bir ifade görürseniz, bilin ki orada kadınlığın, kadın dilinin, dişil oluşluğun ifade biçimlerine dair gelenekçi bir müdahale var demektir. Nitekim, dünyada sanatçılara yahut entelektüellere baktığımızda, kendilerini anarşist-Taoist (Ursula Le Guin), feminist (Margaret Atwood, Helen Cixous vd.), lezbiyen (Camille Paglia) vd. diye tanımlayabildiklerini görürsünüz. Tanımlamak demek, sınırı koyabilmek, mücadeleni verebilmek, dilini kurabilmek (artık, mitolojinin genel ilkelerini geçtik, feminist mitoloji diye alternatif bir alan bile kuruluyor) ve onunla var olurken, özneye karşı yeni bir post-özne olabilmektir. Yoksa, herkes aynı dili konuşsun, herkes kendisini tektipleştirsin, şairse şairliğini bilsin, önüne arkasına ıvır zıvır takılar getirmesin demek, mono-faşizmdir. Kim hangi tecrübeyi yaşıyorsa, hangi problemlere sahipse, hangi çağın taşıyıcısıysa, kimin zihni nasıl tetikleniyorsa o anlamda sanat yapabilmesi yegâne özgürlüktür. İnsanlık bir gün bir olacakmış, umut hep varmış, edebiyat edebiyatmış da önüne kadını, feminizmi gelmezmiş demek, hangi dünyada, hangi çağda, -hele hele- hangi ülkede yaşadığını bilmemezliktir ki, bu ifadeler çoksesliliğin, melezliğin olduğu bir yerde varlıklarını yitirir. Zaten, Türkiye’de çoğu sanatçının, sanat alımlayıcısının, eleştirmenimsinin de (eleştirmenler çok azdır veya çoğu da erkektir) bunları görebilecek temsillerinin olmadığını, olanların da ya konuları görmezlikten geldiklerini ya da yerlerini korumaya çalıştıklarını söyleyebiliriz.
Haliyle, ülkede ve kapitalizm düzeyinde sistemin nasıl çalıştığının görülmesi açısından, bazı hakikatlerin gün yüzüne çıktığı durumlara sıkça maruz kalabiliriz. Bahsi geçen durumlardan birini yaşamanın şaşkınlığını, yoksa farkındanlığını mı demeliyim, hakikatin ışıması anlamında aktarmak isterim.
Visegrad (Vişegrad) topluluğu kapsamında, dört ülkenin (Macaristan, Çekya, Polonya, Slovakya) kültürel etkinliklerinin özellikle sinema üstünden iletildiği ‘‘Orta Avrupa Filmleri Festivali’’ne gittim. İzmir Mimarlık Merkezi’nde gerçekleştirilen festivalde, fuayede, dört ülkenin sanat galerilerindeki ve güzel sanatlar akademilerindeki görsel çalışmalar (fotoğraf, performansların fotoğraflanması, entalasyon, resim vd.) yer alıyordu. Hepsini heyecanla inceledim. Nitekim, Türkiye’de olduğunu zannettiğimiz sanatla, dünyada gelişim gösteren sanat arasında farklar var ya da otantiklik düzeyinde başka coğrafyaların, kültürlerin sanatlarını görmek insana vizyon sağlıyor.
Orada dikkatimi çeken yapıtlardan biri de, muşamba baskıya aktarılan bir fotoğraftı. Bratislava Güzel Sanatlar Akademisi (Slovakya) kapsamında sergilenen ve Agnes Eva Molnar’ın ‘‘Kendini Bilen Beden’’ (2016) serisine ait olan bu fotoğrafta, şişman kadın nü poz vererek, önündeki küçük tuvale fırçasıyla dokunuşta bulunuyordu; bunu yaparken de eli tuvale doğruyken, yüzü bize (bakanlara) doğru dönüyordu. Fotoğrafta yakaladığım en heyecan verici ayrıntı, küçücük tuvalde, netliği bozulmuş ve soyut fırça darbeleriyle aktarılmış görselin, Gustav Courbet adlı ressamın ‘‘Dünyanın Kökeni’’ (1866) çalışması olduğunu fark etmemdi. Üzerinde kılları olan bir vajinayı yakın planda resmeden -ki, vajina da bir figürdür- ressamın mevcut eseri, dünyanın kökenine, toprak anaya, Gaia’ya giden bir ilksellik barındırırken, yapıldığı dönemde de (19. yy) hayli ses getirmiş, tepki toplamıştı. İşin ilginç tarafı, bu tabloyu Halil Şerif Paşa adlı bir Osmanlı paşasının koleksiyonuna almasıydı. Tüm bu bağlantıların, 21. yüzyılda, İzmir’den Slovakya’ya uzanan bir süreçte, kadın bedeni ekseninde modernleştirilmiş olması ilgimi çektiği içindir ki, çalışmanın fotoğrafını, güzel sanatlara hazırlanan öğrencilerim için açtığım sayfaya koydum ve dünyadaki gelişmeleri -bilhassa sanat ekseninde- takip etmeleri gerektiğini önemle söyledim.
Çalışmayı sayfaya koymamla, ‘‘facebook’’ internet uzantısından bir uyarı mesajı almam bir oldu. Mesajda, yüklediğim iletiyi cinsellik içerdiği ve uygunsuz görüntüler barındırdığı için kaldırmam gerektiği, yoksa sayfanın kapatılacağı belirtiliyordu. Ben dünyaya sanat, özgürleşme, entelektüel ve estetik meraklar üzerinden bakarken ve yeni neslin de salt ülkesine takılıp kalmaması gerektiğini düşünürken, basit bir internet uyarısı bizi yüzeysel gerçekliğe geri gönderdi. Hâlâ bilmiyorum, işletim sistemi 1-0 mantığıyla çalıştığı için mi yüklediğim görseli, algoritmasına göre çıplaklık biçiminde algıladı bilgisayar? Yahut, ‘‘facebook’’ üstünden onca nü sayfa, eskort sayfası, cinsellik görüntüleri varken, benim yüklediğim sanatsal malzemenin suçu neydi; siyah-beyaz bir çift memesi, bir vajinası olması mı? Anlamış değilim. Hangimiz cinsellik içermiyor da, (doğal) cinsellik bu denli gizlenilen ahlaksız bir yansımaya dönüştü? Ensest, çocuk/hayvan tecavüzü vb. gibi tahakkümler dururken… Yahut -en çok şüphelendiğim konu-, ‘‘server’’ dedikleri bağlantı sisteminin Türkiye üstünden mi olması işi karıştırdı? Ben aynı görsel çalışmayı Slovakya üstünden bir ‘‘server’’ çerçevesinde yüklesem, yine aynı sorun çıkar mı/ydı?
Günümüzde hâlâ yasaklar var. Sanki, kimse sevişmiyor. Namaz kılıyor, kimseye dokunmuyor. Okul öğretmeni kimseye dokunmuyor. Bekâr mümin, çocuğa arzu duymuyor. Evli, eşinin dışındaki insanlarla fantezi kurmuyor. Kitap okuyor. Kimseyle sevişmiyor. Roman yazıyor, seks ‘video’su çekmiyor. Ağırbaşlı görünüyor, ama yatağa çıplak uzanmıyor. SANKİ!!! Sütmüş, kaşıkmış, akmış, bokmuş. O zaman, kim bu kadar çocuk sahibi oluyor, kim bu kadar dedikodu yapıyor, kim bu kadar acımasızlaşıveriyor? KENDİSİNDE OLANIN AYNISINI GİZLEMEYE ÇALIŞIP, BAŞKASINA ONU YANSITAN… -LAR… Ahlakçı ahlaksızlar, bunalımın kıyısındakiler, kıskançlar, çıkarcılar, korkaklar, mutsuzlar, özgüvensizler ler de ler ler… Bir de -başat olanı- içgüdülerine engel olamayanlar… Bu sebeple, sanat ortamında bile içgüdüler insanları temsilleri kapsamında ele geçirirken, ortalama vatandaşı nasıl geçirmesin?! Hayvan değil miyiz hepimiz!.. ‘‘Facebook’’ başka hangi ortama hizmet etsin?! Orası bir orman… Hayat gibi…
Cinsellik, din, uyruk/etnik kimlik vb. konular üstüne de -bilhassa, ülkemizde- yeni (özgün) eserler üretilmediğini eklemek istiyorum. Herkes Osmanlı paşalarını (ecdadını) sadece sefere giden ‘‘bre delüğganlularrrrr’’ olarak biliyor. Ülkenin sanatçılarının bile tartışma başlıkları halkın ‘‘kızzzzz, duydun mu; şair kadınmış, kadın şairmiş meğer’’ dili düzeyinde gidiyor. Courbet adlı sanatçının tablosu göstergebilimsel ve sanatsal anlamda kimsenin dikkatini çekmiyor. Artık, neyi/nasıl algılayacağımızı da bilmiyorum ben. Hepimizi toptan yasaklayın gitsin.